Babaannem
1975 yılının Ağustos ayında bir gün sabah namazından sonra vefat etti.
Babam;
“Haydi oğlum sen koşa koşa Ermenek’e git, amcanın kızına haber ver. Cenazeye gelsinler.
Koşarsan bir saatte varırsın. Gelirken onlar arabayla onlarla gelirsin.” dedi.
Köyümüz
Ermenek’e 15 kilometre. Evet, 15 km. koşacaktım. Daha güneş doğmamıştı. Cebimde
sadece 5 liram vardı. Babam annesini kaybetmenin üzüntüsüne bana para vermeyi
de unutmuştu. Mizacı sert olduğundan ben de para isteyemedim.
“Haydi,
bismillah” dedim ve koşmaya başladım. Hiç durmadan koşsam bir buçuk saatte
Ermenek’e ulaşabilecektim. Amcamın kızı hemen hazırlanıp geri dönersek sabah
saat 9’a köye gelmiş oluruz hesabını yaparak ha bire koşuyordum.
Normalde
45 dk da yürünecek yolu 20 dk da koşmuşum. Ardımdan bir kamyonun Güneyyurt
gönünden geldiğini gördüm.
El
sallayarak durdurdum. Nereye gittiğimi sordular, bende babaannemin öldüğünü, amcakızına
haber vermek için Ermenek’e gideceğimi söyledim.
Şoför;
-Kasaya
çık, dedi.
Hemen
kamyonun arka tekerine ayağımı basarak kasaya bir çırpıda çıktım. Şoför kamyonun
sol yönündeki dikiz aynasından bana bakıyordu. Dikiz aynasında görünen şoföre “devam
et” diye seslendim. Kamyon uğultulu bir sesle hareket etti. Az sonra vites
değişiminde ses bir daha değişti.
Kamyona
binişime sevinmiştim ancak benden para isterse korkusunu duymaya başladım.
Arabadan nasıl ineceğime dair plan kurmaya başlamıştım.
Ermenek,
Sipas Camii önünde yol daralıyor. Her araba orda mecburen yavaşlıyor, orayı
geçtikten sonra hızlanıyorlardı. Güneş doğmuş, yavaş yavaş sıcak Ermenek
vadisini kavurmaya başlamıştı.
“Tamam,
işte.” dedim.
Sipas
camii önündeki dar yola doğru yaklaşırken araba yavaşlamaya, ben ise hızlanmaya
başladım. Kamyon tam yavaşlarken arka kapağı tırmanıp, aşağı doğru fırladım.
Kamyonun sağ ve sol dikiz anasından görünmüyordum bile. Caddede insanlar çoktan
çoğalmıştı. Hemen aralarına dalıp, kalaycılar sokağına doğru koştum. Oradan
Taşbaşı mahallesinin aşağı inen sokağına yöneldim.
Ölmüş
en büyük Mehmet amcamın kızı idi. “Sultani Bağ”da bir bahçe evinde
oturuyorlardı. Bahçe kapısını aralayıp içeriye doğru yürüyüp evin doğu
yönündeki sofaya vardım. Evin giriş kapısı, çift kanatlı bir borda kapı idi.
Borda kapıyı tıklattım.
Yukarıdan
“Kim o?” sesi gelince; “Durmuş Ali.” diye ünledim. Amcakızı; “Aaa yeğenim
gelmiş!” dedikten sonra borda kapının içinden yukarı kata çıkılan ahşap
merdivende tıkırtı yaparak kapının ardındaki kilidi açıp zinciri kurtardıktan
sonra borda kapının bir kanadını açtı.
Beni
görünce yüzüme baktı. Bir şey anlamış olacak ki;
-Kötü
bir şey mi oldu yeğenim? Dedi. Başımı sallayarak; “Babaannem öldü.” dedim.
Ağlamaya başladı. Daha önce ağlamamıştım, ben de ağlamaya başladım. O durunca
bende ağlamayı kestim. Lavaboya gidip elimizi yüzümüzü yıkadık.
Sonra
kahvaltı sofrasını kurdular. Birlikte kahvaltı yaptık. Kahvaltı sonrası tekrar köye
nasıl gideceğiz diye planlar yapıldı. Hareket başladı, yürüyerek Meydan
mahallesine çıktık. Yol kenarında yenidünya meyve ağacı olan evin oraya geldik.
Amcakızı o eve girdi. O evden bir kişi ile çıktı. O kişi; “Siz şurada durun,
ben cipi alıp geleyim.” dedi.
Biraz
sonra üzeri muşamba ile kaplı, asetat pencereli askeriye yeşili Tuzla Jeep ile
geldi. Hemen harekete geçtik. Yollar toz duman. Ermenek’ten batı yönündeki tüm
köy ve kasaba yolları mucurlu olup arabanın hareketi ile arabanın ardından toz
bulutu yükseliyordu. O toz bulutundan araba içine giren ince tozlardan bizde
nasibimizi alıyorduk.
Saat
10:00 da köy mezarlığından geçen yoldan köye ulaşacaktık. Köy mezarlığında insanların
olduğunu görünce orada durdu. Arabadan indik. Babaannemin defnedildiğini öğrendik.
Babaannemin mezarının yakınında babam vardı. Amcakızı sarılıp ağladı. Sırası
ile orda bulunan diğer yakınlara sarıldı. Ben unutulmuş, sanki yok gibi oldum.
Babaannemin
mezarı başına vardım. Ortalık taze toprak kokulu, başucunda bulunan mezar
ağacına tutundum. O artık bu dünyada yoktu. O sonsuz bir âleme yolcu olmuştu. 35
yıl önce benim görmediğim dedemin yanına, Allah’ın huzuruna gitmişti. Üç ihlas,
bir Fatiha okudum.
Babaannem
temiz ve titiz bir kadındı. Kendisine köyde “Tokalı” lakabı takılmış. Neden
“Tokalı” denildiği ben giyim ve kuşamına dikkat etmesi ve süslü giyinmesi,
özellikle köy kültüründe var olan “gököncek”e eklediği tokalar taktığından bu
lakap takıldığını sanıyordum.
14.07.2021
akşamı köy kahvesi önünde oturup eve dönüşümüzde Hüseyin Balcı, “Tokalı”
babaannemin neden bu lakapla anıldığını şöyle ifade etti:
“Tokalı
babaannen annemin halası olur. Dolayısı ile benimde büyük halam oluyordu. Belki
ömründe ilk defa giyeceği bir kundura istemiş eniştemizden. Onun eniştesi
benimde dedem oluyor. Eniştemiz de Ermenek’e gider bir kundura alır. Ancak kundurayı
görünce halam;
-Bu
kunduranın tokası yok, diyerek kabul etmez.
Eniştemizi
izinin üstüne geri gönderir. Ermenek’te ulaşan eniştemiz elindeki kundurayı
aldığı kunduracıya niçin geri getirdiğini anlatır.
Kunduracı
tabi fırsatı değerlendirir. Tokalı kunduranın farkını alır. Tokalı kundurayı
köye getirir. Bu olay köyde duyulur. O günden sonra da ‘Tokalı’ diye lakap
takılır.” [1]
Ah babaannem!
Bilirim senin ne yokluklar yaşadığını, ne çileler çektiğini.
Keşke
öğretmen olarak yaşadığım günlere ulaşsaydın, ben de sana en kralından tokalı
kunduralar alsaydım.
Mekânı cennet olsun babaanne.
15.07.2021 Yukarı
Çağlar
Durmuş Ali ÖZBEK
[1]Hüseyin Balcı, 1963 Yukarı Çağlar doğumlu, ilkokul mezunu,
çiftçi