“Kim bu çılgınlar” diye sordu Albay Ruef, atlıları dürbünle izlerken.
“Kazmacı Türkler, Albayım. Kalenin duvarını yıkanlar. Sanki yediklerini sindirmek için gezintiye çıkmışlar. Gördüğünüz gibi onları hiçbir şey durduramaz.”
“Henüz çok gençtiler ve bir gemiye bindirilip savaşa gönderildiler. Ne savaşmayı biliyorlardı ne de gittikleri yeri. Osmanlı toprakları üzerinde oynanan büyük oyunun birer piyonuydular sadece, Fransadan, Cezayirden, İngiltereden, Hindistandan, Avustralyadan gelen bu genç çocuklar.
Türkler vatanları uğruna savaşıyorlardı, peki ya onlar? 1915 yılında ayak bastıkları Çanakkalenin daracık sahillerinde on binlerce ölü bıraktılar arkalarında. Ve dirençlerini kıramadıkları Türkler karşısında yenilgiye uğramış, başları önlerinde giderken onlarca soru vardı kafalarında... “
Çanakkale Savaşı karşı cepheden genç bir Fransız askeri Pierre Miguel ‘in Çanakkale Çocukları adlı eserinde bu şekilde anlatılıyor.
Akif in “ Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela” diye nitelediği güruh nerde, niçin, nasıl, neden, savaştığını bilmeden geldiği bu topraklarda destansı direnişin destansı olguları karşısında işte böyle afallamış ve hala onun ezikliğini üzerinden atamamış olmalı ki hala kendi kendilerini sorgulamaktadırlar.
Çanakkale hakkında çok şey söylendi, yazıldı, çizildi. Bu yadsınamayacak kadar çoktur. Ben sadece bu savaşı destanlaştıran bir ruh yapısına örnek vermek istiyorum. Kısmet te varmış geçen yıl Çanakkale yi Gelibolu’yu gezme imkânımız oldu. Her Türk gencinin gidip gezmesi ve iyi etüt etmesi gerektiğini özellikle vurgulamak isterim. Çünkü Esaretin zincirinin kırıldığı noktadır Çanakkale. Gelibolu nun neredeyse tamamı şehitlik abideleri ile dolu, her şehitliği ayrı ayrı ziyaret etmek isteseniz üç günde ancak gezersiniz. En çok etkilendiğim ve duygulandığım yer siperler oldu. Neyse Çanakkale savaşı başlamadan önce yaşanan bir anekdotu paylaşmak isterim.
Çanakkale şehidinin torunundan dinledim bir kanalda.
“Dedemle nenem aynı bakkalı işletirlerdi. Dedem pehlivan görünümlü savaş sanatından iyi anlayan nüktedan ve kuru fasulyeyi çok seven bir gazi idi. Çok savaşlar görmüş biriydi. Çanakkale Savaşları henüz başlamamıştı. Neneme bir gün :
—Hanım bugün eve erken gitsen de bir kuru fasulye pişirsen dedi.
Nenem gittikten sonra bir zabit geldi ve dedeme:
—Hasan onbaşı! Komutanım acilen seni çağırır Çanakkale’ye gideceksin.
Dedemin yüzünde en ufak bir tedirginlik belirmeden:
—Selam söyle komutana evden eşyalarımı alıp geliyorum.
—Hayır, komutanım hemen gelsin diyen zabitle dedem gitti.
Nenem sofrayı hazırladı dedemin tasını her zamanki yerine koydu. Bir saat, iki saat, beş saat dedem yok. Bir gün, bir hafta, beş hafta dedemden yine haber yok. Aylarca dedemden haber olmadı; ama sofraya dedemin tası her öğün kondu ve kalktı, sanki gelecekmiş gibi.Bu hal yıllarca devam etti. Dedem bir daha dönmedi diğerleri gibi. Ölüm döşeğinde nenemin son sözü şu oldu:
-Yavrum dedenizin tasını sakın ola sofradan eksik etmeyin.”
Çanakkale’yi Çanakkale yapan ruh o tasta ve o vefada yatıyor. Bunun üzerine bir şey söylemeye gerek var mı? Acaba. Böyle bir millete Cenab-ı Allah nusretini vermezde kime verir. “ Çanakkale Savaşında askerlerle savaşan yeşil sarıklı melekler, Kıbrıs harbinde tatile mi çıktı? “ diye bayraklaşan destanımızı küçümseyen, ulusal basınımızın şarlatanına bu örnek yetmez mi?

( Hangi Yük Daha Ağırdır Esaretin Zincirinden? başlıklı yazı Mehmet Dal tarafından 13.05.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.