Bacaklarını karnına çekip ellerini dizlerine doladı kadın, yanağından aşağı doğru süzülen gözyaşlarını silmeye bile tenezzül etmeyerek. Karşısında beliren siluete aldırmadı, aylardır aşinaydı zaten. Biliyordu beyninin ona oynadığı oyunu. Aynı elmacık kemikleri, ince biçimli dudaklar ve o kaybolma telaşındaki gamzeler…
“Sevdin mi gerçekten, benim seni sevdiğim gibi ?” diye mırıldandı cevap alamayacağını bile bile. Dudak kıvrımlarına dolan tuzlu sulara aldırmadan devam etti “Kalp atışlarını duyuyorum, parmaklarını parmaklarıma dolamasan da, kokunu içime çekecek kadar yakın olmasam da… Dokunmadan, hissetmeden seviyorum seni. Bayramlarda babaannemin avucuma sıkıştırdığı kâğıt paradan aldığım hazzı alır gibi, ağzımda yavaş yavaş eriyen, dağılan akide şekerinin içindeki fındığa ulaşır gibi…”
Geçmiş, hiç geçmemiş gibi yakıyordu canını hala. Zaman sadece erteletiyordu, azaltmıyordu içindeki acıları. Kızgınlığını, kırgınlığını “bitsin” dediği anda hissettiği çaresizliğin dayanılmaz acısı hala göğsünün ortasında alev alev yanıyordu. Oysa birbirlerini tamamlayacak iki yap-boz parçası gibilerdi. Biri sağ tarafın biri sol. Zıtlardı, hem de çok. Biri konuşmaya başlayınca diğeri susar, biri susunca diğeri başlardı konuşmaya ama zaten her zıtlık birbirini tamamlamaz mıydı? Böyle değil miydi hayatın şartı? Gülmek, ağlamak için, doğum, ölüm için vardı. Zıtlığın iki tarifsiz örneğiydiler tamamlanabilecek. Bitmesi anlamsızdı, saçmaydı, gereksizdi. Yine de kaçamazdı ki insan, sonlardan. Yarım kalmış bir hikâye gibi, gelişme bölümünde tıkandı yazar…
Dirseklerini dizlerine dayayıp, başını ellerinin arasına aldı. Düşündü taşındı, kararını verdi. Vazgeçmekten korkar gibi hızlıca doğruldu. Gidecekti. Nereye olduğunu bilmiyordu. Hani insan gitmek için gider ya bazen. İstikametini, biletinin üzerinde yazan şehri/ülkeyi bilmeden. Sırf uzaklaşmak için. Otogarda bir elinde valizi diğer elinde bileti tutma arzusu. Kendini kaybetme, kendini boş verip yine de kendiyle olma arzusu, kaçar gibi alelacele valiz hazırlama arzusu. Oysa bilir insan, ne kadar uzağa giderse gitsin kaçtığı kalbinin etrafındaki dört duvardan başkası değil. Kendi içi hep onunla. Her daim yanında, ne olursa olsun. Ne kadar da sadık.(!)
Gidemedi kadın. Yaşadıklarından kaçamayacağını, her an onunla geleceğini anladı. Geçmişini geride bırakıp, yeniden başlamayı göze alamadı. Balkon kapısını açtı, dışarıdaki is kokusu boğazını yaktı. Umursamadı. Terliklerini giydi. Balkonun ucuna gelince durdu. Aşağı baktı. Caddeden geçen insanları ve o insanların hayatlarını düşündü. Annesinin elinden kurtulmaya çalışan küçük kız çocuğuna takıldı gözleri. Karnına dokundu, gözleri doldu. Hayallerini düşündü, gerçekleştiremediği, gerçekleştiremeyeceği hayallerini…
Aynanın karşısına geçti genç adam. Kendi gözbebeklerinde aradı kendini, bulamadı. Çökmüş gözlerine, son dört ay içinde verdiği kilolar yüzünden iyice ortaya çıkan elmacık kemiklerine dokundu. Yavaşça dudaklarına kaydı parmakları. Anılar geçti gözünün önünden. Parmak uçları ateşe dokunur gibi oldu, yüreği yandı, sözcükler dizildi boğazına. Zorlukla yutkunarak ; “Gitmek, kalmaktan daha zormuş, hele giderken kalbini emanet bırakmışsa insan bir yabancıya…” dedi. Yutkunamadı, hıçkırıklar düğümlendi boğazında. Öfke bulutu bastı içini. Sitem, isyan, aşk, nefret, çaresizlik… Acıyı da hissetti o an. Elinden, yerdeki kırık ayna parçalarına damlayan kanı gördü. Kendini de gördü, üzerine kan damlamadan. Kafasını kaldırıp parçalanmış aynaya baktı. Sadece ayna değil kendi de parçalanmıştı. Yere eğildi, kanayan eline rağmen ayna parçalarını toplamaya başladı. Yere dağılan cam parçalarını toplarken düşündü, cam parçalarını toplamaktan daha zordu insanın kendini toplaması, zaman alırdı…
İnsan kaç parçaya ayrıldığını bilmediğinden, ne zaman tam anlamıyla tekrar bir bütün haline geleceğini de kavrayamıyordu. Hep eksik, hep yarım kalıyordu. Genç adam biliyordu, hiç bir zaman tamamlanamayacak parçalara sahipti. Gitmeyi düşündü. Hem de ciddi ciddi düşündü bunu. Yerdeki kırık parçalara basmamaya özen göstererek yatak odasına doğru yürümeye başladı. Gardırobun önüne gelince durdu.”Nereye gidecekti ?” şaşırdı, hiç düşünmemişti bu soruyu. Ne yapacağını unuttu, mekân kavramı anlamını yitirdi. O an anladı. Gidemezdi, bu şehri bırakıp, anılarına sırtını dönüp gidemezdi. Bu intihar olurdu. Sadakatsizlik olurdu geçmişe. Yapamadı, yatağa sırt üstü uzanıp gözlerini tavana dikti. Yanlışlarını düşündü, yaşantılarını didik didik gözden geçirerek…
Bir yanda hatalarıyla yüzleşen adam, diğer yanda acısıyla yanan kadın. Aralarında yüzlerce kilometre ama yürekleri bir adımdan daha yakın… Ne adam göze alabiliyor gitmeyi, ne de kadın. Kalmak, gitmekten farklı değil, biliyorlar. Baktıkları noktalar değişiyor, ama gördükleri anılar hala aynı. İkisi de yatağa yattıklarında sıkı sıkı sarılıyorlar yorgana; birbirlerine sarılır gibi…