3
Ocak MIM Pazar
Sabahtan beri, bir can
sıkıntısı, içi tıka basa belirsizliklerle dolu bir boşluk yaşıyorum. “Sabahtan
beri” sözün gelişi.Yine geç kalkmaya başladım son günlerde. Yine/yenik düşmeden
uykuya/geç yatmaya başladığım gibi.
Uyandığımda, saat on bir’i çoktan geçmişti. İlk iş kafein dolum tesislerinde
kimyasal hasrete uzanan bir el. Kahve makinesinde Neskafe hazırlana dursun,
kapının eşiğindeki gazeteye kısa bir yolculuk. İçgüdüsel kontrol mekanizması
tam da zamanında çalışıyor. Gazetenin ekleri tamam gibi.!
Yine, açıldığı gibi kapanan cümle kapısı. Yine, inildiği gibi çıkılan otuz
sekiz basamak mermer merdiven. Benimki bir tahmin.Acaba ! gerçekten otuz sekiz
mi? Belki/hiç saymadım ki/bir gün sayarım. Sessizliği bozan o en sevdiğim, en
bana özel olan fokurtu kahvemin hazır oluşunu muştuluyor. Fincan alınıyor,
mutfak setine yumuşak iniş.Bir önceki ile tıpa-tıp aynı karıştırma faslı
tamamlanıyor. Gün uyanıyor.
Çalışma odamdaki masa, akşamdan kalma bir karışıklık esareti içinde. Küllükte
umarsızca duran birkaç izmarit. Paketten çekilen bir yeni esir adayı. Çakan
çakmağın sessizliği bozan sesi. Kahrolası alışkanlıklardan yalnızca bir tanesi.
Gittikçe alışıyorum galiba her şeye. Bir tek kendime alışamamak…..Her
neyse…!Gazetemi okumaya başlıyorum. Eğer okumak, salt hızlı bakışlarla
lekeli bir düzlemi geçmekse ? …….İşte, yine hareket etti düşün ‘düşün’ katarı.
Hiç bana sormadan/umursamadan/zig-zaglar çiziyor beynimin en ıssız
koridorlarında. En kötüsü, duracak bir istasyonu olmayışı. Yeşil, sarı,mavi
sorular geçiyor hızla. Sonra, gri, daha gri ve siyah yanıtlar. Neredesin
ey…unutkanlık ?….Neden bedenim yaşlanırken/ki, yaşlanıyor/ duygularım
yaşlanmıyor ?….Hep böyle mi olacak ?…..Hep korkacak mıyım yaşamın anlamını /hiç
de istemeden /sezmekten…..?
-“Zırrrr..” Bu zır-deli nin zır’ı değil. Telefonun sesi. Açıyorum. Bir ohh… çekiyorum
içsel. Neyse ki, artık hiç sevmediğim eski / ‘eks’ mi demeliyim yoksa?
/sevgililerimden biri değil. Aç parantez ( bir şükran daha borçlandım galiba )
kapa parantez.
Dünyanın en karamsar insanı acaba kim ? Ben miyim….yoksa Begüm mü ?..…İşte
çözümsüz bir problem, yanıtı imkansız bir soru. Galiba, bunu hiç öğrenemeden
ölüp gideceğim. Belki sen öğrenirsin bir gün sevgili kuzenim. Begüm, tıpa-tıp
benzemese de, işte biraz öyle, tıpkı benim gibi bir ‘Huzur kaşifi’ arkadaşı
için aramış.
Efendim… Şimdi bu “Huzur Kaşifi” tanımlamasının ne menem bir şey olduğunu işin
yoksa düşün dur. İşin yoksa düş yollara da “Huzur Kaşifi” bir ben ara dur. Ya
da, yine düş yollara ve tıpa-tıp bana benzemese de,/işte biraz öyle/aynı benim
gibi yolcunun ! tinsel ve biçimsel varlığını düşle dur.
Her adımda bir ben gider benden
İçimde bir çember döner durur
Her solukta bir ben gelir bana
Dışımda bir dünya ki, ….kurulur
Şimdi kaçmanın zamanı diye düşünüyorum. Yakın bir yere kaçsam, çok çabuk
yakalarım kendimi. Galiba en iyisi biraz uzaklaşmak. Kaçanın da, kovalayanın da
amacını unutabileceği bir yere yelken açmak. Bir bulut olup, dağa çarpmak gibi.
Bir nehir olup, denize ulaşmak gibi. Belki de saçmalıyorum. Kendi kuyruğunu
kovalayan bir kedi gibi….!
* * *
Anımsıyorum. Yazlık sinemalar vardı çocukluğumda. Her mahallede en az bir
yazlık sinema. Genellikle boş bir arsa üzerine kurulurdu. Hani, bir adı da
‘Beyaz perde’dir ya sinemanın. Ama yazlık sinemada beyaz duvar olurdu. Briket
tuğlasından bir duvar örülür, sıva yapılıp kireçle beyaza boyanırdı. Sonra
bahçenin karşı tarafına iki katlı bir bina yapılır, üst kat makine dairesi, alt
kat ta ise hem satış deposu, hem de bilet gişesi bulunurdu. O zamanlar daha
plastik sandalyeler üretilmiyordu. Eski zaman kahvehanelerinde kullanılan tahta
sandalyeleri yan yana dizip, arkalarından uzun latalarla birleştirerek oturma
bölümleri oluşturulurdu. Bahçenin etrafı ise, ya tahta perde ya da branda ile
örtülürdü. Yine de beleşçiler olurdu. Ya aralıklardan ya da çevredeki evlerin
balkonlarından izlenirdi filmler.
Henüz televizyonla tanışmamış olduğumuzdan, çokluk evlerde radyo ya kulak
kabartılır veya akraba/komşu ziyaretlerine gidilirdi.
“Radyo Tiyatrosu”, ”Arkası yarın”lar hiç kaçırılmazdı. Misafirliklerde ise,
“Sosyal insan” olmanın ne demek /çünkü doğal olan oydu/ olduğunu bilmeden,
sosyalleşip dururduk. Bu minval üzere akıp giderken hayat, Arada bir, akşam
yemeği telaşı erken başlardı. Yerler numaralı olmasa da, baba eve gelirken
biletleri almış olurdu. Akşama sinemaya gidileceği yıldırım hızıyla duyulurdu.
Hane halkı yemeğini hızla yer, özenle giyinirdi. Kapıda seyyar yemişçiler sıra
sıra dizilirdi. Gazete kağıdından külahlara /küçüklere küçük külah, büyüklere
büyük külah / çekirdekleri çay bardağı ölçekleri ile doldururdu satıcılar.
Adını bahçenin kenarlarındaki ağaçlardan alan ”Akasya Sineması”nın girişinde
camekanlı bir afiş dolabı vardı. Başroldeki oyuncuların yarım boy artistik
resimleri süslerdi afişleri. “Esas Çocuğun ve Esas Kız”ın gülümseyen
resimlerine iç geçirerek bakardı gerçek! Kızlar ve gerçek Çocuklar. Orta
sıralarda yer bulup yerleştikten sonra, artık heyecanla filmin başlaması
beklenirdi. Tabii bu arada bir önce izlenen filmin heyecanlı ve romantik
sahneleri hararetli bir biçimde tartışılırdı.
Bahçedeki direklerin arasına gerili tellerden sallanan ampuller sönüp de film
başladığında, ön sıralarda oturan bekar gençler ve çocuklar coşkulu bir alkış
tuttururdu. Eğer biraz arkalardan yer bulmak zorunda kaldıysanız, filmin
seslerine makinenin sesi karışırdı.
“ON DAKİKA ARA” yazısı perdede belirdikten sonra, daha makine durmadan ışıklar
yanardı. Derken bir koşuşturma başlardı. Tuvalete gidenler sıra kapabilmek için
hızla arka tarafa doğru hareket ederken, sinemanın satıcıları da elleri ile
başlarının üzerinde tuttukları tepsileri ile ön tarafa doğru hamle ederdi. Bir
yandan kalabalığa göz gezdirir, bir yandan da
-“Haydi …’FRİGO’ , haydi…‘GAZOZ’” diye bağırırlardı.
Tabii….çocuklar da annelerine, babalarına,
-“Gazoz istiyorum, noo’lur…” diye yalvarırdı.
İkinci yarı da bitip, perdede “THE END” , “FIN” yada “SON” yazdıktan sonra,
kalabalık çıkışa yönelir, Bahçe yavaş yavaş ıssız- laşırdı. Geriye, yerlere
atılmış çekirdek kabukları, sandalyelerin altına bırakılmış boş gazoz şişeleri
ve bir de bu hengamenin arasında dolaşan kediler kalırdı.Mahallenin çocukları
sinema dönüşü ya birer “Alain Delon” olurlardı ya da “Brigitte Bardot”. Hepsi,
düş sepetleri dolu evlerinin yolunu tutardı.
Bilseniz ne keyifli zamanlardı. Her yaşın ayrı bir coşkusu vardı. Herkesin neşe
ile dolu zamanları vardı. Gerçekleşeceğine mutlak gözü ile bakılan özlemleri,
umutları vardı. Ara sıra yaşanan sıkıntılar,dertler o kadar çabuk biterdi ki,
sanki hiç yaşanmamışçasına unutulur giderdi. Saygının , sevginin kendi
doğallığı içerisinde hiç eksik olmadığı bir yaşamdı. Ne kuşaklar arası çatışma
bilinirdi, ne de sosyal çatışmalar, gerginlikler. Ekonomik sıkıntılar, bireyler
arası çıkar ilişkileri, ön yargılı endişe nöbetleri daha icat olunmamıştı
belki. Belki de farkına varılmazdı. Huzur hakimdi de…..
* * *
Dedim ya…..Nereye kaçsam çok çabuk yakalarım kendimi. İşte, yine döndük ‘kürkçü
dükkanı’na. ‘Huzur’..deyince, huzur arayan arkadaşa döndük.Ama bu arada
‘Nescafe’m soğumuş, penceremden giren güneş odamı ısıtmaya başlamış. Şöyle…bir
hızlı bakış çevreye.Masamın dağınıklığı hala eski yerinde. Geceden yazılan
küçük küçük notlar dört gözle bekliyorlar ilgi göstermemi. Kasetler yerlerine
konacak, raftaki yerlerini alacak. Haa…bir de unutmayalım, çiçekler sulanacak.
Begüm…gözün aydın.! Perme perişan edip bakamadığın ve çöpe atmak yerine bana
kakaladığın ‘Yuka’ lar canlandı. Her ne kadar yapraklarının uçlarını kesmek
zorunda kalsam da, oldukça iyi durum- dalar. İşte…yine içimdeki o can sıkıntısı
senfonisinin sesini duymaya başladım. En iyisi geç olmadan /neye geç?/ çıkıp
biraz dolaşmalı. Belki yine tanımadığım birkaç kişiye selam verip, sonra
gizlice gözlemlerim dönüp dönüp bana bakıp bakmadıklarını.
Açıklamaya çalışayım…. Ben biraz tuhaf bir adamım. Kendini “normal” sayan
insanlardan farklı şeyler yaparım.! Mesela bu ‘selam’ meselesi. Caddede
yürüyorum. Kafamın içinde iri-kıyım ya da kıymık kıymık düşünceler. Bir an
gelir, sigorta atıverir. Tabii, mesai paydos. Düşünceler hoop diye hiç
bilmediğim bir yere zıplar gider. Öylece kalakalırım. Ne yapayım…..ben de boş
duracak değilim ya, başlarım gelen geçene selam vermeye. Ama bakın, öyle
herkese değil. Bu konuda seçiciyimdir.
Geçen gün, yine böyle bir anda /ki, ‘böyle anlar’ ım son günlerde çoğalmaya
başladı / asık suratlı bir çifte selam verdim. Birkaç adım sonra kaldırımın
kenarına eğilip, güya ayakkabılarımı düzeltiyorum. Çaktırmadan da onları
gözlüyorum. Önce adam döndü baktı. Kadına bir şeyler söyledikten sonra kadın da
başını çevirdi. Bu böylece birkaç kez tekrarlandı. Artık uzaklaşıyorlar ve ben
de onları göremiyordum. Hani derler ya…”Şeytan dürttü”. Aynen öyle oldu.
Yavaşça doğrulup karşı kaldırıma geçtim. Park etmiş arabaların arkasına siper
alarak onları takibe başladım.
Benimle karşılaştıkları ve hiç tanımadıkları benden selam alana dek uzun süre
hiç konuşmadıklarına o kadar emindim ki, olacakları izlemeye karar vermiştim.
Yürüyüş hızları ne bir yere yetişecekmiş gibi hızlı, ne de gezinti yapar gibi
yavaştı. Fakat bir şey oldu. İyice yavaşladılar. Önce sakin bir biçimde, sonra
tartışır gibi daha hararetli bir biçimde konuşmaya başladılar. Arada bir
duraklayıp, sanki beni yeniden görebileceklermiş gibi geldikleri yöne
bakıyorlardı. Ben takibe devam ediyordum. Artık nerede olduğumuzu, nereye doğru
gittiğimizi unutmuş, bütün dikkatimi onların davranışlarına vermiştim.
Tahminen aradan yarım saat geçmişti. Birden onların bir pasaj’a girdiklerini,
kentin oldukça kalabalık bir alış-veriş merkezinde olduğumuzu fark ettim. Eğer
peşlerinden gidersem, karşılaşma ihtimali olabilirdi. Tabii…bu durumu açıklamam
imkansızdı. Ne diyebilirdim? -“Yanılıyorsunuz, neden sizi izleyeyim ki, bu bir
tesadüf”desem inandırıcı olamazdım. Onlar “Normal insanlar” dan oldukları için
gerçeği söylemeye çalışmam da aynı sonucu verirdi. Zaten yeteri kadar kuşku
yaratmamış mıydım ? Evet , gerçekten kuşkulu bir durum olacaktı. Ne yapalım bu
günlük de bu kadar olsun. Biz yine sevgili kuzenim Begüm’ün huzur kaşifi
arkadaşı meselesine dönelim. Ama isterseniz bu konuyu daha sonra konuşuruz.
Şimdi bıraktığım yerden işe koyulup Şehri-İstanbul’a selam dağıtmam ve biraz
huzur bulmam gerekiyor. Haa…bu arada. Selamlar…efendim. Selamlar.
3 Ocak ( 1999 ) Pazar
(
Tuhaf Bir Günce başlıklı yazı
Ali SEL tarafından
12.08.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.