“BEN OLAN BEN”LE KONUŞUN

            Her yeni söz, söylenmiş eski sözlerin yıkımı üzerinde kuruluyor edepsiz edebi metinlerin methiyelerinde. Ses birliklerinin ahenginde sarhoş olmuş kalemşorlar kendilerini veya kendi söz ordularını anlatıp yeni bir ahenk yaratacaklarına eskiye veya çağdaşı olan rakiplerine çamur harcından taş atmaları çok acınacak bir durumdur.

            Bütün edebi akımların kuruluş felsefelerinde bu cırtlak senfoniye şahit oluyoruz. Aklı kendilerine rehber eden klasizmin silahşorları, duygular âlemindeki yapılara ve değerlere kalemleriyle kurşun sıkmaları; romantizmin silahşorları, kendilerine akıl çöplüğünden ev yapmaları; realizmin silahşorları, romantik delikanlılardan aklın öcünü almaları medeniyetten uzak bir bedevi kabilesinin kan davasından acaba ne farkı olabilir?

            Yazarlar dünyasında da bunu görebiliyoruz. Ve bu dünyada olan acımasız savaşın en acı olayı Yusuf Atılgan ile Oğuz Atay arasında olmuştur bana göre. Bu olay aklıma her geldikçe kötü oluyorum: Oğuz Atay; Tutunamayanlar romanını değerlendirmek ve bir iki söz söylemek için Yusuf Atılgan’a gönderiyor. Ama ne yazık ki karşı taraftan yorum veya değerlendirme babında bir çift söz gelmiyor “Tutunamayanlar”ın babasına. Oğuz Atay ölüm döşeğindeyken etrafındaki kişilere; gelmeyen sözler için birkaç söz söylemiş. Ben de bu duruma düşmemek içi yazar arkadaşım Atilla Can Beyefendinin bana okumam için verdiğin ilk göz ağrısı Dört Mevsim Kar adlı romanını şuan zevkle okuyorum ve en yakın zamanda değerli arkadaşıma bir değerlendirme yazısı yazacağım.       

            Dinlerin varlığını Allah’tan değil de nefislerinden bekleyenlerin savaşına şahit oluyorum. “Varlık”ı maneviyatın arka sokağındaki maddiyat çöplüğünde arayanlar, inançsal mertebelerini kölelerin yaralı sırtlarında kurarlar. Din adamı olmak için can atanlar kendilerine taban oluşturmak için karşı dine saldırmaları, içinde oldukları yapıya değil kendi iradesiz gözlerinde kendilerine fayda sağlar. Bazen bu din adamları kendi âlemlerinin dışında olan çevreleri bırakıp kendi âleminde nefes alan bireylerin havasını kesebilir. Ve kestiğini bugün tüm çıplaklığıyla görebiliyorum. Bu gün bu nefes cellâtları; dini, pazarlarda bir pazarcı kıvamında az bir para karşılığında satıyorlar.   

            Bütün bu kelimeler hengâmesinden çıkmak için eve doğru –O sessiz beni ben olarak gören evime doğru- yol alıyorum. Adına kalabalık dedikleri bir grubun sistemi içine düşüyorum. Ve bu sistemde kendimden uzaklaşıyorum. Uzaklaşmıyorum itici bir güç tarafından uzaklaştırılıyorum. Bu uzaklaştırılma sistemli bir şekilde oluyor. Bu sistem o kadar pürüzsüz işleniyor ki bireyi bireyin görünürdeki mantığıyla bireyi bireyden uzaklaştırıyor.

            Kaldırımda, kaldırım taşlarını sayarak yürüyorum. Benim “ben”ime ipotek olan “ben”lerden uzaklaşmak için bu saymayı kutsal bir vazife edasıyla yapıyorum. Bu sayma, bana bağrını açmış evime kadar sürecek. Bazen bu matematik egzersizi öyle bir seviyeye ulaşır ki kendimdeki ardışık sistemin sihrine inanansım gelmiyor değil.

            Kaldırımları işgal eden ve kaldırımları edebi şiirden mahrum bırakan koca bilbordlar kaldırımlarla arama bir eşkıya gibi giriyor birden. Bütün ruhsal sistemimi maddiyat ve basitlik üzerinden yıkan bu koca eşkıyalardan oldum olası nefret etmişimdir. Bu kara levhalarda egzistansiyalistlerin (Varoluşçular) tertemiz çerçevesini hatırlıyorum sebepsiz nedenlerden. Nedensiz düşünüyorum. Zıtlıklardan nedensiz zevkler alıyorum. Birden aklıma masum bir bebeğin ilk çığlığı geliyor.

            Kalabalıklardan; “kala balık”lardan uzaklaşmak istiyorum. Balık olmak istiyorum hiçbir şey hatırlamama özgürlüğüyle. Dedikoduya yem olacak hiçbir şey bırakmak istemiyorum. Ve ellerimi; göklerin, yerin ve her tarafın rabbine açıyorum: Herkesi balık yap ne olursun… Herhalde çok şey istemiş olmam. Olursam şayet her şeye sahip olan Kudret makamının sahibinin kızmayacağından eminim. 

            Kaldırım taşlarımı işgal eden kahvehanenin önündeyim. İçeride büyük bir bilim erbabının sanat eserleri iştiyaklı bir şekilde sergileniyor. Sergideki huşu herkesin yüzüne sirayet etmiş. İçerideki büyük huşu ile aramda olan cam; üzerindeki yazısıyla beni kendime getiriyor kısa bir süreliğine: Eğitimciler Kıraathanesi. Bu tamlama beni balık dünyasından uzaklaştırdığı için onu hiç affetmeyeceğim. İçerideki sergiden sıkılan ve temiz hava eşliğinde bir iki söz söyleme sevdası çekenler Kıraathanenin dışında kaldırımların belinde kendileri öte olan kurum, kuruluş, olay ve kişilerin dedikodusunu yaparak rahatlayan eğitimcilerin maharetlerini balıktan öte zihnime kaydediyorum. Kaldırım cellâtlarının kendi cellâtları olmalarını izliyorum. Gözümün önündeki betimleme, balıktan aforoz aklıma Bertolt Brecht’in şu dizeleri getiriyor:

            “Savaş istiyoruz!”

            En önce vuruldu

            bunu yazan

 

Terk ediyorum arkama bakmadan bu eğitimciler sergisini.

Terk ediyorum arkama bakmadan “ben”e sen demeyen “ben”leri.

Terk ediyorum arkama bakmadan “ben”inden öte “ben”leri köleleştirenleri.

Terk ediyorum arkama bakmadan “ben”e bencillik duygusuyla yaklaşanları.

Ve tekrar balık âleminde bir fert olma mutluluğunun en yüksek doruklarında özgürlük şarkısını duyuyorum. 

( “Ben Olan Ben”le Konuşun başlıklı yazı ahmet--isozu tarafından 30.11.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.