Zamanın behrinde RTÜK’ün düzenlediği bir eğitim semineri kapsamında Kayseri’ye gelen Ertuğrul Mavioğlu’na İstanbul’dan yerel basının nasıl göründüğünü sormuştum. Aldığım yanıt; “Görünmüyor ki” oldu.
Zavallı kalbim çok mu kırılmıştı? Hayır hiç de kırılmadı. Bildiğim gerçekleri özetledi Mavioğlu çünkü. Ben zaten o gerçekleri kabullenmişim yani.
Yerelde gazeteci olmak, sarayda Harem ağası olmakla eşdeğer. Hangi filmdi tam olarak hatırlamıyorum ama sanırım Harem filminde bir sahne vardı. Harem ağasının birinin şu sözü beynime kazınmış: “İçinde bir şey var, onu yok edemiyorlar ama o şey bir noktaya geliyor, geliyor ve dışarı çıkamıyor. Hiçbir zaman sonunu hissedemiyorsun.” Bu anlama gelen bir sözdü, tam olarak böyle olmasa da. Harem ağası nasıl hadımlığını kabullenmişse biz yereldekilerin de böyle bir kabullenmişliği var, ‘kabullenmişim yani’den kastım bu.
Her ne kadar zaman zaman çatlak sesler çıksa da, ‘Basın İstanbul tekelinde’ diye ya da çoğunlukla akademisyenler ve çok tanınan gazeteciler, “Yerel basın demokrasiler için çok önemlidir” gibi laf-ı güzaflarda bulunsalar da gerçeğin hiçbir zaman değişmeyeceğini biliriz biz Harem ağaları, nitekim söyleyenler de bir o kadar farkındadır bu gerçeğin. Ki o çok ünlü gazetecilerin bu sözü söyleme edalarında, hafif bir acıma, ‘aman siz de üzülmeyin’ tonunda bir ses vardır hissettiğimiz. Ne onu söyleyenler tekel olan İstanbul medyasının değişmesi için bir şey yapacaklardır, buna güçleri olsa da, ne de o akademisyenler yerel basını çok önemseyen sözler söylese de, öğrencilerini tekel dedikleri İstanbul basınına göndermekten geri durmayacaktır. Nitekim İstanbul’da herhangi bir kurumda örneğin muhabir olmak bile, yerelde herhangi bir kurumda bölge müdürü olmaya eşdeğerdir. Ve o muhabir birkaç yıl sonra diplomasını almaya geldiğinde o akademisyenin odasında beylerbeyi kıvamında ağırlanır, bir derse girip öğrencilerle tecrübelerini paylaşması için kendisine ısrar edilir. Arkasından da “Ya bizim öğrenci işte, şimdi…” diye başlayan sözler sarf edilir. Yerelde yönetici olmuş ‘bizim öğrenci’ ise hep ‘bizim öğrenci’ olarak kalır.
Yerelde de çok kıymetli ‘gasteciler’ yok değildir. Onlar geçmişte son filmleriyle, flaşları olmadan örneğin Deniz Gezmiş’in yakalandığı anı fotoğraflayıp akşam baskısı için türlü zorluklarla kan, revan, ter, tükürük içinde Ankara’daki merkez büroya yetiştirebilmişlerdir. Ya da kanlı Sivas-Kayseri maçında çektiği fotoğraflardan dolayı ödül almışlardır. Yahut Cumhuriyet’in ilk yıllarından bu yana çıkmaya devam eden, halihazırda kapalı devre olsa da, 7 gazeteden biri olabilmenin mirasını gururla taşıyorlardır, nitekim onlar geçmişte Yaşar Kemal gibi yazarların köşe yazdığı gazetenin sahipleridirler. Ama hepsinin dudağının ucunda mutlaka, dumanı inceden inceye tüten bir, “Zamanında İstanbul’a gitmedik. Bakma sen, orada olanlar bizden daha yetenekli değil. Adam gitti bilmem kaç yılda bilmem hangi gastenin haber müdürü oldu. Biz de…” diye başlayan bir hayıflanış mı dersiniz artık, serzeniş mi, pişmanlık mı, ne diye tanımlarsanız ondan vardır.
Yerel gasteciler bu hadım edilmişlik durumlarını, o şehirde bir ulusal program olduğunda daha da bir acı hissederler. Yan tarafta çekim yapan pazuları tişörtten fışkırmış kameramana yan gözle bakar çaktırmadan yerel gasteci. Daha da birlik olunur ‘İstanbullu’nun yanında, normalde çok da muhabbeti olunmayan yereldeki diğer gasteci arkadaşlar hemencecik bizden oluverir. İstanbul’dan gelmiş muhabirin tavırları çaktırmadan izlenir, bir yanlış yapmaya görsün sunum esnasında, dört köşe olunur, “Güya İstanbullu şuna da bak.” der bir iç ses.
Bazen İstanbullu gasteciyle karşılaşmaya da gerek yoktur aslında hadım edilmişlik duygusunun nasıl gün yüzüne çıktığını görmek için. Uyduya çıkmış yerel yayın yapan bir televizyonda çalışılıyorsa eğer, “Biz ulusal televizyonuz” derken çenenin hafifçe yukarı kalkmasını net bir şekilde gözlemleyebiliyorsunuz mesela. Herhangi bir gazetenin şehir temsilciliğinde çalışanlar bir araya gelince salon gastecisi olunduğu unutulup, “Ay şu yereldekiler…” diye başlayan çekiştirmeler hiçbir zaman değişmiyor.
Hatta bu hadım edilmişlik duygusunu yaşamak için yerel ama uydu yayını yapan bir televizyonda, yaygın bir gastenin temsilciliğinde bile çalışmaya gerek olmayabilir. Birinin elinde mikrofon, birinin elinde kamera varsa, kameraman hala şehrin şivesinden sıyrılmış olmasa da, mikrofonlu muhabirin dil kıran konuşması çevreden bir hayli ilgi görür. Fark edilmenin dayanılmaz hafifliğidir yaşanan, toplum önünde.
Ve böyle gider bu hikaye… Asırlar geçse de değişmez bana göre. O yüzden İstanbullu ağabeylerim ve ablalarım, biliyoruz yerel gasteciler çok da görünmüyor oradan ama Harem ağaları olmadan da Harem’de düzen kalmazdı zannımca.
Saygılar…