Eğer hikmet olmasaydı, sırlar kapalı kalırdı. Şâyet sırlar açılmasaydı, gönüller irfan ikliminden feyizlenemez; Hazret-i Mevlânâ, Abdülkâdir-i Geylânî, Yûnus Emre, Şâh-ı Nakşibend, Hüdâyî ve emsâli Hak dostları, yani mü’min gönüller için müstesnâ bir istikâmet ve takvâ miyârı olan büyük şahsiyetler yetişmezdi.
Hikmet pınarları, ancak tezkiye olmuş kalpte tecellî eder. Bu itibarla mü’min, hem Allâh’ın hem de Allah Rasûlü (s.a.v.) Efendimiz’in tezkiyesi ve terbiyesi altında, iç âlemini mâsivâdan arındırabildiği, yani tezkiye edebildiği nisbette selîm bir kalbe nâil olur.
İlmin nihâî hedefi de, hikmette derinleşmektir. İlâhî sanatın; “Kur’ân, kâinat ve insan”da sergilediği sonsuz muammâlarını çözmektir. Her zerrede mevcut bulunan, ilâhî kudret ve azamet tecellîlerini idrâk edebilmektir.
Meselâ tıp bilgisi, Allâh’ın vücuda yerleştirdiği muazzam kâidelerle ilgilenir. Botanik de, topraktan biten nebâtâta konulan ilâhî kâideler etrafında faâliyet gösterir. Hikmet ise, bütün ilimlerin iştigâl ettiği kânun ve kâidelerin sahibini tanıyabilmekle meşgul olur. Çünkü ilmin gâyesi, bilgileri zihne istiflemek değil, o bilgilerin ötesindeki sır ve hikmetleri, kalbin idrâk edebilmesidir. Bu da, kalpte nûr-i ilâhînin tecellîsi ile mümkündür.
Allah Teâlâ buyurur:
“(Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.” (el-Bakara, 269)
Hakîkaten, ilim, irfan ve mânevî olgunluk neticesinde kula Rabbi tarafından lûtfedilen hikmet; söz, karar ve davranışlarda isâbet edebilme meziyetini de beraberinde getirir. Müfessir Zemahşerî, Lokman Hakîm’in hikmetlerine bir misâl sadedinde, şu ibretli hâdiseyi nakleder:
Bir gün Dâvud (a.s.), Lokman Hakîm’den bir koyun kesip en iyi yerinden iki parça getirmesini istemişti. LokmanHakîm de ona, kestiği koyunun dilini ve yüreğini getirdi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Dâvud (a.s.), yine Lokman Hakîm’den bir koyun kesip bu defa da hayvanın en kötü yerinden iki parça et getirmesini istedi. LokmanHakîm, yine koyunun dil ve yüreğini getirdi. Hazret-i Dâvud, ona bunun hikmetini sorunca da şöyle dedi:
“–Bu ikisi iyi olursa, bunlardan daha iyisi; kötü olursa da, bunlardan daha kötüsü olmaz!..” (Zemahşerî, Keşşâf, V, 18)
Hakîkaten kalp ve onun tercümanı olan dil, insanın iki cihanda saâdet veya felâketine medâr olan en hayâtî uzuvlardır. Ebedî saâdetin ilk şartı olan îman; dil ile ikrar, kalp ile tasdîk neticesinde hâsıl olur.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de bir hadîs-i şerîflerinde:
“Haberiniz olsun ki, bedende bir et parçası vardır. O iyi olursa bütün beden iyi olur; o bozuk olursa bütün beden bozuk olur. İşte o, kalptir.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Îmân, 39)
Yine Allah Rasûlü (s.a.v.), fazîlet ehli güzîde sahâbîlerinden biri olan Muâz (r.a.)’a mânevî terakkîsi ve ebedî kurtuluşu için, her seferinde; “Bu da kâfî değil ey Muâz!” diyerek, üst üste pek çok emir ve tavsiyelerde bulunmuş, en son olarak da:
“–Sana (saydığım) bütün bu (fazîletli amellerin makbûl olmasının) kendisine bağlı bulunduğu şeyi (meselenin can damarını) bildireyim mi?” buyurmuştur. Muâz (r.a.):
“–Evet, bildir yâ Rasûlâllah!” deyince Peygamber Efendimiz (s.a.v.) dilini tutmuş ve:
“–Dilini koru!” buyurmuştur.
Muâz (r.a.):
“–Biz konuştuklarımızdan da hesâba çekilecek miyiz?” diye sorunca Efendimiz (s.a.v.):
“–Allah iyiliğini versin ey Muâz! İnsanları yüzüstü cehenneme sürükleyen, ancak dillerinin ürettikleridir!” buyurmuştur.2
Bu sebeple, sorumsuzca söz söylemekten titizlikle sakınmak gerekir. Söylenen sözlerin mânâsının nereye çıkacağını çok iyi hesâb etmek îcâb eder. Nitekim diğer hadîs-i şerîflerde de Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Kul, iyice düşünüp taşınmadan bir söz söyleyiverir de bu yüzden cehennemin doğu ile batı arasından daha uzak bir yerine düşer.” (Buhârî, Rikâk, 23)
“Kul, Allâh’ın hoşnud olduğu bir söz söyler, fakat onunla Allâh’ın rızâsını kazanacağı hiç aklına gelmez. Hâlbuki Allah, o söz sebebiyle, kendisine kavuştuğu kıyâmet gününe kadar o kimseden hoşnud olur.
Yine bir kul da Allâh’ın gazabını gerektiren bir söz söyler, fakat o sözün kendisini Allâh’ın gazabına çarptıracağını düşünmez. Oysa Allah, o kimseye o kötü söz sebebiyle, kendisine kavuşacağı kıyâmet gününe kadar gazab eder.” (Tirmizî, Zühd, 12; İbn-i Mâce, Fiten, 12)
Demek ki, his ve fikirlerin menbaı olan kalbe ve onun tercümanı durumundaki dile sahip olmak, son derece ehemmiyetlidir.
İşte bunun gibi sayısız hakîkatlere dikkat çeken Lokman (a.s.)’ın hikmetli sözleri ve bilhassa oğluna yaptığı nasihatleri, Kur’ân-ı Kerîm, hadîs-i şerîfler ve bâzı mûteber kitaplar vesîlesiyle günümüze kadar ulaşmıştır. İşte zâhirî ve bâtınî hekimlerin pîri olan Lokman Hakîm’den, ebedî saâdet reçetesi olan birkaç nasihat:
Lokman (a.s.) buyurur:
“...Ey oğulcuğum! Allâh’a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür.” (Lokman, 13)
[Kâmil bir mü’min, Allâh’ın varlık ve birliğine şeksiz-şüphesiz îmân etmiş kimsedir. Dolayısıyla kâinattaki bütün tasarruflarda Cenâb-ı Hakk’ın yegâne hükümrân olduğunun şuur ve idrâki içinde yaşar. Zira tevhîd inancının ortaklığa tahammülü yoktur.
En büyük zulüm olan şirk, kulu ebedî olarak cehenneme dûçâr eder. Şirk koşmak, inkâr etmek veya münâfıklık yapmakla kul, Rabbine ve tevhîd ehline hiçbir zarar veremez. Fakat kendisini ebedî azâba müstahak ettiği için, nefsine en ağır şekilde zulmetmiş olur. Bu hakîkat, âyet-i kerîmelerde şöyle ifâde buyrulur:
“İnsanlardan bâzıları da vardır ki, inanmadıkları hâlde; «Allâh’a ve âhiret gününe inandık.» derler. Onlar (kendi akıllarınca) güyâ Allâh’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki onlar, ancak kendilerini aldatırlar da bunun farkında değildirler.” (el-Bakara, 8-9)
“Şüphesiz ki Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez, fakat insanlar, kendi nefislerine zulmederler.” (Yûnus, 44)
Öte yandan, ibadet ve sâlih amellerde Allah rızâsından başka gâyeler taşımak ve ihlâsı yok eden riyâ ve gösterişe kaçmak da gizli şirke düşmek demektir. Yapılan amellere fânîleri veya nefsânî menfaatleri ortak etmek, o amellerin boşa çıkmasına sebebiyet verir.
Allah Teâlâ bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurur:
“Ben, ortak koşulmaya en ihtiyaçsız olanım. Kim bir amel işler de bu amelde Bana başkasını ortak koşarsa, o kimseyi koştuğu ortakla başbaşa bırakırım.” (Müslim, Zühd, 46)
Allah Rasûlü (s.a.v.) de ashâbına:
“Dikkat ediniz; hakkınızda Deccâl’den daha çok korktuğum şeyin ne olduğunu söyleyeyim mi?” diye sormuştu.
Sahâbîler:
“–Buyur yâ Rasûlâllah!” dediler.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“–Korktuğum bu şey, gizli şirktir. Meselâ namaza duran birini düşününüz. Bu kimse bir başkası tarafından gözetlendiğini fark ettiği için namazını özenerek kılıyor.” (İbn-i Mâce, Zühd, 21)
Demek ki Cenâb-ı Hak, ibadetlere fânîlerin ortak edilmesini istemiyor. Hak’tan gayrıyı hedefleyen bir ibadet, artık bir ibadet değil, bilâkis bir cürümdür. Gösteriş için kılınan namaz, dıştan ne kadar hoş görünse de, içi gizli şirkle bulanık olduğundan, Allah katında değersizdir, üstelik Hakk’ın gazabını da celbeder. Nasıl ki, içine bir damla necâset düşen bir menbâ suyu, bütün lezzet ve sâfiyetini kaybederse, niyetine fânî menfaatleri ortak eden hasta ve gâfil kalplerin ibadetleri de böyledir.
Gizli şirk olan riyâ ve gösteriş için kullukta bulunmanın çok hazin bir aldanış ve fecî bir âhiret iflâsı olduğu, şu hadîs-i şerîfte ne kadar da ibretli bir şekilde ifâde edilmektedir:
“Kıyâmet gününde aleyhinde ilk hükmedilen insanlar şunlardır:
Birincisi şehîd edilen kimsedir. O, Allâh’ın huzûruna getirilir. Allah ona bahşettiği nîmetleri anlatır. O da, bunları îtirâf eder. Cenâb-ı Hak:
«–Öyleyse bunlara karşı ne yaptın?» diye sorunca adam:
«–Yâ Rabbî! Sen’in uğrunda şehîd edildim.» der.
Allah Teâlâ buyurur ki:
«–Yalan söyledin! Sen, yalnızca korkusuz ve cesur denilsin diye harbettin. Gerçekten öyle de denildi.»
(Sonra) onun hakkında emredilir ve ateşe atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir.
İkincisi; ilim öğrenen, başkalarına da öğreten, ayrıca Kur’ân da okuyan adamdır. O huzûra getirilir. Allah kendisine olan nîmetlerini anlatır. O da îtirâf eder. Cenâb-ı Hak:
«–Bunlara karşı ne yaptın?» diye sorunca adam:
«–İlim tahsîl ettim. Onu başkalarına da öğrettim. Sen’in uğrunda Kur’ân da okudum.» der.
Allah Teâlâ buyurur ki:
«–Yalan söyledin! Sen ilmi, ancak âlim denilsin diye öğrendin; Kur’ân’ı da, ancak o kārîdir, kırâat ehlidir denilsin diye okudun. Gerçekten, öyle de denildi.»
Sonra hakkında emrolunur ve ateşe, yani cehenneme atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir.
Üçüncüsü; Cenâb-ı Hakk’ın kendisini (imkân bakımından) genişlettiği, malın her çeşidinden verdiği adamdır. O getirilir. Allah ona verdiği nîmetlerini anlatır. O da bunları îtirâf eder. Cenâb-ı Hak:
«–Öyleyse bunlara karşı ne yaptın?» diye sorunca adam:
«–Hakkında infâk edilmesini emir buyurduğun hiçbir yol bırakmadım. Malımı ancak Sen’in yolunda harcadım.» der.
Cenâb-ı Hak buyurur:
«–Yalan söyledin! Onları ancak, cömerttir denilesin diye yaptın. Nitekim öyle de denildi.»
Sonra hakkında emredilir ve cehenneme atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenir.” (Müslim, İmâre, 152)
Demek ki gizli şirk olan riyâ, en makbûl amelleri bile boşa çıkarıp sahibini ilâhî gazaba dûçâr eder. Bu sebeple mü’min, ibâdet ve tâatlerinde şu ilâhî hitâbın muhtevâsı içinde bulunmaya azmetmelidir:
“…Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, sâlih amel işlesin ve Rabbine ibadette (kullukta) hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (el-Kehf, 110)]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğulcuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük), bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allah, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (Lokman, 16)
[Yine âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen, bizim gizlediğimizi de açığa vurduğumuzu da bilirsin. Çünkü ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allâh’a gizli kalmaz.” (İbrahim, 38)
“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa, onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse, onu görür.” (ez-Zilzâl, 7-8)
Cenâb-ı Hak, bütün hayırlara tevessül edelim diye ilâhî af, rızâ ve muhabbetinin hangi hayırda olduğunu gizlemiştir. Rabbimizin rızâsı bâzen çok büyük bir amelde, bâzen orta, bâzense küçük gibi görünen bir amelde gizlidir. Bu sebeple hiçbir hayır küçük ve önemsiz değildir. Cenâb-ı Hak, gizli-açık, büyük-küçük, yapılan hiçbir hayrı zâyî etmez. Mü’min, dâimâ Allah için iyilik yapabilme, hayırların anahtarı, şerlerin kilidi olabilme arzu ve heyecanıyla, elinden gelen gayreti göstermelidir.
Öte yandan Cenâb-ı Hak, bütün günahlardan sakınalım diye gazabının hangi günahta tecellî edeceğini de gizlemiştir. Gazab-ı ilâhî de bâzen büyük, bâzen orta, bâzense küçük bir günahta tecellî edebilir. Dolayısıyla küçük günahları hafif görüp önemsememek, büyük bir aldanıştır. Zira Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Küçük görülen günahlardan sakının! Çünkü o (küçük günah)lar bir kimsede birikirler de neticede onu helâk ederler.” (Ahmed, I, 402-403; V, 331)
Bunun içindir ki Hak dostları:
“Küçük günahlar terk edilmeyip ısrarla işlendikçe, artık küçük olarak kalmaz, büyük günah hâline gelir.” buyurmuşlardır.
Tâbiînden Bilâl bin Sa‘d g’in şu îkâzı da ne kadar mânidardır:
“Günahın küçüklüğüne bakma! Fakat kime isyan ettiğine, kime karşı günah işlediğine bak!”]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ben hikmeti körlerden öğrendim. Çünkü onlar değnekleriyle, bastonlarıyla bir yeri yoklamadan adım atmazlar.”
[Hayatın her safhasında karşılaşılan sayısız günah tuzakları, dikkatli olunmadığı takdirde, kıyâmet günü elde patlayacak birer bomba mesâbesindedir. Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına uygun olup olmadığına bakmadan, helâl mi haram mı olduğu düşünülmeden yapılan her hareket böyledir. Mü’min, yapacağı her işi, önce ilâhî ölçülerle mîzân etmeli, dünyâsına ve ukbâsına faydalıysa yapmalı, aksi hâlde uzak durmalıdır. Helâl olup olmadığını kontrol etmeden, hiçbir gıdâyı ağzına koymamalıdır.
Mevlânâ Hazretleri; “Köpek bile atılan bir kemiği veya ekmeği koklamadan yemez.” buyurur. Demek ki helâl-haram, hayır-şer, hak-bâtıl ayrımı yapmadan menfaatleri peşinde şuursuzca koşmak, insanı hayvanlardan da aşağı bir duruma düşüren, derin bir gaflettir.
Yine Mevlânâ Hazretleri, “Âmâ olan bir kimse bile, noksansız bir Güneş’in doğduğunu harâretinden anlar.” buyurarak ilâhî ölçülere karşı alık, abus ve duygusuz kalmanın, en fecî idrâk körlüğü olduğunu ifâde eder. Böyle bir gaflet ve şaşkınlığa ise kalbi ölmüş olanlardan başkası düşmez. Nitekim Ömer bin Abdülazîz (r.a.) buyurur ki:
“Haramlar bir ateştir. Ona ancak kalbi ölüler uzanır. Eğer el uzatanlar diri olsalardı, o ateşin acısını muhakkak duyarlardı.”
Velhâsıl mü’min, ilâhî bir imtihan mekânı olan bu dünyada, âdeta mayınlı bir arazide yürüyormuşçasına, adımlarına dikkat etmek zorundadır. Zira Rabbimizin bizden istediği “takvâ hayatı” da bu hassâsiyet ile yaşamayı îcâb ettirir. Şu misal, takvânın mâhiyetini ne güzel hulâsa eder:
Hazret-i Ömer (r.a.), bir gün Übey bin Kâ‘b (r.a.)’a takvânın ne olduğunu sorar. Übey (r.a.) da ona:
“–Sen hiç dikenli bir yolda yürüdün mü ey Ömer?” der.
Hazret-i Ömer:
–Evet, yürüdüm.” karşılığını verince bu sefer:
“–Peki, ne yaptın?” diye sorar. Hazret-i Ömer (r.a.):
“–Elbisemi topladım ve dikenlerin bana zarar vermemesi için bütün dikkatimi sarf ettim.” cevâbını verir.
Bunun üzerine Übey bin Kâ‘b (r.a.):
“–İşte takvâ budur.” der.
Takvânın en güzel tezâhürü; küfür, nifak ve şirkten, tıpkı ateşe düşmekten kaçar gibi kaçmak, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini hakkıyla edâ etmek ve yasaklarından titizlikle sakınmaktır.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! Gönlünü kederlerle ve üzüntülerle meşgul etme! Aç gözlülükten sakın! Takdîre rızâ göster! Allah tarafından sana verilene kanaat et ki hayatın güzelleşsin, gönlün sürurla dolsun ve hayattan zevk alasın.”
[Rabbimiz buyurur:
“İnsan var ya, Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nîmet verdiğinde (sevinir); «Rabbim bana ikram etti.» der. Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise (üzülür); «Rabbim beni önemsemedi.» der.” (el-Fecr, 15-16)
devamı 3te