Kafama
yediğim yastık, kör bir feneri andıran yorgun parıltıya odaklanan
gözlerimi bir anda yeniden küçük odadaki curcunaya döndürüyor. Geceyi,
mızıkçılık yapmadan beraber geçirme üzerine erkek sözü vermiş biriyken
‘Annem beni çağırıyor.' diye, oyundan kaçmayı planlayan bir oyunbozan
durumuna geldim. Elimde değil, tanımsız bir his bu. Makul bir bahane
gerekiyor şimdi, bir Hızır eli lazım. Masum bir yalan uydurma planları
yapıyorum. Hızır elini uzattı galiba. Telefonum çalıyor işte, bu gürültü
patırtıda iyi işitememem ki. Hızla yerimden kalkıp diğer odaya geçmeye
çalışıyorum. Bu arada, fark edilmemiş olmam ihtimaline karşı, ‘ Telefon
geldi!' diye de bağırıyorum.
Henüz açmadan neden sustu ki bu
alet. Ah şu cihazlar, ah şu teknoloji. Şarjı bitmiş olmalı fakat belli
etmek hiç de hayrıma olmaz. Diğer odaya geçip, bir iki dakika sonra
curcunaya geri dönüyorum. Gayet ciddi ve vakur bir ifadeyle, ‘Gitmem
gerekiyor arkadaşlar.' diye, duyabilecekleri kadar yüksek sesle
bağırıyorum. Kimi şaşkın kimi şaka yaptığımı düşünerek kimi de ‘İşte
aramızdaki kaypak!' dercesine yüzüme bakıyor. ‘Neden, nereye?'
sorularına maruz kalmadan açıklamaya çalışmalıyım:
¬-Yarın erkenden işe gitmem gerekiyor. Evden alacağım bir kaç şey var.
Beni
erkenden çağırdıklarını ima etmeye çalıştığım hiyerarşik yapıdaki
üstlerime homurdanmayı da ihmal etmek olmaz inandırıcı olmak lazım.
Karşılarına dikilene kadar böyle püsküllü bir yalan söyleyeceğimi
planlamamıştım. Tamamen doğaçlama.
Her ne kadar inanmış olsalar
da beni kapıdan uğurlarlarken, gözlerinde ufak bir şüphenin varlığını
seziyorum. Sanki ‘Haydi git bakalım ama söylediklerin bizi pek tatmin
etmedi.' der gibiler.
Merdivenlerden hızla indim ve lambalarla
aydınlanan sokakta kendimle baş başa kaldım. Uydurduğum yalan nedeniyle
yüzüm kızarsa da birazdan beni de kendilerini de unutup keyfin kollarına
uzanacaklarını biliyorum. Bu fikir kendimi teselli etmeye yeter. Hiç de
kaypak olmaya niyetim yok.
Sokak lambalarının ışıklarına
sığınarak istikametsizce ilerlerken, hayatın yavaş yavaş durmaya
başladığını fark ediyorum. Evlerine gitmek için koşturan birkaç insan,
hızla ilerleyen birkaç araba ve kepenk sesleri günden kalan son canlılık
olmalı. Bir an önce eve gitmek, sıcak yatağa uzanmak ve deliksiz bir
uykuya dalmak ne kadar güzel olur.
Ana caddede bir otobüs
durağındayım. İki gün bir gece uykusuz kalınca, duraktaki kaygan, soğuk,
sert oturaklar bile kuş tüyü yataktan farksız oluyormuş. Son takatimi
de gözlerimi açık tutabilmek için harcıyorum.
Duraktan son
otobüsler geçiyor. Kapanmak için irademe yalvaran gözlerime, otobüse
biner binmez kendisine izin vereceğimi vaat ettim. Nihayet otobüs geldi
ve ben binip en arka koltuğa oturdum. Sözümde durup kapattım gözlerimi
şimdi.
Ana yollar, ara sokaklar... Işıklı, karanlık caddeler...
Uyku sersemi birkaç yolcu... Durmadan sigara tüttüren bir şoför ve
kulakları tırmalayan motor sesi... Birden bunlar kayboluyor ani bir fren
sesi işitene kadar. Fren sesiyle uyanıyorum. Gözlerimi açtığımda,
gecenin maiyetiyle karşımda dimdik durduğunu görüyorum. Son yolcunun
ardından bulanık bir şuurla karanlığa attım kendimi.
Gelmiş
miydim inmek istediğim yere? Saat kaç olmuştu? Gecekonduların
sıralandığı uzun sokak, uzaktan gelen ürkütücü köpek havlamaları ve
alabildiğine karanlık... Aşina değilim bunlara. Az önce, benimle beraber
otobüsten inen hırpani kılıklı yolcu da boş arazideki hafriyat
yığınlarının arasında gözden kayboldu.
İnsan böyle zamanlarda
rüya halinde kalmayı tercih eder ya... Garip, kâbusa yakın bir rüya
olmasını diler o anın. Şuurum aydınlanmaya başladıkça korku parmak
uçlarımda uyanarak damarlarımdan akıp bütün vücuduma sirayet etmeye
başladı. İşte şimdi her şeyi hatırlıyorum: Yanlış otobüse bindim.
Otobüste bir güzel uyudum ve ‘ Semtime geldim.' zannıyla da bilmediğim
bir dağ başında iniverdim. Doğu-Batı, Kuzey- Güney belli değil burada.
Hoş belli olsa da hangi yöne gideceğimi bilmeyince bir manası olmuyor
yönlerin. Bir tabela, istikametimi belirleyecek bir işaret de yok.
Nerdeyim ben? Az ötede başlarını kaldırmış birer insan silueti gibi
duran mezar taşları belli oluyor. Derme çatma, yıkık dökük bir duvarla
çevrelenmiş mezarlıktan başlarını uzatmış insan yığınını andırıyorlar.
Arkama dönmeye cesaret edemiyorum. Zira tam ensemde biri nefes alıp
veriyor.
Ta uzakta, yamaçtan aşağı bakınca bir ışık yığını
gözüme çarpıyor. Işığa mı yürümeliydim? Yürüdükçe daralan sokaktan
mezarlığa iyice yaklaşacağım oysa. Bir zamanlar kahkaha atarak neşe
saçan şu mevtalar neden bu kadar soğuk bakıyor bana? Kimisi güzel,
kimisi yakışıklı değil miydi? Korkunun muhasarasında kıpırdayacak gücü
bulmak ne mümkün. Sadece birazcık uyumanın cezası bu mu olmalıydı? Ceza
mı bu acaba?
İrade benim, akıl benim... Artık karar vermek
gerekiyor. Karanlık aklıma mukabele edercesine, bütün maharetini
gösterme niyetinde. Her madde olduğunun dışında bir vücuda bürünmüş.
Yeşerdikçe güzelleşen, ferahlık veren ağaçlar yalın kılıç üzerime doğru
gelen dirilmiş taş devri yaratıkları. Tılsımlı rüzgâr, yapraklarda
canavar homurtularına dönüşüyor. Aklın varlığına isyan etmek geliyor
içimden. Nasıl da yabancım oluverdi birden. Nasıl da feda etti beni bir
avuç karanlığa, varlığıyla övündüğüm aklım.
Ensemde soğuk nefes
iyice kendini hissettirmeye başlayınca, önce yavaş ve kısa birkaç adım
atıyorum sonra ise aniden hızlanarak koşmaya başlıyorum. Ardımdan bir
hayalet ordusu geliyormuş hissiyle, mezarlığa yaklaştıkça daralan
sokağın karnında, ateşten kaçan bir karınca gibi sağıma soluma, önüme
arkama dönerek, beni içine almak için ağzını açmış iştahla bekleyen
mezar taşlarının arasından can havliyle boş araziye doğru kaçıyorum.
Kimden, neden kaçıyorum? Kendimden mi, nihayetimden mi?
Mezarlıktan
uzaklaştım. Alabildiğine geniş, kuru otların hâkim olduğu arazide, üç
karış genişliğinde bir patika keşfedip, yürüyerek on dakikada
ulaşabileceğim, bacalarından dumanlar yükselen ve fabrika olduğunu
tahmin ettiğim yapılara doğru ilerlemeye başladım. Işığa yaklaştıkça
köpek havlamaları, az önce takatten düşmüş olan bacaklarıma son bir
hamle yapabilme cesareti veriyor. Fabrikanın ardına düşen karanlık
sokaktan hızla geçip, yeniden, öncekinden daha da geniş boş bir araziye
attım kendimi. Uykunun şefkatli kollarını özlediğim anlar. Kuru otların
çıtırtısı beynimdeki evhamların kılıç sesleri adeta.
Aman Allah'ım
saat bile durmuş. Birilerini aramak istiyorum ama teknoloji beni terk
etti. Birkaç dakika önce aklımı aşan kuru otları atlattım. Şimdi ise
kapkaranlık bir sokaktayım. İnşaatların iskeleti çıkmış. Boşluktaki
gözleriyle bakıyorlar. Saklambaç oynarken kollarını açmışlardı oysa.
Nasıl da sadık görünüyorlardı riyakâr heyulalar. Her şey yalnızlığımı
yakalamak için pusuya yatmış sanki.
Kara kedi... Daha dün
bacaklarıma dalkavukça dolanmaya çalışan sen değil miydin? Gözlerine ne
oldu da böyle beni ateşe davet eder gibi parlıyor? İntikam mı alıyorsun
benden, süt döktüğün için azarladım diye. Az ötede, sokağın tam
köşesinde duran mekânsız mı? Silueti belirgin. Kımıldayan bir gölge,
canlı mı cansız mı?
Ay ışığı, romantik gecelerimin sessiz
perileri neredesiniz? Gökyüzü beni boğacak kadar alçalmamıştı hiç.
Maddenin ruhuma karşı ittifakı, yapayalnız bıraktı beni zamanın kordan
kollarında. Anneciğim, biricik sevgilim, hani hiç bırakmayacaktın beni?
Ya beni kahkahalarıyla şenlendiren dostlarım, gül kokulu zevklerim
nerdesiniz? Yürüyorum ölümün bir kere olduğunu bilerek. Ayaklarımdan
kaymaya hazırlanan toprak, aslımın kendinden olduğunu bildiği halde
yabancı duruyor. Kayacak, kayıyor... Boşluğa düşmeden bir el çekiyor
yukarı beni. Düşsem kurtulacağım.
Neredeyim bilmiyorum hala.
Zaman kaç? Zaman diye bir şey var mıydı gerçekten? İlk defa bu mevhumu
sorguluyorum. Ölüme giden yolun adını zaman koyduk. Aslında saçlarımıza
düşen aktan daha doğru bir saat yokmuş. Şimdi daha iyi anlıyorum
kendimi: Yapayalnız kaldığında kendinden bile korkan bir yaratığım. İşte
kaçacak hiçbir yer yok. Yüzüme gülen her şey yüz çevirdi bana. İşte
sayfalar açılıyor, sorular soruluyor. Cevap: Pişmanım. Basit bir
imtihandı oysa. Cevapları önceden biliyordum ben. Öğretilmişti.
İşte bana bir şans daha: Evimi görüyorum. Kutsal bir nefes çekiyorum ve bütün madde yeniden gülümsüyor. Kapı açılıyor ve annem:
— Nerede kaldın oğlum, saat kaç oldu haberin var mı?
....
— Telefonuna da ulaşamadık. Arkadaşların çıktığını söyledi. İnsan haber etmez mi nereye gittiğinden?
...
Nerede
kaldım? Nereye gidiyorum? Bir gün bütün telefonların şarjı bitmeyecek
mi? Bütün endişeler süslü yalanlar olmayacak mı? Ben hiç hissetmedim ki
endişelerinizi anne. Az önce neredeydiniz?
— Bir haller var sende...
— Yorgunum ve uykum var anne.
— Yatağın hazır oğlum...
Ah
ne güzel yatacak bir yerimin olması. Bana sıcacık kollarını açan
yalnızca iki metrelik yer. Yarın tanımlayabilecek miyim kendimi acaba?