Bataklık
Aklımdan hiç çıkmayan acı anılarımdan biri, komşumuz Sami Dayı'nın
ineğinin kör derenin bataklığında çırpınarak can vermesidir. O gün
hayatın tekerrür eden gerçeklerinden birini öğrendim. Belki sonrasında
yaşadıklarımla ‘bataklık' kelimesinin tevafuk eseri bir bütünlük
oluşturmasıydı bu olayın bana bu denli tesir etmesine sebep.
O
günü merak ettiniz belki. Hayvanın acı içinde kıvranmasını,
çaresizliğini ve belki de tecrübesizliğinin getirdiği sonu çocuk
gözlerimle görmüş olmak benim için çok zordu. İki gece o manzara
gözlerimden kaybolmadı ve ben bir dirhem bile uyuyamadım.
Gelelim
olaya; sabah erkenden Sami Dayı ineğini sürüye katmış. Hayvan biraz
huysuzmuş ve öğleye yakın sürüden ayrılıp bostanlara dalmış. Zavallı
çoban ne kadar kovaladıysa da yakalayamamış.
Köyü ikiye bölen
derenin gölete dökülmeden önceki kısmında geniş bir çayırlık vardı.
Çayırlığın bostanlara yakın kısmında da bataklık. Köylü, çoluk çocuk
düşmesin diye bataklığın etrafını çitle çevirmişti. Hayvan o gün çitleri
kırıp bataklığa düşmüş. Çobanın çağrısıyla köylü yardıma koştu.
Bataklığın çevresinde daire oluşturan kalabalığın elinden hiçbir şey
gelmiyordu. Kısa zamanda başarılı bir plan ile hayvanı kurtarmak mümkün
görünmüyordu. Hayvan çırpınıyor, çırpındıkça gömülüyordu. Sami Dayı
telaş ile koşturuyor, çaresiz dövünüp duruyordu.
Hayvanın
böğürmesi, ayaklarını sallaması onu sona götüren birer hamleden başka
bir şey değildi. Herkes bir fikir ortaya atıyor ama en çok ‘çırpınmasa
kurtulur' sesi yükseliyordu. ‘Çırpınmasa kurtulur... çırpınmasa
kurtulur...' Maalesef hayvan bataklığa gömülüp gitti.
Yaşım otuzu geçti ama o anı daha dün gibi hafızamın köşesinden bana mütemadiyen seslenmekte: ‘Çırpınmasa kurtulur...'
***
Bu
olaydan bir yıl sonda ilçeye taşındık. Babam, Çamaltı Kıraathanesi'nde
garsonluk yapıyordu. Akşam yevmiyesini alıp eve döner, gecekondumuzun
güneye bakan yamacında, ceviz ağacının altına yerleştirdiği sedire
uzanır, bir cigara tüttürdükten sonra sofranın başına geçerdi.
Zaman
zaman geçinememekten yakınsa, bizim büyüdüğümüzü, okul masraflarının
arttığını söylese de ümitvar tavrı her zaman eve huzur katardı. Annemin
de halinden şikayet ettiği yoktu. Tarlaları satıp aldığımız gecekondu
barınmamızı, babamın yevmiyesi de nafakamızı sağlıyordu. Belki de
huzurdan daha büyük hayalleri yoktu.
Babam bazen kız kardeşimin
ve benim elimden tutar ilçeyi dolaştırırdı. Zaman zaman çerezler, boyalı
şekerler de aldığı olurdu. Akşamları birimizi sağına birimizi soluna
oturtup, ödevlerimizde yardımcı olmaya çalışırdı. Bu sırada annem de bir
köşeye çekilir, tığını eline alıp bir şeyler fısıldayarak örgü örerdi.
Bir
gün annem aniden hastalandı. Babam telaş içinde eve gelip annemi
doktora götürdü. Annem birkaç gün hastanede kaldıktan sonra sıhhatine
kavuşmuş olarak eve döndü. Fakat yaklaşık bir ay sonra babam eve daha
geç gelmeye, bizimle ilgilenmemeye, hatta zaman zaman eve ekmek
getirmemeye başladı. Başlangıçta fark edemediğim bu detaylar zamanla
evdeki huzurun kaçtığını da gösterdi. Babamın geç gelmeleri, anneme
bağırıp çağırması, bizi azarlayıp bazen de dövmesi iyice sıklaştı.
Aylar
geçtikçe küçük gecekondumuzdaki huzurun yerine korku, kavga, endişe ve
umutsuzluk dolmaya başlamıştı. Anlam veremediğim bu değişimin bir sebebi
olmalıydı fakat ne olabilirdi en ufak bir fikrim yoktu. Kötü bir insan
mı olmaya karar vermişti babam?
Okul masraflarımız
karşılanmıyor, eve bir ekmek dahi girmiyordu. Annemin sık sık mutfağa
geçip ağladığını görüyordum. Geç saatlerde yorganın altından babam ve
annemin kavgalarına tanık oluyor, zaman zaman annemin çığlıkları ile
sıçrıyordum. Kız kardeşime sarılıp, onun korkularını bir nebze
dindirmeye çalışsam da kendi korkularımı yenecek gücüm olmadığından bunu
başarıp başaramadığıma emin olamıyordum.
İnsanın, hele de bir
çocuğun yaşantısına sinmiş kabus sahneleri gibiydi günlerimiz. Babamın
gece yarısı parmak uçlarına basarak eve girmesi, tenha bir köşeye geçip
ağlaması, sonra bütün yaptıklarının nedametiyle anneme yalvarıp
yakarması kızgınlığımın yerini çaresiz bir merhamete sevk ediyordu.
Sabah
harçlık dahi istemeden okulun yoluna düşüp, sessizce bir en arka sıraya
oturup, öğretmenin söylediğinden çok hayatın söylediğini dinlemeye
koyulduğum an, kara tahtada pervasızca dolaşan huzursuzluk aklıma,
duygularıma ve gözlerime sirayet ediyordu. Yalnızdım, çaresizdim,
umutsuzdum. Yıkılan duvarlarımın altında renkli hayallerim cansız
yatıyordu. Kopup rüzgara karışmış, nereye gideceğini bilmeyen bir yaprak
gibi hayatın göğünde savruluyordum.
Bir gün okula gitmemeye,
çalışıp eve para getirmeye karar verdim. Ne yapabilirdim bilmiyordum.
Belki simit satardım. Belki ayakkabı boyardım. Belki hamallık yapardım
cılız bedenimle. Babamın boşalttığı yeri doldurmak için, akşam eve bir
ekmekle dönmek ve annemin gözünde bir kahraman olmak için bir şeyler
yapmalıydım.
Bir sabah erkenden kalkıp önlüğümü giymeden yola
koyuldum. Çınaraltı Kırağathanesi'nin önünden geçerken babama rastladım.
Sabah müşterilerine çay dağıtıyordu. İlk defa o gün babamın ne kadar
değiştiğini fark ettim. Elmacık kemikleri çıkmış, başı adeta kasete
gömülmüştü. Solgun yüzünde kocaman iki leke gibi duran gözleri susuz bir
kuyuyu andırıyordu. Sırtında tonlarca yük, bedeninde amansız bir maraz
vardı sanki. Kızmak mı onu daha çok yıpratırdı acımak mı acaba? Ya da
okulu terk eden oğlunun iş bulmak için ilçenin sokaklarına düşmüş olması
mı?
Beni görünce önce duraksadı, sonra bana doğru yöneldi.
'Okula gitmedin mi?' diye sordu.
Sustum.
Tekrar sordu.
'Okula neden gitmedin? Sabahın köründe nereye böyle?'
'İş
bulacağım.' dedim, yüzüne bakmadan. Asık suratım isyanın bir işaretiydi
ama bunu becerebildiğimden emin değildim. Zira öyle zayıf ve aciz
duruyordu ki ona acımaktan başka bir şey hissedemiyordum.
Kulağımdan tuttu, tenha bir yere çekip çömeldi. Gözleri bir gerçeği itiraf ediyor, dili ise bu itirafı yok etmeye çalışıyordu.
'Eve dönüp doğruca okula gideceksin! İş senin neyine zıpır.' dedi.
Söylediklerini yaptım ama babam istediği için değil, onun gerçekten benim okula gitmemenden acı duyacağını düşündüğüm içindi.
Birkaç
gün sonra geç saatlerde kapı açıldı. Babam olduğu sessizce içeri
girişinden belliydi. Önce fısıltı halinde duyduğum sesler annemin
bağırmalarıyla yükseldi. Sabaha kadar süren tartışmanın ardından annem
kardeşimle uyuduğum odaya girip kapı arkasına kıvrıldı. Babam ortalıkta
görünmüyordu. Gözüme henüz uyku girmemiş, olup bitenlere istemsizce
tanık olmuştum. Sabah ezanı okunurken annem uyandı ve abdestini alıp
namaza durdu. Namazın ardından hem dua ediyor hem hıçkırıklarla
ağlıyordu. İçimdeki enkazın altında ezilen çocukluğum, mavi hayallerimi
gökyüzüme uçurmuş, yılların yükünü omuzlamış bir ihtiyara dönüşmüştü.
Henüz
anlamlandıramadığım bir refleksle yatağımdan kalkıp annemin yanına diz
çöktüm. Tıpkı onun yaptığı gibi ellerimi açıp Allah'tan huzur dilemeye
başladım. Meselenin ne olduğunu, evimize çöken huzursuzluğun sebebini
bilmememe rağmen yolunda gitmeyen, istikametimizden döndüren bir
şeylerin varlığını hissediyor, hatta yaşıyordum.
Güneş ufukta
yükselmeye başladığı an, gecekondu mahallesini saran aydınlığın bütün
fakir insanlara huzuru müjdelediğini düşünüyordum. Belki de az önce
annemle ettiğimiz duanın bir sonucu gibi, Allah'ın bize bir lütfu gibi
parlaktı gökyüzü. Bütün bu güzel beklentilerime rağmen, biraz sonra kapı
çaldı ve içeri iyi giyimli 3 kişi girdi. Annem adamların kim olduğunu
biliyormuş gibi tepkisizdi. Bense merak içinde kafamdaki soruya cevap
bekliyor ancak anneme sormaya cesaret edemiyordum. Salondan adamların
sesi geliyor ancak ne konuştuklarını, neden bahsettiklerini
anlamıyordum. Kapıya yöneldim ancak annem dışarı çıkmama izin vermedi.
Yaklaşık
bir saat sonra sesler kesildi ve babam odaya girdi. Başı önde, gözleri
buğulu ümit ve feraseti kırık çaresizce diz çöktü annemin önünde. Sonra
hiçbir şey söylemeden çıkıp gitti. Salona çıktığımda gördüğüm manzara
küçük aklımın muhakeme sınırlarının ötesindeydi. Televizyonumuz,
kanepelerimiz, halılarımız hatta perdelerimiz bile yoktu. Birbirinden
ayrılmış parkelerin arasında ahşap tozları uçuyor, eşyaların gizlediği
örümcek ağları rüzgarında etkisiyle sallanıp duruyordu.
'Haczettiler' dedi annem.
Neydi ‘haciz'? Eşyalarımızın götürülmesiyle bu kelimenin nasıl bir bağı vardı? Bilmiyor hatta bilmek dahi istemiyordum.
Bütün
olanların ardından babam artık çok daha geç eve gelmeye başladı. Bazen
sabah ezanı okunurken içeri giriyor, birkaç saat uyuduktan sonra
kimseyle konuşmadan çekip gidiyordu. Onu özlediğim zamanlar Çamaltı
Kırağathanesi'nin karşısındaki metruk yapıya girip, müşterilere çay
dağıtmasını izliyordum. Mütemadiyen başı önde, bitkin, zavallı bir hali
vardı.
Kısa süre sonra yaşadığımız sıkıntılara bir yenisi daha
eklendi. Geç gelmelerine hatta hiç gelmemelerine alıştığımız babam bir
akşam erkenden eve gelip sabah taşınacağımızı söyledi. Annem yine
tepkisizdi ve babamın söylediği her şeye karşı tek silah olarak
suskunluğu kullanıyor gibiydi.
Sabah erkenden evimizin önüne bir
kamyon yaklaştı ve zaten birkaç parça olan eşyamızı yükleyip birkaç
sokak aşağıdaki bir gecekonduya taşındık. Evimizi, eşyalarımızı
kaybetmemize rağmen annemde sanki o gün başka bir hal vardı. Daha
sevinçli, daha mutlu gibi tebessüm ediyor, babamla az da olsa
konuşuyordu. Bense bu anlamsız sürecin ardından çocukluğundan bile
soğumuş biri olarak yeni evimizin avlusundaki ceviz ağacının altında
oturuyor ve hayaller kuruyordum.
Bir gün babam henüz gün
batmadan eve geldi. Elinde küçük bir Pazar poşeti vardı. Yüzü daha
aydınlık, gözleri daha parlaktı. Zayıf bedenindeki maraz yavaş yavaş
yerini sıhhate bırakıyormuş gibi bir hal vardı. Sonraki günlerde de bu
hali devam etti. Her gün bir parça eşya ile eve erkenden gelmeye
başladı. Annem daha mutlu, küçük gecekondumuz daha huzurluydu. Umutlarım
kurumuş dalların arasından fışkıran nihaller gibi günden güne yeşeriyor
ve büyüyordu.
Bir akşam babam kardeşimle benim elimden tuttu ve
ilçeyi gezmeye başladık. Çamaltı Kırağatanesi'nin önünden geçerken
babam öfkeli bir şekilde kıraathaneye baktı. Bense yaşadıklarımızın
müsebbibi olduğuna inandığım kırağathanenin önüne gelince büyük bir
korkuya kapıldım. Sanki babam elimizi bırakıp gözden kaybolacak gibi
geldi.
İçerden kah isyan, kah serzeniş, kah sevinç ve kahkaha
sesleri yükseliyor, bacasından yükselen soba dumanı bile yaşananlara
isyan eder gibi öfkeyle gökyüzüne karışıyordu. Yahut ben bütün varlığın
bu yerden nefret ettiğine inanmak istiyordum.
İstikametsizce yürüdük. Belediye binasının önünden eski pazara, oradan da merkez camiine yürüdük.
'Bugün kandil.' dedi.
Hep
birlikte camiye girdik ve namazın ardından kandil simidi alıp evin
yolunu tuttuk. Annem yemeği hazırlamış bizi bekliyordu. Annemin
yüzündeki tebessüm, babamın nedametin güzelleştirdiği umudu, kardeşimin
gözlerindeki ışık ve benim hayallerim... Huzur bazen bir lokma ekmek,
bazen bir küçük tebessüm, bazen sıcak bir dokunuştu. Bir daha babam eve
hiç geç kalmadı. Annem bir daha babama hiç bağırmadı. Ben bir daha asla
umutsuz olmadım.
Gelelim Sami Dayı'nın bataklığa saplanan ineği
ile yaşadıklarımız arasındaki alakaya. Annem hastalandığı gün babam
doktora götürebilmek için Tefeci Osman'dan borç almış. Söz verdiği
tarihte borcunu ödeyemediği için Tefeci Osman sıkıştırmaya başlamış.
Babam bir akşam yevmiyesini alınca Çamaltı Kırağathanesi'nin üst
katındaki kumarhaneye çıkmış. Belki kazanırım umuduyla masaya oturmuş
ancak o gün bütün yevmiyesini arada bırakmış. Ertesi gün kaybettiği
yevmiyeyi kazanmak ve Tefeci Osman'a borcunu ödeyebilmek için yeniden
oturmuş. Bu kısır döngü aylarca devam etmiş. Arkadaşlarına, ilçedeki
faizci esnaflara borçlanmış. Ödenmeyen borçlar yüzünden eşyalarımız
haczedilmiş. O da yetersiz kalınca babam gecekondumuzu satmış.
Bir
sabah eve dönerken imam babamı tanıdığı için zorla camiye götürmüş ve o
gün vaazında şu ayeti okumuş:"Ey İnananlar, içki, kumar, tapınılmak
için dikilmiş taşlar (putlar), fal okları, ancak şeytanın işinden birer
pisliktir. Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz."
Babam o gün gecekonduyu satmaya ve bir daha kumar oynamamaya yemin etmiş.
Kumar
bataklığına saplanan, çaresizlik tuzağına düşen babam çırpınırken
kendisine tutması için bir ip atılmıştı. Babam bu ipin hikmetine inanıp
ona sarıldı ve belki de tıpkı Sami Dayı'nın ineği gibi gömülüp gitmekten
kurtuldu.
(
Bataklık başlıklı yazı
poet19 tarafından
3/19/2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.