Ders çıkışında, koridordan kendisine doğru yürüyen müdürü
görünce gülümsedi Cemil Öğretmen. Müdürün elinde bir zarf vardı ama zarfı fark
edemedi.
"Hay Allah az kalsın unutuyordum' dedi müdür Cemil ile karşılaşınca." Cemil
Bey bu mektup size,"diye, mektubu uzattı.
Cemil mektubu şaşırarak aldı ama şaşkınlığını müdüre belli etmemeye çalıştı.
Şaşırıyordu çünkü ona mektup yazacak kimsesi yoktu hayatta. Mektubun üzerine
baktı; gönderen isim tanıdık değildi. Merdivenlerden inip okul bahçesine
çıkınca zarfı açtı ve kâğıtta yazılı olanları okumaya başladı.
Mektupta:" Cemil Bey, ben doğduğunuz köyün okulunda görevli öğretmenim. Okulun
yakınındaki kerpiç evde, yaşlı, ağır hasta bir kadın var. Bu kadının hayattaki
tek yakının siz olduğunuzu duydum. O yüzden de size yazdım bu mektubu. Ezcümle;
Münevver Nine çok hasta... Ayağa kalkamayacak, kedisine bakamayacak durumda.
Allah rızası için ona yardımcı olunuz. Beni de bir meslektaşınız olarak mazur
görünüz." ifadeleri yer alıyordu.
Mektubu okuduktan sonra, Cemil'in vicdanında bir kıpırdama oldu. Aklıyla kendisini
teselli etmeye çalışsa da vicdanının kalbine savurduğu yağmur damlalarına engel
olamıyordu ancak içindeki bu muhasebe çok sürmedi. Mesai bitiminde mektubu
çoktan unutmuştu bile.
Akşam hamarat bir kadın edasıyla eve çeki düzen vermeye çalıştı. Zira ertesi
gün nişanlısı gelecek ve düğün öncesi hazırlıkları tamamlayacaklardı.
Kanepelerin örtüsünü değiştirdi; mutfakta esaslı bir temizlik yaptı.
Günün yorgunluğuyla yatağa yatınca, bütün hayatını gözlerinin önünden geçirmeye
başladı. Annesi ve babasını hiç tanımamıştı zaten. Bildiği tek şey bir kazada
kendisini yalnız bırakıp gitmeleriydi. Ninesinin nasırlı ellerinde büyüyen
elleri, bayramlık giyemeden geçirdiği bayramları, yatılı okulda dövülmesini,
azarlanmasını, horlanıp aşağılanmasını; üniversitede harçlıksız kaldığı günleri
yeniden yaşadı.
Kendince hayata yeni başlamıştı. Sevilmenin ne demek olduğunu nişanlısından
öğrenmişti ve onu asla kaybetmek istemiyordu. Hiçbir sebep onunla geçecek bir
günü feda etmeye değmezdi.
Meslektaşından gelen mektup, dolayısıyla da ninesi aklına geldi. "Ninem zaten
hastaydı. O hep hasta ve yaşlıydı. O zamanlar da günlerce ayağa kalkamazdı." diye, içini gizlice kemirmeye başlayan merhamet duygusunu bastırmak istedi.
Mektuba uyarsa, hiç vakit kaybetmeden yola çıkması gerekiyordu. Oysa
nişanlısını beklediği kadar hiçbir şeyi beklemiyordu o an.
Ertesi gün heyecanla terminale gitti. Günlerdir sabırsızlıkla beklediği
nişanlısı nihayet gelmişti. Büyük bir özlemle karşılayıp evine götürdü onu. O
kadar mutlu hissediyordu ki kendini, o anı hiçbir kaygının hiçbir düşüncenin
bozmasına izin veremezdi.
Nişanlısı sıcakkanlı, yerinde duramayan, ele avuca sığmaz bir kızdı. Geleli iki
saat olmamıştı ama evde ne var ne yok karıştırmıştı. Mutfak dolabının
menteşelerinin arsına sıkışmış tozlara gösterip dalga geçiyordu Cemil ile.
Gardıropta elbiselerin arasına sıkıştırılmış, bez, heybe gözüne benzer bir
çanta ilişti gözüne. Üzerindeki el işi desenler dikkatini çekmiş olmalıydı.
Acelece çekip aldı onu yerinden. Dikkatlice inceledikten sonra:
"Harika bir şey bu! Kimden kaldı sana Cemil?" diye, sordu.
"Boş ver!" diyerek, geçiştirmeye çalıştı. Cemil ama nişanlısı ısrar edince, çok
kısık bir tonla, " Ninemden..." dedi.
Nişanlısı çantayı açıp içine baktı. Çantanın içinde siyah beyaz bir fotoğraftan
başka bir şey yoktu. Fotoğrafta, yaşlı bir kadın, beş yaşlarında bir çocuğu
sırtına almıştı. Kadın gülümsüyordu. Çocuk ise sabit bir noktaya bakıyordu.
" Bu sensin galiba,'"dedi, Cemil'e.
Cemil'in hiç hoşuna gitmemişti, nişanlısının kendisini o fotoğrafta görmesi. Bu
yüzden hiç bir şey söylemedi.
Nişanlısı:
" Kadın da ninen olmalı "diye, ekledi.
Cemil daha fazla saklanamayacağını anladığından, kısık ve mahcup bir sesle:
"Evet" dedi. Sonra da nişanlısının elinden fotoğrafı çekerek aldı. Onu
kırmamak için de hafifçe tebessüm etti.
Nişanlısı daha fazla üstelemeden başka şeylerle uğraşmaya başladı. Cemil
fotoğrafla baş başa kalınca, içindeki gizli hâkim ortaya çıkıverdi. Fotoğraf
ona çocukluğunu hatırlattı. Anne-babasının akıbetini, aklı yetince ninesinden
öğrenmişti. Ninesiyle geçirdiği yılları ise buğulu bir pencereden bakar gibi
hatırlıyordu. Kafasından canlanan anıların birçoğu bulanık idi. Ninesinden
ayrılıp, yatılı okula kayıt için eski bir minibüse bindirilip götürüldüğü gün
ise oldukça netti. Ağlamıştı. Dudaklarını ısırırken saçlarını şefkatle okşayan
bir elin olduğunu biliyordu ama o elin sahibinin yüzü siyah beyaz bir fotoğraf
gibiydi aklında.
Yıllarca niçin sakladığını bilmediği bu gizemli fotoğraf ona unutulmuş bir
anıyı ifşa etti. İstanbul'dan gelen bir genç – ki kim olduğunu bilmiyordu-
ninesinin sırtında tarlaya giderken çekmişti bu fotoğrafı. Ayrılık anında,
ninesi çantasına gözlerinden sevgi akıtarak koymuştu fotoğrafı. Dolu dolu
gözleriyle bütün vücudunu okşayıp,"Beni unutmayasın." demişti. İşte her şeyi
hatırlıyordu şimdi. Minibüsün arkasından döktüğü suyun anlamını o vakitler
bilmese de şimdi anlayabiliyordu.
Sevginin bir filize hediye ettiği ruh Cemil'in kalbinde gedikler açmıştı.
Ağlıyordu. Niçin ağladığını bilmeden ağlıyordu. Boğazında düğümlemeye çalıştığı
hıçkırıklarını nişanlısı duymuştu. Hıçkırıkların sebebi konusunda beyninde
beliren bir sürü senaryo ile Cemil'in yanına geldi. Cemil hala fotoğrafa
bakıyor ve gözlerinden damla damla akıtıyordu vefasızlığın acısını.
" Yarın gitmeliyim..." dedi, Cemil.
Nişanlısı ne demek istediğini anlayamamıştı. Şaşkındı. Endişeyle beyninde
beliren soruya cevap bekleme başladı.
Onun endişesini gidermek niyetiyle anlatmaya başladı gözyaşlarının sebebini
Cemil:
"Ninemdi o yaşlı kadın. Annem ve babam kazada ölünce aç kalma pahasına bana
ekmeğini verdi. Yaşlı haliyle tarlalarda çalıştı; benim içindi bu
fedakârlıkları..."
Elindeki siyah beyaz fotoğrafı nişanlısının gözlerine doğru uzattı:
"Bak şu fotoğrafa!' dedi. ' Görüyor musun? Beni sırtında taşırdı her zaman.
Hastalandığım zaman günlerce uyumazdı. Titrek parmaklarına aldığı tığ ile kazak
örerdi. Benim için yapardı tüm bunları..."
Başını ellerinin arasına aldı, yanaklarını ıslatan yaşları ayalarıyla sildi.
"Ama ben..." diye, devam etti sözlerine. "Ben onu en zor anında yapayalnız
bıraktım. Tek başına soğuk bir odaya mahkûm oldu bana olan hasretiyle. Şimdi
kalbi üşüyordur, bir bardak su bekliyordur kuru dudakları. Fakat ben... Ben
kaderimde boğmaya çalışıyorum beni yaşatan insanı. Gitmeliyim... En kısa
zamanda gitmeliyim ona."
Nişanlısı Cemil'in vicdan mahkemesinde kalbini yargılamasının sebebini
anlamıştı. Onun da hislerinde bahar büyümeye başladı.
" Git ona..." dedi
Cemil, sabırsızlıkla günün doğmasını bekleyen ayaklarını dizginleyemiyordu
yorgan altında. Bir an önce koşmak, "Ben geldim nine!" diye haykırmak,
ninesinin yorgun gülümseyişinde ruhunu temizlemek istiyordu.
Nihayet gün doğdu. Nişanlısına ertesi gün döneceğini söyleyerek yola çıktı. O
kadar heyecanlıydı ki terminal güzergâhında gördüğü bütün araçlar ninesine
gidiyormuş gibiydi. Kalp atışları beynini tekmeliyor adeta yıllarca aç
bırakılmış olmanın acısını çıkarıyordu.
Fotoğraftan yükselen gizemli nefes sanki yeniden doğurmuştu onu. Aklına karşı
kazandığı zaferin heyecanı geç gelen bir hazdı.
Artık ruhunda kızıl saçlı şirin çocuk gülümsüyordu. Tıpkı fotoğrafta gülümseyen
ninesi gibi aydınlıktı bakışları çocuğun.
Otobüse bindiğinde muavinin tiz sesi, paklaşmış gönlünde gonca hislerin
açmasıydı. ' Yolculuk başladı.' diyordu muavin. Otobüsün tekerleklerinin her
devri, sabırsızlıkla sevgiliye kavuşmayı bekleyen ayaklarına gümüşten bir buse
konduruyordu. Yolu yarılamadan uykuya dalan yolcuların kaygısız rüyalarına
demir atmak niyetinde değildi. Kıvrım kıvrım uzanan yolların merhametle
açılışına gözleri şahit oldu yolculuk boyunca.
Köyün çamurlu yollarına ayak bastığında, üzerine odaklanacak nefret dolu
bakışlar, dedikodular hatta küfürler bile umrunda değildi. Vicdanın sorgusundan
başı dik çıkan insanlığı, ninesinden gayrisine kulak asmazdı artık.
Çocukluğunun geçtiği çamurlu sokaklar gözlerinde yeni keşfedilmiş bir dünyanın
bahçeleriydi şimdi. Sevgiliye kavuşmaya az kalmıştı. Yaşlı, felçli bir adamın
simasına benzeyen toprak damlı kerpiç ev görünmüştü. Bacadan yükselen saman
dumanı yaşam belirtisiydi ki bu içini kaygılardan tamamen arındırdı.
İşte o kapının önündeydi. Ninesinin ömründen daha uzun bir ömür süren çam
ağacından ahşap kapının gövdesinde haşerelerin dişleriyle yollar açılmıştı.
Kapının kalın demir kolu ve tokmağı onu bekliyordu. 'Gel artık, çok bekledik,
çok özledik sevgili!' diyordu.
Kapı koluna elini uzatınca ninesinin ellerinden tutmuş gibi oldu. Ürperdi.
Yaşlı kadının ruhuna bürünmüştü sanki kapı kolu. Onun nefesini çekiyordu içine.
Sıcak ve hasret doluydu. Yıllarca yağlanmamış menteşeler uslu uslu seyrettiler
sevginin rüzgâr hafifliğindeki esintisini.
Yaşlı kadın sedire serilmiş eski yün yatakta yatıyordu. Saman eriyip kül olmuş
olmalıydı ki nefesi buhar halinde yükseliyordu. Gözleri açıktı, tavana
bakıyordu. Çam ağacından kırmalarla muhabbetteydiler sanki. Sağ eli yorganın
dışındaydı. Bir tül kadar incelmiş derisinin altından damarları
görülebiliyordu. Yüzündeki çizgiler yaşanan çilelerin resmiydi. Matlaşan
gözlerinde acının ve hicranın kulaç attığını izliyordu badanası dökülmüş
duvarlar.
Sedirin önüne iliştirilmiş derme çatma masanın üzerinde alüminyum kâse
duruyordu. İçinde yarısı içilmiş mercimek çorbası vardı. Sonrası bir parça
ekmek ve kirli kaşık...
Yaşlı kadının kırmalarla muhabbetini ayak sesleri böldü. Aşinaydı zira. Kalp
atışlarına benziyordu ayak sesleri. Fersiz kollarına dayanarak doğruldu. Sönük
gözleri sinesinden hiç eksilmeyen sıcaklığın gücünü çaldı o an.
Ayak seslerinin sahibini tanımıştı.
" Geldin mi? Biliyordum geleceğini! "dedi ,tebessüm ederek.
Ayaktaydı; vefasız senelerle savaşıyordu Cemil. Nedamet içini kemiriyor,
kavuşmanın sevinci, vefasızlığın utancıyla ağlıyordu.
"Yoldan geldin, açsındır sen..." diyerek doğrulmaya çalıştı ninesi.
Bu sevgi, bu merhamet nasıl unutulmuş olabilirdi? Nasıl kaygısızca geçmişti
seneler? Bu soruları kendisine soruyordu vicdanı. Cevap veremiyordu Cemil.
" Ben geldim nine... Vefasız torunun geldi işte..." dedi ,hıçkırıklarla.
Gözyaşlarını silmek için uzanan ninesinin elini tutup dudaklarına götürdü.
Öptü, yanaklarına sürdü bedenindeki yangını söndürmek için.
" Nine seni götürmeye geldim."dedi, sonra...
Ayağa kalkamıyordu ninesi. Sarılmak için uzanan ninesinin kollarına kollarıyla
destek olup soğuk bedenini sinesine bastı tıpkı ninesinin ona yaptığı gibi.
Daha fazla vakit kaybetmemeliydi. Onu hemen doktora götürmesi gerekiyordu. Bir
çocuğun bünyesi kadar küçülmüş ninesini sırtına alıp vefakâr kerpiç eve veda
etti. Kırmalar, badanası dökülmüş kerpiç duvarlar ve yaşlı kapı mesutça
gülümsedi arkalarından.
Köylünün şaşkın bakışları arasında, bir çocuğu taşır gibi ninesini taşıdı ana
yola kadar. İlçeye gidecek bir vasıta beklemeye başladı. Aradan beş dakika
geçmeden siyah lüks bir otomobil yaklaştı onlara.
Genç bir adam indi otomobilden. Elinde fotoğraf makinesi vardı. Bir yandan
deklanşöre basıyor bir yanda da, "Harika bu... Harika bir şey..." diye
söyleniyordu. Cemil ile ninesi gencin otomobiline binerek ilçeye kadar gitti.
Bu arada genç bütün hikâyeyi dinledi Cemil'in ağzından.
Ertesi gün gazeteler genç öğretmenin yaşlı ninesini sırtında taşıyarak
hastaneye götürmesinden bahsetti. Büyük puntolarla, " Bir vefa örneği" şeklinde
başlıklar atıldı. Haberdeki fotoğraf ise bütün hikâyeyi sessizce anlatmaya
yetiyordu zaten.