Sevim, etrafı daha iyi görebilmek için odasının penceresindeki tülü iyice araladı. İki saattir yağan kar henüz durmuştu. Bu iki saatlik süre her tarafın beyaza dönüşmesine yetmişti.
Karın iyi bir ressam olduğunu düşündü. Baksanıza doğayı nasıl ustaca boyamıştı, üstelik de bunu tek bir renk kullanarak yapıyordu. Bu nefis manzarayı büyülenmişçesine dakikalarca seyretti, öyle ki mutfaktan kendisine seslenen annesinin sesini bile duymuyordu.
Kapının zorlanması ile kendine geldi. Kilitlediği için açamayan annesi zorlamayı bırakıp kapıyı vurmaya başladı. Kapıyı açtı, annesi mutfakta yardım edilmesini istiyordu. Bu isteği yerine getirdi ve tekrar pencerenin yanına geldi. Kartopu oynayan dört çocuk vardı dışarıda. Bir de onların yanından karların içine bata çıka yürümeye çalışan beyaz tüylü bir kedi. Öyle ki rengi nedeniyle dikkatli bakmayan bir göz onun kedi olduğunu fark edemeyebilirdi.
Kedicik yiyecek aramaya çıkmış olmalıydı. Ya diğer hayvanlar? Köpekler, kuşlar ve diğerleri… Bu karda kışta yiyeceklerini, içecekleri suyu nasıl bulacaklardı? Belki de çoğu açlıktan ya da susuzluktan ölüp gidecekti. Bu ihtimal hüzünlenmesine yol açtı. Olayı daha da büyüttü zihninde: Kıvranarak can veriyordu zavallıcıklar! Onlarca, yüzlerce telef olmuş hayvan… Ölüm, kıştan da soğuktu, dondurucuydu. Damarlarındaki kanın çekildiğini zannetti, bütün vücudu titriyordu. Kalorifere biraz daha yaklaştı. Bu olay Sevim’e, babasının ölümünü hatırlattı.
Babasının ölümü aklına gelince, önce sessiz sessiz gözyaşları akmaya başladı; sonra hıçkırarak ağladı. Bütün vücudu sarsılıyordu ağlarken… Ağlamaktan yorgun düşünce yatağına uzandı ve babasının yüzlerini hatırlamaya çalıştı. Onun zihninde babasına ait iki tane yüz vardı: Biri ona sevgiyle bakan bir yüz, diğeri ise korku filmlerinde bile olamayacak kadar korkunç bir yüz.
Babası öldüğünde daha doğrusu intihar ettiğinde Sevim, henüz üç yaşındaydı. Bu korkunç olaya ne olduğunun bile farkında olmadığı bir dönemde tanıklık etmişti. Babası onu seveceği zaman kucağına alır, yüzünü okşardı. Sonra uzun saçlarını işaret parmağına dolar, birazcık çekerdi. Saçı çekilen Sevim de başını kaldırır kendisine gülümseyen babasına bakardı. O gün de öyle olmuştu. Sevim’i öpmüş, başını okşamış, saçını parmağına dolamış; sonra da yandaki koltuğun üzerine oturtup oyuncak bebeğini eline vermişti.
Sevim, oyuncak bebeği ile oynarken kendinden geçerdi. O sırada babasının ne yaptığını o nedenle fark etmedi. Bir sandalyenin üzerine çıkıp bir şeyler yapmaya çalıştığını gördü ise de ne olduğunu anlayamadı. Babasının tavana asılı bedeni sallanmaya başlayınca da olanlara bir mana veremedi. Ama babasının çırpınan vücudunu görünce kötü bir şeyler olduğunu sezdi. Yerinden kalkıp babasına doğru gitti. Boyu ancak ayaklarına kadar yetiyordu. Babasının ayaklarına sarıldı. Bu sarılma sırasında adamın sağ ayağındaki çorabı çıkıp yere düştü. Babasının yüzünü bu şekilde göremiyordu. Ayaklarını bırakıp biraz geri çekilip bakması gerekiyordu. Öyle yaptı. Keşke yapmasaydı. Çünkü babasının oraya buraya doğru sallanan kafasını ve o korkunç ikinci yüzünü gördü.
Ağlayarak odayı terk etti. Apartmandan çıkıp kendisini sokağa attı. Çocuğun bu halini görenler etrafında toplanıp ne olduğunu sordular. Bu sorulara cevap alamadılar, çünkü ne olduğunu bilmiyordu ve anlatamıyordu. Apartmana doğru koşmaya başladı, evlerinin açık olan kapısından içeri girdi. Diğer kişiler de onu izlediler ve ipin ucunda sallanan adamı görünce çocuğun ağlama nedenini öğrenmiş oldular.
İpi keserek adamı aşağı indirdiler. Öldüğünü anlayınca da telaşa kapıldılar. İçlerinden biri polise haber vermeleri gerektiğini akıl edip telefona sarıldı. Az sonra polis ve bir komşusuna gitmiş olan annesi de içerideydi. Kendini yerlere atıp ağlayan annesini oradakiler yatıştırmakta zorlanınca odanın dışına çıkarmaya karar verdiler.
Polisin ve olayı incelemeye gelen savcının dikkatini, adamın tek ayağında çorap olmaması çekti ise de bunun üzerinde fazla durmadılar. Zaten dursalar da nedenini bulamazlardı. Çünkü Sevim bile ayaklarına sarıldığında bu çorabın babasının ayağından çıktığının farkında değildi. Ertesi gün cenaze kaldırıldı. Sevim’i bir komşuları cenaze kalkıncaya kadar evinde alıkoydu. O, babasının gömülmesini ve diğer cenaze merasimlerini o nedenle görmedi. Sadece misafir edildiği evin penceresinden apartmanın önüne cenaze arabasının yanaştığını ve kalabalık bir insan topluluğunun bir tabutu bu araca yerleştirdikleri görebildi. Gördüğü tabutun içinde babasının olduğunu anlamıştı. Pencereye iyice yapıştı. Bir el onu pencere kenarından çekip uzaklaştırıncaya kadar baktı, baktı…
● ● ●
Karanlığı güneşe asıp her anını gece yapmak istiyordu. Her tarafı sıkı sıkıya kapatmasına rağmen odasına, çok az da olsa dışarıdan ışık sızıyordu. Bu sızıntıyı bir yastık ya da örtü ile kapatıyor, başka ışık sızıntısı var mı diye dikkatlice bakıyordu.
Saatlerce karanlıkta gözleri açık oturuyordu. Odasındaki eşyaları belli belirsiz seçebiliyordu. O da gözleri karanlığa iyice alıştıktan sonra. Aslında buna gerek de yoktu, çünkü en ufak eşyanın bile nerede olduğunu gözleri kapalı iken bile bulabilirdi.
Bazen Bahadır’ın hayali gözlerinin önünde canlanıyordu. Hiç gitmesin istiyordu, ama bu hayalin göründüğü noktadan, bir başka yere hafifçe gözü kayarsa da kaybolup gidiyordu.
Bahadır, Sevim on sekiz yaşında iken hayatına daha doğrusu hayal dünyasına girmişti. Odasının penceresinden dışarı baktığı bir gün, karşı binanın önüne yanaşan haki renkli bir cipten inen askeri üniformalı bir genç dikkatini çekmişti. Vakit akşama yakındı. Ertesi gün sabahleyin de gene aynı araca binerken görmüştü. Sonraki günler, sabah ve akşam olmak üzere iken pencere kenarına gelip Bahadır’ı izler olmuştu. İlk başlarda bu sıradan bir olaydı, ama sonradan anladı ki Bahadır’ı görmek onu mutlu ediyordu. Zamanla bu bir tutkuya dönüştü. Tarif edemeyeceği, açıklayamayacağı hoş duygular hissediyordu. Hissettikleri aşk mıydı, başka bir şey mi, bunun açıklamasını yapamıyordu.
Babası öldükten iki sene sonra annesi kendinden yaşça büyük bir adamla evlendi. Adamın maddi durumu çok iyiydi. Sevimli bir insandı. Sevim’e bir kere bile kötü davranmamıştı. Önceki eşinden iki oğlu vardı. Kızı olmamıştı, belki de o yüzden Sevim’i kendi kızı gibi benimsemişti. Elinden tutup parka götürüyor, ne isterse alıyor; hatta annesinin hoşuna gitmese de biraz şımartıyordu.
Ne yazık ki Sevim, dört sene sonra da üvey babasını kaybetti. Sevim bu acının bilincindeydi artık. Çok üzülmüştü ve kendi babasından daha çok bu adama ağlamıştı. Üvey babasının öldüğünü annesinin çığlığından anlamış, hemen yanına koşmuştu. Sonra gelenler adamın üzerine beyaz bir çarşaf örtmüşler, hatta bir tanesi siyah saplı bir bıçağı da bu örtünün üzerine koymuştu.
Annesi bir daha evlenmedi. İkinci kocasından kalan miras rahat rahat geçinmelerine yetiyordu.
Sevim, çok küçük yaşta ölümle hatta ölümlerle karşı karşıya kalmıştı. Etrafındaki insanlara ölüm hakkında sorular sormuş, bazıları yalan yanlış da olsa birçok cevap almıştı. Bu cevaplar üzerinde düşünüp ölüm konusunda kendince bir sonuca ulaşmaya bile çalışmıştı.
Küçük yaşta bu yaşadıkları içine kapalı bir kişiliğe sahip olmasına yol açmıştı. Bu nedenle karanlıktan hoşlanıyor, aydınlıktan kaçıyordu. Karanlığın içindeki kutsal sessizliği hissediyor, bunun verdiği hazla kendinden geçiyordu. Böyle bir duygu başka nede olabilirdi, sorusu aklını kurcalıyordu. Sorunun bir cevabı olduğuna inanıyordu: Ölüm… Evet ölüm…. Sonsuz karanlık, sonsuz sessizlik ve sonsuz haz….
● ● ●
(Devam Edecek...)