Tasavvuf…
Her şeyin Allah’tan
geldiğini bilip kabullenmek. Nasipte ne varsa razı gelip şükretmek.
Hiçbir olay Allah’ın
hükmü dışında ne vuku bulur ne de seyri değişir.
Dolayısıyla tasavvuf
her şeyin Allah’tan olduğunu bilip olanlara kızmamaktır. Tüm olanlar ve olacak
ne varsa ezeli nasiptir.
İslam dini bütün
dinleri içeren ve ilimin en kuvvetli biçimde tezahür edip açıklandığı bir
dindir. Kısaca İslamiyet herkesin kendinden çok şey bulduğu evrensel mahiyette
olma özelliğini hep taşıyacaktır.
Diğer bir deyişle
tasavvuf, insanın insanlığını keşfe çıktığı ve insanın insanlığını bulma
yoludur. Bu açıdan yaklaşılırsa; tasavvuf dinin güzel ahlakla yaşanmasıdır.
Edep, tasavvuf anlamı taşıdığı için edepli yaşamak her yaradışta, her yaşantıda
ve tüm gidişatta Allah’ın isimlerini görerek hiçbir şeyde Allah’ın haricinde
bir varlık olmadığına kanaat getirip, yegâne varlığın ve en büyük gücün yüce
Allah olduğunu idrak edip kabullenmektir. Ve diğer bir açılımla mutasavvıf
bunları gönülden ve derinden yaşayıp hisseden kişidir.
Mevla’ya giden tek yol
aşktır. Tevazu ile adımlanan bu yolda tüm duygular nihayette aşka dönüşür. Bu
yüzdendir ki aşk denen mefhum insanlığın elindeki en etkili ve de tek silahtır.
Gönlümüzü ruhumuzu temizleyen ve bizi hakikate ulaştıran en yüce mefhum.
Biz kulların Mevla’ya
duyduğumuz bu yoğun duygu ile her daim diri kalmak bizi biz yapan ve tek mefhum
ve kâinatın tüm sırrı işte tam da burada vuku bulur.
Yüce dinimiz evrensel
mahiyette tüm insanlığı bir arada bulunmaya çağırdığı için ezelden ebediyete
İslamiyet evrensel olma özelliğini sürdürmüştür ve sürdürecektir de.
Ne nefret barınır
dinimizde ne de öfke. Tüm menfi duyguların bertaraf edilmesi dolayısıyla da
hoşgörü ve sevgi hep ön plandadır.
Hz. Ali Sultan’ın; ‘’Bu
dünyada ilmin sonu cehalettir.’’ Sözünü feyiz aldığımızda göreceğiz ki ne
öğrenmenin ne de bilginin ve ilmin sonu var.
Bir kılavuz niteliği
taşıyan Mesnevi hep şunu savunmuştur: ‘’Kötülük biz insanların bakış açısından
doğan menfi bir duygu olduğu için, hepimizin özünde temizlik ve saflık
vardır.’’
İlahi bir mefhum olan
aşk ile hidayete ermek öyle olasıdır ki aşkı âlemin yaratılış sebebi olarak
tanımlayabiliriz.
İslami açıdan
irdelediğimiz zaman aşk iki kola ayrılır:
-Beşeri Aşk ve
-İlahi Aşk
Mecazi aşk olarak da
tasvir edebileceğimiz beşeri aşkta insan dünyevi bir duygu ile bağlanır
karşısındakine.
İlahi aşkın boyutu çok
daha engin olup, biz kulların Rabbimize duyduğu engin sevgi ve ulaşma arzusu
ile dolu olmamızdır.
Büyük mutasuvvuflar her
ikisini de aynı potaya koymuşlar ve ilintili gördükleri bu iki seçeneği birini
diğerine ulaşmada vasıta olarak görmüşlerdir.
Biz insanlar mecazi aşk
vasıtasıyla yolumuzu bulup İlahi Aşkı duyumsarız. Kısaca hakiki aşka giden
yolda köprüdür mecazi aşk.
Mecnun’un Leyla’dan
Mevla’ya ulaşması, Ferhat’ın Şirin’e bağlanması gibi örnekler de verebiliriz.
Bununla birlikte
Mevla’ya ulaşmak için her zaman için mecazi aşk gerekmeyebilir de. İki aşk
arasında bir duraklama alanı olarak platonik aşkı ya da bir diğer deyişle
felsefi aşkı da irdeyebiliriz.
Yunus Emre’nin
dizelerinde dediği gibi:
‘’İşidin ey yarenler
Hem cefadır hem sefa
Kıymetli nesnedir aşk
Hamza’yı attı Kaf’a.’’
Bir diğer açılımı ise
İlahi aşkın; gönlün Allah’a verilip addedilen paye meselesidir.
Temeli aşk ve cezbedir
tasavvufun. Cezbeyi tanımlamak gerekirse; irade dışı Allah’a yönelip, İlahi
aşka vakıf olmaktır. Ne zatını tasarlamak mümkündür O’nun ne de tahayyül etmek.
Ve biz kullar ibadetlerimiz vasıtasıyla bu yüce duyguya nail oluruz. Hisseden
nefsimiz değil ruhumuzdur.
Mutasavvufların övdüğü
ruhun karşı cinse olan aşkı olan beşeri aşk yine onlar tarafından İlahi aşka
geçişte bir vasıtadır. Ve edebiyatımızdaki mesnevilerin konusu genelde bu
yöndedir.
Mürşidi Kamil ilk adım
olarak nitelendirilebilir. Mürit ilahi aşkı önce mürşidine karşı yaşar, mürit
onu görünce cezbeye tutulur. Zira mürşit bir nur ve feyiz kaynağıdır. Manevi âlemde
mürşit onu Rasululallah’la tanıştırır. Gelinden bir sonraki makamda bahsi geçen
ulaşılmış olan ‘’İlahi Aşk’tır.’’
Demin de bahsolduğu
üzere en faydalı şekli bu hissiyatın yaşanmasında ibadetlerimizdir. Ve hiçbir
dünya nimeti ibadetlerin verdiği huzuru ve lezzeti vermez de. İşte bu gerçektir
İlahi aşkın tecellisi. İbadetler nezdinde yaşanan, İlahi aşkın tamamen bir
yansımasıdır.
Sonuç itibariyle
görülen ve vardığımız nokta şudur ki; sevgi ve aşk bizlere bahşedilmiş büyük
bir lütuftur. Dinimizin, insan olmanın tek gerekçesi ve hayat ışığımız ve bizi
biz yapan, yolumuzu aydınlatan ve sonsuza kadar da aydınlatacak olan.