Bazen demlenip giderken
yürüdüğüm yolda nasıl da özümsüyorum hayatı hem de en ince detayına kadar.
İnim inim inlerken onca
mazlum ve sızlarken yürek denen, kelimeleri tüketiyorum. Ve derken İlahi Gücün
yardımıyla bir bir tecelli ediyor içimden tüm geçen. Tek tek sıraya sokuyorum
duygularımı ve kontrolden geçiriyorum her birini naif ve eşsiz bir süzgeçten.
Zira öylesine mecburum ki ve bir o kadar da kifayetsizim ki gördüğüm
densizlikler karşısında.
Ah gönül gözüm, ah
Rabbim ve binlerce kez ah ediyorum. Ne kırgınlık var yüreğimde ne de acı.
Tarifi imkânsız bir sızı var sadece. Nasıl olmasın, nasıl demlenmez görüp
duyduklarım.
Biri yer, biri bakar da
kıyamet ondan kopar, demiş atalarımız. İşte bu değil mi tüm bu yaşananlar.
Mecazi bir anlatım ama
bazılarının sınırsız imkânları ve çoğunun yetmeyen gücü. Bırakınız gücü mecali
bile yok çoğu insanın. Ama gelin görün ki; bunu bir de hak ve imtiyaz
sahiplerine sorun.
Sözüm ne sana ne ona ne
de belirli bir kitleye. Ama gözün gördüğünü nasıl inkâr edebilir yüreğim. Nasıl
inkâr edebilir yüreğin, yüreğiniz tabii ki halen bir yürek kaldıysa bunca
acımasızlık ve haksızlık hüküm sürerken.
Hangi birini dile
getirsem ki… Tek tek gözlemlediklerim mi, göremeyip hissettiklerim mi ya da
hepimizin görüp de görmezden geldiklerimiz mi…
Sonra da gelip
soruyorlar bana: ‘’Bu kadar mı umutsuzsun ya da gerçek midir yazdıkların ya da
bir hayal ürünü mü?’’ diye.
Ne fark eder ki,
söyleyin ne fark eder?
Ha ben, ha siz ha
kıyıda köşede yaşanan acılar.
Sonuçta tek hâkimi değiliz
ki bu âlemin. İddia ediyorum ki; birimizin acısı her birimizden sorulmalı. Ve
iddia ediyorum ki; birimiz aç ve mutsuzken diğerimiz ya da her kimse
aldırmazdan gelmekte.
Büyük bir yanılsama
içinde sayısız insan ve bir o kadar duyarsızlık yaşanmakta. Öyle ki; dile
getirsem bir bir, taşa tutulurum, biliyorum. Bu yüzden soyut bazda geçiyorum
gerçekleri.
Somut ya da soyut… Ne
fark eder, bir kez daha soruyorum. Mühim olan gerçekler ve yaşananlar değil mi?
Çoğu mefhum anlamını ve
yetisini yitirdi. Çok bariz ve bir o kadar da yalın bir tespit bu gerek şahsım
adına gerekse hem fikir olanların düşüncesi doğrultusunda.
Ne şahıslar mühim ne de
somut veriler. Zira biraz dikkatlice bakarsak etrafımıza binlerce örnek görmek
mümkün.
Tüketim çılgınlığının
had safhaya ulaştığı ve dejenerasyonun yoğunlaştığı bir milenyum.
Diğer yanda evsiz
barksız ve türlü sıkıntı ve hastalıktan muzdarip sayısız insan var.
İstatiksel anlamda da
kanıtlanmış bir öngörü üstelik.
Dünya üzerinde bir
milyardan fazla insan açlık ve sefaletle boğuşurken milyarlarca tepkisiz ve
umarsız insanın yer aldığı bir kitle söz konusu.
Uzağa gitmeyelim, şöyle
bir baktık mı çevremize ve unutulmuş bölgeleri, şehirleri gözden geçirdik mi
hatta ve hatta bulunduğumuz şehirde bile azıcık yolumuzu düşürdük mü varlığın
ve insanlığın uğramadığı semtlere kolayca aklımız başımıza gelecek.
Evladının işitme
cihazına katkıda bulunmak adına, emekli olmasına rağmen hala madende ter döken
ve nihayetinde evladıyla birlikte Hakkın rahmetine kavuşan bir kardeşimiz konu
oldu haberlere. Ne acı, değil mi; konu oldu diyorum. Bakıp geçtik ve anında da
çıktı aklımızdan. Çıkmasa ne olacak ki söyleyin. Umurumuzda mı? Umurumuzda ya
da değil, ne değişecek.
Hiçbir şey ve hiç
birimiz değişmeyeceğiz. Ne de olsa sadece ve sadece bizi ilgilendiren;
cebimizdeki para ya da kredi kartımızın limiti. Öyle ya, almamız gereken elzem
gereksinimlerimiz var. Gitmemiz gereken tatil beldeleri var. Ne de olsa yaz
geliyor, bronzlaşmalıyız, güzelleşmeliyiz. Modayı takip etmeliyiz ve almamız
gereken son model teknolojik ürünler var. Yoksa nasıl rekabet ederiz
arkadaşlarımızla, dostlarımızla. En iyisi, en güzeli ve en yenisi ve tabii ki
de en pahalısı.
Bu demek değil ki;
kazanmayalım ve harcamayalım. Zira herkes özgür kazandığını istediği şekilde
harcamaya. Ama diğer yandan da biraz insanlığımıza ve vicdanımıza yatırım
yapsak.
Biraz iç dengemizi ve
insanlığımızı sabitlesek. Biraz dizginlesek nefsimizi ve azıcık duyarlı
olabilsek.
Tabii ki; duyarlı
kelimesinin telaffuzu insandan insan değişiyor. En azından kendimizi yerine
koysak bizden yetersiz ve bizden daha zor durumda olanların. Sürekli vurgulanan
bir olgu ‘’empati’’ duygusu. Sözde kalmasa keşke bu moda deyim ve hayata geçse,
hayata geçirilse tarafımızca.
Kısaca, her şey sözde
kalıyor hep de öyle olmadı mı bu güne kadar. Mühim olan; sözde değil özde
vicdan ve muhakeme yeteneğine sahip olmak.
İnsan zihni öylesine
bir formata sahip ki; zaman içinde pek çok veriyi geriye itip, çıkarıyoruz
hayatımızdan. Zira önemsemiyoruz. Önemsesek ve gerçek anlamda vakıf olsak hiçbir
şey kolay kolay unutulmaz.
Yetinmeyi öğrenmeliyiz.
Yeri geldi mi sıkıntılarımıza bile şükredip elimizdekilerin kıymetini
bilmeliyiz. İnsan olmanın gerçeği tam da bu noktada saklı.
Acılarla olgunlaşır
insan ruhu ve yüreği. Ama ne yazık ki; acılar bile unutuluyor zaman içinde.
Yine unutacağız hem de
kısacık bir süre zarfında. Niye unutmayalım ki? Ne gerek var bu acılara
yoğunlaşıp günümüzü ziyan etmeye?
Ne gerek var kâbus
görmeye…
Yeter ki, düzenimiz
bozulmasın, ne gerek var durduk yerde hayıflanmaya?
Lakin unutmamalıyız;
hiç birimiz ölümsüz değiliz. Ve her birimiz bir diğerimizin hayatından bir o
kadar mesulüz.
Tabii ki anlayana.