Adlandıramadığım o
yeknesak hüzün teferruatı yüklenip de seğirttiğim günden geceye ve tutarsızca
addedilen o heyula boşluk gizemi bir nefeste soluklandırdığım ve
anlamlandıramadığım beyhude bir telaş.
Gün, devinir de sona
gelmez iken tahakküm sırdaş bildiğim imgeler, kalem tozu dumana katarken ve
nakaratı yokluğa tekabül eden isimsiz bir şarkı özneyi gizlediğim yüklemi
kaybettiğim. Boyunduruğunda sığınak bildiğim yokluğu ölüm bildiğim ve
kaybolduğum.
Gülmekse en sevdiğim,
hüzün ise en yakışan ve aşk ise kayıp rotamın son seyrinde ahkâm keserken aşk
meleği ve katıla katıla gülerken ben boynu bükük bir köşede soluklanıp yazarken
itirafnamemi.
Asılsız hem de nasıl ve
son sürat ölümü gıybet bilen Azrail.
Devrik bir ömür.
Ve yitik bir aşk.
Nihayeti bir boşluk
belki de rehaveti en derinde gizli.
Nükseden ağır bir sancı
menşei kayıtsız ve bedel ödemekle yükümlü kılındığımız.
Aslı astarı olmayan bir
söylence kulaktan kulağa yayılan…
Hey sen, demek kadar
sıra dışı bir imgelem her bir hecesi yine aşk ile eş değer çünkü tek hece ve
emsalsiz ve kuralları alt üst eden.
Tefekkür kadar gizemi
yoksun kılan ve efkârı derine taşıyan.
An’ın hicranı mı
yüreğin isyanı mı…
Külliyen yalan hele ki
hatırşinas ise o tahakkümperver yakarış tek sığınak ardına kadar açık olmasa da
usulen gölgesine yâd ettiğimiz bir dokunuş kadar hicap yüklü iken varlığımız ve
yoksunluğu yok kılan o yakarışı hak gören devingen bir ruh hatta bir gölge
yalıtılmışlığımızı görmezden gelen.
Cinsiyetsiz sorguları var tüm muğlâk düşlerin çeperinde
kısılı kalmış tek düzeliğin coğrafyasından peydahladığım ve soluklandığım
gecelerde arda kalan ve döşerken ömrü tek bir istikamete denk düşmek kadar
anlamsızlığın sarkacında devindiğim, o sarkıt üzünçlerin tekelinde yaşadığım
bağnaz bir aşktan elimden tek kalan resim iken, kara ve boş bir sayfadaki o
pejmürde istikrarsızlığı gönül rotası kadar soyutlanmak iken hayatın devingen
ruhundaki tek tecelli.
Hüzne delalet bir telaştan ibaret günlük ve istikrarlı
coşkusu yeniden peyda olan varsıl bir yönergeden güne ve an’a uzanan.
Hiçliğime öykünen rugan
çizmelerin uzantısında bir toklukla savaşan aç ruhumun en büyük tezahüratı, o
gölgeli sapkınlığın kucağındaki kılcal damarları ölümün…
Günü birlik telaşları
yok aslında ruh kıyımı şu imge sarhoşu yazınsal bir gösteri iken, avazımın
çıkması bir yana kurak bir bozkırda ürpermek yine güneş iken en kemirgen aşk
tanrısı.
Gölgeli beyanatları var
düş bozumu muğlâk yaratılar iken ölü sevinçlerini sağanağa dönüştüren hibeli
bir coşku kadar serkeş bir tınıya sahip olmanın da ötesinde, kanayan ve kanan
çocuk ruhum.
Kukumav kuşu
coğrafyaların en dik dağıyım, un ufak edilen aşk makamı sözcüklerimin
doğurganlığında esefle kınanırken ve bukle saçlarımın dip karası yalnızlığını
peyzaj bilen o öfkeli kalabalık ne çok yığıntı, rahmetine kapılıp da toz dumana
katarken sanrılarda can çekişen ölümlü bedenim kadar aciz bir tekerleme pelesenk
olmuş iken Yaratıcının gözünde.
Nidaları kayıp bir
şehrin kulpuyum.
Aşkı salkım saçak bir
faniyim.
Bir düş kırıntısıyım
geceden kalma.
Bakir bir aşkın çalıp
çırpan hüznüyüm, gölgesi kayıp bir şemsiyeden arda kalan o ıslaklık iken,
yaşlarımın isyanına kul köle olmuş, yası yüreğin, hele ki; çatık kaşlı bir
imgeyi teğet geçen en aciz özneyim: Batıl ama barınağı yıkık; serkeş ama sızan
sevgi zerreciklerini en büyük hikmet bellemiş.
Zıvanadan çıkan mızıkçı
kelimeler kadar hüzünlüyüm bu gece: Sevgiyi mademki rahmet bellemiş bünyem,
işin içinden çıkamamanın verdiği o hezimete takılı tekerin en kırık namesiyim;
içten içe yanan ve asla da sönmeyecek bir yangınım velhasıl kavuşmamayı tecelli
olarak benimsemektense arayışının hikmetini yine hüsranla eşleştiren en
gerçekçi iklimim; yazı kışına karışmış, saçı başına hele ki salya sümük feryat
figan bir an ki hâsıl olan, gölgesinin hükmünde, rahvan bir yaratıyı ruh
bellemiş ve aşkını mimlemiş…
Soyutlanmaktan öte
somut hiçbir tezahürü yok şu duyumsadıklarımın hele ki dile gelmeyi bir külfet
bellemişken, dillendirmeye asla tahammülü olmayan aciz bir dürtünün
himayesinde, yoksunluğuna muktedir iken koruyucu meleklerim, şeytanı terk
eylemiş bir iklimden arda kalan kayıp bir bulut iken ötelenmeyi marifet
bellemiş ve her nasılsa doğurgan bir rüzgârla üreyen polenleri damıtılmış bir
bitkinin susuz çığlığıyım.
Düşlemsel hezeyanların
rahmet yüklü kırsalına yükümlü bir serzenişle dokunuyorum usul usul.
Düş balyaları ıslak
rahmin, düş yorgunu imgelerin çatlak sesi…
Hükmeden o batıl
ritüeli iken temsili bir aşkın kayıp kahramanları ve en çılgın nidası iken
yalnızlık kadar yakan ve bir o kadar huzur veren…
Hangi piyes ise
ezberinde evrenin ve hangi korunaklı dünya ise sınırları ihlal edilmiş yine de
sonsuzluğun ne bitişi var ne de başlangıcı.
Dirayetim mademki
sınanıyor sorumlu tutulduğum hangi coğrafya olabilir, o isli ve çatal sesi aşk
düşkünü imgeler kadar çığırtkan olamadığım yine de rast geldiğim bir sansüre
hükmeden o göreceli kuvvet kadar tokadını yüreğimde hissettiğim…
Sokak çalgıcılarından
arda kalan bir rivayet ve düş pazarı bir tezgâhta görücüye çıkmış iken aşk… Ne
yalan ne de gerçek ki ortasından ikiye bölünmüş bir cumhuriyet, demokrasinin
telaffuz edilmese de en aykırı imge kadar düşkün ve rahvan bir gölgeye tekabül
ettiği.
İndinde yolsuz ve
yoldaş bir tahakküm, sırtında kambur ve düşkün bir sağanakta tutuklu aşk
kıvılcımları kadar yakıcı belki de doğurgan ve yeri geldi mi en ölümcül
bakteri, türeyen ve türeten ve tüm bağnazlığı ile sarpa sarmış.
İkilem yüklü bir
yüreğin en yalnız ve en ıssız çığlığı, kendine odaklanmış ve her nasılsa
görmezden gelmeyi marifet bilirken tüm yaratıları İlahi Gücün bu yüzden
seğirten en adilane hüzün, eşit dağıtıldığına hükmetse de Yaratıcı, en ağır yük
yine yokuş yukarı o kamburu tetikleyen.
Gönülsüz bir sürecin en
aykırı zaman dilimi.
Suretsiz bir resmin en
soluk ve anlamsız tınısı yine de rahvan bir tüketilmişliğin en sıra dışı
uzantısı bir şekilde sonsuzluğu boykot etmekle kalmayıp, sağdıcı tüm
tükenilmişliği beslerken…