Gördük ki Ankara soğuk, Ankara uzak, Ankara tuzak, Ankara kızak gibiydi. On iki eylülden üç ay sonraydı Ankara’ya ilk gittiğim… Askeri darbe yeni yapılmış, asker kendi kendini yönetemeyen siyasi yönetime el koymuştu. Veya öylesi bir tabir uygun görülmüştü. Birçokları için on iki eylül kara eylül olmuştu.

Yıllar sonrasında ABD’de, on bir eylülde yaşanacak ikiz kulelerinin başına gelenlerden daha etkili ve tesirli… Gerçi on iki eylülü ne sağcılar ne de solcular kabul etmiyordu. Kabullenmiyordu.

O günler, seslerini çıkaramasalar da ilerleyen zamanlarda, hatta darbe yapanların yargılanmalarını ve cezalandırılmalarını istiyorlardı. Darbeciler, iki tarafa da yaranamamıştı. Çünkü en çok ezilip büzülen de sağ ve sol adı altında olaylara karışan ve karıştıranlardı. Gerçi onlarda zaten bu millete yaranmak için yapmamıştı.

Nasıl olsa “Bizim çocuklar işi becerdi” diyebilen birilerine sırtlarını dayamış, onların memnuniyeti vardı.

Bu ülke, bu ülke insanlarının atlarının nalları altında ezdikleri ve gezdikleri ülke toprakları için bir bedel ödemeleri gerekiyordu. Bu bedelse kansız ve cansız olmazdı.
Haklı yönleri de yok değildi hani…

Ama oluk oluk akan kardeşkanının durmasına, yeni bir devrin başlaması açısından da iyi ve güzel olmuştu. Yeni oluşumlara ve değişimlere sebep olmuştu. On iki eylül demokratik ortamda sorgulanabilmeli ve yeniden yargılanabilmeli…

Darbeyi yapanlar peygamber torunu değiller ya tabii ki onlarda kendi inanç ve aldıkları talimatları yapmaktan öteye gidemezlerdi hani…

Yaptıklarını sonradan halka onaylatarak kendilerini ibra ettirmek yapıla gelen usullerdendi. Bizde asker; seçilmişler karşısında otonom bir yapı içindedir. Ne kadar şeffaf olacağına, hesap verip vermeyeceğine kendisi karar verir. Hiçbir sivil otorite askerin nasıl davranacağına karışamaz. Askeri harcamaları denetleyemez. Doğru sivilin kim olduğuna bile askeriye karar verir.

Cumhuriyeti kuranların kendileri olduklarına, böylelikle ülkenin gerçek sahiplerinin kendileri olması gerektiğini, tüm stratejik sözleri askerin söylemesi gerektiğine, ülke içinde her türden insan olduğundan; faaliyetleri gizlilik içinde yürütmenin bir zaruret ve gereklilik olduğuna inanmaktadırlar.

Sivillerin bu durum karşısında sadece şikâyet etmekte, yeri geldiğince yağcılık, yeri geldiğinde horlama taktiği ile sivil/asker ilişkileri hiçbir kimsenin adam gibi çıkıp söyleyemediği bir güvensizlik içinde yürümektedir. Bunun dünyada bir benzer örneği de yoktur.

Bu ülkede askeri alımlarının mantığını, ölçüsü ve amaçlarını asker belirler ve siviller sadece buna itaat eder. Ne kadar doğru bir uygulama olduğunu, hale kadıysa bu milletin vicdanına havale etmek gerekir.

Yine bizde askerler fırsat buldukça, her konuda konuşurlar da ekonomiden konuşmazlar. Güvenlik dâhil her şeyin altında yatan neden ekonomi değil midir? Üreten toplumun dışındakilerden iktidar çıkarmak ne kadar sağlıklıdır? Askerler ekonomiyi öğrenmediği sürece bu milletin öğreneceği daha çok şey vardır.

On iki eylülle altı yüz elli bin tutuklama, bir buçuk milyonun üzerinde fişleme, iki yüz elli binin üzerinde dava, yedi bin idam istemi ve elli idam gerçekleştirme, yirmi dört bin derneğin kapatılması gibi birçok şeyin şekli ve şemalı değişmişti.

Koca bir kuşak kıyma makinesinden geçirilmişti. Birçok insanın haksız yere umutları, hayatları ve gelecekleri karartılmıştı. Sapla samanın karıştığı olmuş, kurunun yanında yaşta yanmıştı. Yanan yaşların hesabı, yakanlara sorulmadı, sorulamadı.

Askeri darbe öncesinde her gün patlayan bombalar, faili meçhul cinayetler, her gün otuzun üzerinde ölüm olayının olması ortalığı toz duman etmişti. Bir kurtuluş savaşından çıkarcasına, anarşinin kol gezdiği, sağ ve sol adı altında çınar gibi gençlerin vurularak devrildiği, hayatın ve hayat güvenliğinin olmadığı acı ve karanlık günlerdi.

Liseyi bir yıl önce böyle arbedeli bir ortamda bitirmiştim. Babam “Ben zorla bir oğlan büyüttüm. Onu da bir kör kurşuna kurban veremem” diyordu. Üniversiteyi kazansam bile salmayacaktı. Ama on iki eylül bu kıyıma sünger çekmiş gibi olmuştu. Eleştirilecek birçok yönü yanında güzel yönleri de oldu…

Aslında 12 Eylül öncesinde yaşananların, Türkiye’yi kamplara bölenlerin araştırılıp, filminin çekilerek halka anlatmak gerek. Artık Türk insanının gözleri açıldı. Eskisi gibi oyunlara gelmiyor.

Türkiye’de devlet tornadan çıkmış gibi birbirine benzeyen insanlar istemenin hatasını yaşamaya devam etmektedir. Farklılıklar aykırılık gibi değerlendirilmekte, ciddi bir tehlike olarak adlandırılmaktadır.

Hâlbuki her farklılık devletin ve milletin gelişmesi ve ilerlemesi için elzemdir. Bu gerekliliği ortadan kaldırmak, ilerisi için telafisi imkânsız zararlara dönüştüğünü görmeyecek kadar basiretsizliği kendisi de birlikte yaşamaktadır. Tüm farklılıklara devletin yapısında ihtiyaç vardır ve gereklidir. Bir duvarda dolgu malzemesine ve köşe taşlarına ihtiyaç olduğu gibi…

Bu gün Türkiye’nin bağımsızlığını tehdit edecek seviyeye gelmesi, şikâyet edilen halkın değil, yönetenlerin yanlışıdır. Hiçbir ideoloji asla amaç olamaz… Ancak araç olabilir. Devlete hükmedenler yanılgı ve yanlış içindedirler. Problemi çözmek isteyen teşhisi koyar, en uygun çözümü bulur… Ya problemi çözmek isteyenler problemli ve teşhis yeteneğinden uzak ise…

Ne olduğunu yıllardır hep birlikte görüyoruz… Daha analiz aşamasından başlayarak; Kürt’ü bölücü, Müslüman’ı gerici olarak adlandırarak ihanet suçuyla insanını heder edersen başından bela ve musibette asla eksik olmaz…
...

(...Devam edecek...
( Gamzeli Şafak-2 başlıklı yazı KOCAMANOĞLU tarafından 14.02.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.