...
Yüreği yüreğime denk bir sevda arıyordum. Birçok hususta seninle eşit değildik. Mutlu evlilikler muvazene-denge istermiş.
 
Denklik istermiş. Aramızda o da yoktu veya ben öyle görüyordum… Birçok kızlar sen de bir apartmanın gölgesinde yetişen cılız otlar gibiydin. Narin ve zayıftın. Ne gün yüzü, ne taş toprak, ne zorluk ve güçlük görmüş, bilmiş, tanımış değildin.
 
Hayatı, hayatın müşkülatlarını hiç tanımıyordun... Gönlünde ülküden, idealden eser yoktu. Bir mefkûre taşımıyordun. Yakınlarında mefkûre ve ideal taşıyanlarla da karşılaşmamıştın. Umutsuzluklar ve yanlışlıklar üzerine kurulacak bu yuvanın içinde muzdarip olacaktın.
 
 Ne benim sizlerden birini, ne de sizlerden birinin beni mesut edebilme ihtimali hiç mi hiç görünmüyordu. Ayrı dünyaların, ayrı diyarların insanlarıydık.
 
 Dış dünya ile irtibatımızı göz, kulak, dil, el sağlamakta ise de uzaklara açılan kapı mesabesinde olan gönül ve onun tercümanı hislerim farklı şeyler söyler duruyordu.

Ahlak anlayışımız, dünya görüşümüz nasıl da değişiyordu. Bazen bu ülkede insan olmak insana zarardan başka bir şey getirmiyordu. Biraz da hayvanlığı tecrübe etmek ise dürüst insan gibi bizim de harcımız değildi…
 
Taşı toprağı altın, insanları mutsuz şehirler türemişti… İnsanlar yalnızlıklarını televizyon başlarında, büyük alış veriş merkezlerinde ya da bilgisayar başlarında geçiriyorlardı… Az gülüyorlardı… Birbirine gidip gelmiyorlar, gece oturup, gündüz uyuyorlardı…
 
Ailece bahçelerinde kahvaltı edemedikleri için giderayak ayakta poğaça yiyorlar, düşünmüyorlar, “nasıl olsa birileri düşünüyorlar” diyorlardı…

Reşat Nuri’nin “Yaprak Dökümü” adlı romanında anlattığı; üst üste çöküşleri ve çözülüşleri yaşayanlar bizim toplumun hayatından bir kesit vermiyor muydu?
 
Eski ahlak anlayışımın, güzel değerlerimizin, erdemlerimizin, iyiliklerimizin nasıl kaybolduğunu, toplumun hiç değilse bir bölümünün nasıl ahlaki bir düşüşü yaşadığını acımasız bir üslupla anlatmıyor muydu?
 
Yeni hayat tarzının, insanları nasıl yozlaştırdığını, nasıl kendine uydurduğunu, uymak istemeyenleri de nasıl ezip geçtiğini dile getirmiyor muydu?
 
Fakat bütün bu güzelliklerin, iyiliklerin, erdemlerin kayboluşu, bütün ahlaki değerlerin bir bir ortadan kalkışı, paranın her şey olarak görülüşü ve her şeyin yerini alışı maalesef sadece imparatorluk Türkiye’sinin son yılları ile Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk yıllarında karşımıza çıkan bir olgu değil miydi?

Reşat Nuri, Peyami Safa ve Yakup Kadri’nin romanlarında geniş bir şekilde konu olan bu olgular, o yılların Türkiye’sinde, ancak çok küçük bir kesimiyle karşımıza çıkmıyor muydu?
 
Koca bir imparatorluğun enkazından yeni bir Türkiye çıkarmak, milli mücadeleyi başarmak, elbette bu milli mücadele; çalışkan, fedakâr, onurlu, erdemli ve yüce insanların şahlanışıylaydı. Hayattan ve paradan daha değerli şeylerin olduğuna bütün samimiyetiyle inanan kahraman insanların destanı değil miydi?
 
 O devrin Türkiye’sinde yaprak dökümüne uğrayan insanlar elbette vardı. Sayıları hiç de önemli miktarda ve nispette değildi.
 
 Günümüz Türkiye’sinde olup bitenleri okudukça, dinledikçe ve gördükçe Türkiye’nin asıl yaprak dökümünü şimdi yaşadığını daha iyi anlıyoruz.
 
 Hem de korkunç bir yaprak dökümünü... İnşallah bu sonbahar uzun sürmez ve güzel bir bahara müjdeci olmalıydı…
...
DV
...
Ank-310706

( Bir Sonbahar Günü -2 başlıklı yazı KOCAMANOĞLU tarafından 7.08.2011 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.