"Canı uğruna, gözünü kırpmadan vatanı savunan aziz şehitlerimizin anısına..."

Gün ince ve uzun bir sokaktan geçiyor gibi nefesini içine çekti. Zaman yaralı kuş kanadını iyileştirmek için peş peşe sıralanmıştı. Oysa hem kuşun hem de kanadının bundan haberi bile yoktu.
- Kendini ara dedi arkadaşı ona.
- Bir çığlık koparırcasına bağırman, insanların senin yardımına koşmanı sağlamayacaktır. Feryadını içine göm ve iyileşebilmek için güç topla dedi. Sonra bu topladığın gücü kanadının dört bir köşesine dağıt ve göklerde kanat çırpacağın günleri hayal et.
Tek bir cümle döküldü, katılaşmaya yüz tutmuş kuşun kahverengi gagasından.
- Nerede güç?
- İçinde dedi arkadaşı… Özünde ve kendinin derinliklerinde diye ekledi. Bu güce ulaşmalısın. Yaşamak için, güneşi görebilmek, telgraf tellerine konup dinlenebilmek için bu güce ulaşmalısın, sözlerini söyledi.

Katılaşmaya yüz tutmuş kuş, gagasından birkaç cümle daha dökmeye ihtiyaç duymadan kırık kanadını acı içerisinde toplayarak yerlerde sürüye sürüye arkadaşının bahsettiği özündeki gücü aramaya çıktı. Bulduğu yerde onu kanadı için koparıp alacak, sonsuza kanat çırpmayı deneyecekti.

Sessiz gecenin soğukluğunda askerler, Ali İhsan Çavuştan bu hikâyeyi mutluluk gözyaşları ile dinlemişlerdi. Saat 2.30 olmuştu. Ali İhsan Çavuş, gözyaşlarımızı yutmadan önce, kanadı kırılmış vatanımızı ancak gücümüzü özümüzde arayarak tedavi edebiliriz dedi.

Karargâhın içi, sigara dumanı ve kasvetle dolmuştu. Yarın zorlu bir gün olacaktı. Bunu müjdeleme görevi de Ali İhsan Çavuş’a tevdi edilmişti. Müjde idi, çünkü zafer marşları Türk lisanı ile söylenecekti. En azından Ali İhsan Çavuş buna öyle inanmıştı.

Takvimler, 17 Mart’ı işaret ediyordu. Ali İhsan Çavuş, kaputunun cebinden buruşmuş sigara paketini çıkararak, bir sigara yaktı. Dudakları arasından sayıklamalı bir sesle:
- Kuş kanadı… dedi.
- İçimizdeki kuvveti arayacak, bulacak ve onunla sonsuza bayrak asacağız diye ekledi.

Askerlerin gözleri parladı. Derme çatma bir karargâhın içinde yirmiye yakın asker vardı. Yarını bekleyen ama sadece yarını… Öbür günü olmayan bir yarını yaşayacak yirmi kadar asker oturuyordu.
Ali İhsan Çavuş o gece sabaha kadar Mehmetlerle konuştu. Sadece konuşmadı, koklaştı, sarıldı, güldü. Hep beraber ânı yaşadılar, özlemlerin nabzını tuttular.
Karargahın orta yerinde birbirine eklenmiş tahta parçalarından kurulu bir masa duruyordu ve masanın ucuna ilişmiş iki dirsek. Efe Ömer derledi bu dirseklerin sahibine. Yağız, yahşi ve yaman bir delikanlı idi. Düşünceli idi Efe Ömer. Geçmişteki günlerinin ibrişimine dokunmak istedi bu gece. Ali İhsan Çavuş’un söylediklerine kulaklarını tıkayarak mazideki günlerini dinledi.

Köydeki gölde boğulmak üzere olan arkadaşını kurtardığı günleri hatırladı. Bu olaydan sonra köylünün ona "Efe" ismini taktıkları zamanı geçirdi hafızasından. Arkadaşının anasının, gözlerinden öptüğü anı ve o anın doğurduğu heyecanı yaşadı doyasıya…

Sonra arkadaşının deniz eri olduğu gün geldi aklına. O da arşı dize getiren bu mücadelede yerini almıştı. Fakat onun yeri de boş kaldı diye geçirdi içinden. Köydeki gölün yutamadığı arkadaşını deniz çekmişti koynuna… Çekmişti de, köye haber salmıştı dalgalar. Dalgalar, gözü yaşlı ananın göğsünde parçalandı. Nidalar, sedalar arş-ı âlayı sallandırdı. Feryatlar babanın boğazında düğümlendi. Düğümlenmesine düğümlenmişti fakat şehit denizcinin babası, daha on yedisine erişememiş ikinci oğlunu kolundan tutarak, kendisi ile beraber düşmanın önüne dikilmek için bahriye nezaretine koşmuştu. Ciğeri dağlı baba, kesilen bir sakal iki tane biter dedi. Bitmeliydi de…

Efe Ömer gözlerinden üç damla yaş akıttı. Biri arkadaşı, biri onun babası, diğeride arkadaşının kardeşi için…
Odun kesmek istiyordu şimdi canı. Kendini kuş gibi hafif hissettiği zamanlar odun keserdi. Kuş deyince aklına Ali İhsan Çavuş geldi. Ali İhsan Çavuş ve kanadı kırık kuş… Kuş gibi hafif olmayı sildi aklından. Kanadı kırık bir kuştu çünkü şimdi vatan.

T…. Köyündeki anası kim bilir belki yarın odun kesecekti. Hava soğuktu. Evde iki küçük kız kardeşi dışında kimse kalmamıştı. Anası yine tandırda ekmek pişirmek ve ısınmak için baltayı oduna vuracaktı. Efe Ömer de Anasının oduna vurduğu baltayı düşünerek, düşmana vuracaktı süngüsünü.

Cebinden eski bir kağıt parçası çıkararak birkaç damla şiir karaladı. Tekrar cebine götürdü elini, küçük bir Mushaf çıkararak bir parça okudu. Sayfaları karıştırdı. Gün ağarmaya başlamıştı. Onbaşı Hasan, gaz lambasına üfledi. İçerisi alaca karanlığa merhaba demişti. Efe Ömer sayfaların arasından birkaç saç teli çıkardı ve aynada kendisini seyreder bir eda ile yavuklusunun saçlarına gözlerini bıraktı. Dokundu onlara, sevdiğinin elinden tutar gibi…

Karargâhın biraz ilerisinde büyük bir patlama oldu. Hiç kimse şaşırmadı. Ali İhsan Çavuş:
- Vakit tamamdır aslanlar, haydin silah başına, dedi.
Ali İhsan Çavuş bunu neden söylediğini bile bilmiyordu. Zaten bu ses birliği harekete geçirmişti. Yapılacak işi herkes ezbere biliyordu. Bütün tabur derhal siperlere sıralandı. Başka milletlerin müdafaadan ümitlerinin kesildiği anda, Efe Ömerlerin taarruzu başlamıştı.

Güneş gülümsemekten kaç defa bıkmış, kaç defa Gelibolu’yu yalnız bırakmıştı, kimse bilmiyordu. Işık topacı Anafartalar’a bazen doğuyor, bazen yeniden terk ediyordu Anafartalar’ı.

Her gün güneş kimseden habersiz doğardı. Seher vakti kuşlara, dağlara, ağaçlara ayrılmış bir zamandı. Bu sebeple erken vakitleri sadece tabiat doyasıya yaşardı. Fakat sayısını Efe Ömer’in bile çıkaramadığı günlerce, güneş Türk ordusuyla beraber doğuyordu.Yorulma, bitme ve tükenme kavramlarını Başkumandan, Mehmetçiğin beyinlerinden çıkarmıştı. Devletin bekasının tükenip bitmemesi için, onların bitmemeleri, tükenmemeleri gerekiyordu. Gerekirse Türk'ün aşık olduğu şehâdet şarabı dahi içilmeden geri gönderilecekti. Bu gün vatanın nefere ihtiyacı vardı. Ölmemeliydi Efe Ömerler…

İngiliz ve Fransız Marmara’ya geçebilmek için dört beş koldan yükleniyordu. Fatihlerden kalan miras-ı mukaddes İstanbul’umuzu işgal etmek ve ardından da büyük çıkarları uğruna Süveyş kanalı ve Mısır üzerindeki tehditleri ortadan kaldırmak istiyorlardı. İngiliz karargâhında Hamilton, şapkasını hışımla yere vurdu. Ardından tüm komutanları odasından kovdu. Şimdi oda da tek başına idi ve titreyen dudaklarından isteksizce şu cümleler döküldü:
- Anlaşılan Çanakkale bize çukur kale oldu.
Ve ilahî perde kapandı.

***

Savaş meydanından kanlar akıyordu. Kesilmiş başlar, süngülenmiş sineler, Conkbayır’ını daha da göklere yaklaştırmıştı. Bu bir vahşetin tablosu idi: Bir yanda vatan, diğer yanda çıkar aşkının çarpışma tablosu.

Mehmetler, Hasanlar uzanmış yatıyordu. Ali İhsan Çavuş eli silahında, silahının ucunda süngüsüyle kıyasıya savaşıyordu. Haftalar önce tatlı maziyi karargâhta tellendiren Efe Ömer tatlı mazide uzanmış yatıyordu. Efe Ömer toprağa sarılmış üşüyordu… Savaş devam etti. Anafartalar’da, Conkbayırı’nda… Ağıtlar sürecekti zamanlarca. Efe Ömer üşüdü…

Ali İhsan Çavuş, geçmişteki akıncıların ruhunu bahtiyar kılarcasına ve sırtlanların üstüne aslan kesilmişçesine atıldı. Fakat Efe Ömer üşüyordu…

Ali Çavuş, bir aralık derin bir nefes aldı. Etrafına bakındı, yanı başında uzanmış tanıdık birkaç çehre gördü. Birden sanki zaman durdu. Ali İhsan Çavuşun gözleri, üşüyen Efe Ömer’in vücuduna mıhlanmıştı. O an içine birkaç damla kan aktı. Kan, içindeki boşluğa kızıl bir lav kütlesi gibi indi. Fakat yakmadı gönlünü, hatta serinletti; berd ü selâm oldu Ali Çavuşa… Savaşmayı bırakıp, koştu üşüyen bedenin yanına. Eğildi, nabzını yokladı. Bir taraftan gözlerinde birikmiş yaşları silmeye çalışırken, Efe Ömer… Efe Ömer… Ömer’im dedi.

Güneş batmaya, Anafartalar’dan çekilmeye başlamıştı. Çavuş, iki eliyle başını kavrayarak, güneşe kaldırdı bakışlarını… Kolay değildi, ordu yiğitlerinden birini yitirmişti. Ali İhsan Çavuş:

- Bir güneş yukarıda battı, bir güneşte yerde…
Diye söylendi, gözlerini bir an olsun kırpmadan. Yanı başında Efe Ömer’in cebinden fırlayan bir kitap duruyordu. Çavuş, kitabı ellerinin arasına aldı. Bu, uğruna yüz binlerce, milyonlarca can feda edilen Kurandı. Sadece gülümsedi Ali Çavuş, ağlamaklı bir eda ile… Efe Ömer’in ardından birkaç ayet okumak istedi. Fakat savaşa gitmeliydi. Kitabı uğruna, vatanı uğruna… Bu sebeple Mushaf’a sadece sarılmakla yetindi, öptü onu, alnına götürdü saygıyla. Sonra bir daha sarıldı Kuran’a, Efe Ömer’i kucakladığını sayarcasına.
Kitabı aldı, cebine koyacaktı ki sayfalar arasında bir şeylerin olduğunu fark etti. Mushaf’ı açtı ve sayfaların arasında buruşmuş bir kağıt parçasının içinde bir tutam saç gördü. Saçların neyi ifade ettiğini sanki önceden biliyormuşçasına boğuk bir sesle,
- Efem… Ömer’im… dedi.
Buruşmuş kâğıtta yazılı bir mısralık şiiri gözyaşlarını salıvererek okudu. Bütün dünyanın duymasını istiyordu:

"Anne dedim bırak harbe gideyim
Vatan düşmanını berbat edeyim.
Asıl anam vatan seni nideyim
Vatanımı çiğnetmem ben düşmanıma…"

Ali İhsan Çavuş, bir tutam kınalı saçı kağıdın arasına iliştirerek, Efe Ömer’in cebine koydu ve atıldı düşman saflarına… Efe Ömer toprağa sarılıydı fakat üşüyordu.

T…. Köyünde, şehit anasının kesilmiş odunu kalmamıştı. Tandırda ekmek pişirmek gerekiyordu. Kadın eline baltayı alarak odunluğa girdi. Ömer’im gelinceye kadar odun kırma işi de bize kaldı dedi. Ağrıyan beline aldırmadan baltayı oduna vurdu… vurdu… vurdu…

( Gözyaşlarımızı Yutmadan Önce başlıklı yazı SönmezKORKMAZ tarafından 18.03.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.