FAÇA
Adil…Basık burnuna,
kısmen dökülen saçlarına kaşındaki faça eşlik ediyordu. Elinde tespih vardı. Sabretmenin
önemini bilirdi aslında ancak o tespih gardaş dediği bir abisinden hediye
gelmişti, o yüzden taşıyordu. Ağır ağır ve emin adımlarla yürürdü çünkü acelesi
yoktu, zaten zamanında aceleci davrandığı için dökülmüştü saçları. Uzaktan
görseniz kim bu yabani dersiniz ama Adil göründüğü gibi değildi. Herkes
gibi…Sivri davrandığı zamanlardan hatıra olan façasıyla limoniydi. İstemiyordu
onu yüzünde. Geri dönüşü olmayan neleri bilirsiniz? Söylenen söz, atılan ok, geçen
zaman, sarf edilen emek…Faça da bunlardan biriydi.
Yeşillikler
arasında yürümeyi severdi. Cangıl cungul kalabalıklar ona göre değildi. Huzur
arıyordu ve bu huzuru temiz hava ,kuş, rüzgar, su sesi ve toprak kokusu ile
bulacağını biliyordu. O yüzden parkları tercih ederdi çoğunlukla yürümek için. Kalabalıkları
sevmezdi yine de çocuk sesleri onu mutlu ederdi. Neşe diye bir duygu olduğunu
çocukları ve onların seslerini duyunca hatırlardı. Çocuklar vardı sevinçten
gülen, çocuklar vardı bak bak nasıl da zıplayacağım şimdi diye bağıran, bir
çocuk vardı top oynarken ben kaleci oyuncuyum diye mızıkçılık yapmayan. Bu
çocuk geleceğin kurtuluş anahtarı olabilir tabi düzgün eğitim, düzgün aile, düzgün
arkadaşlar ve daha pek çok değişken olumlu olduğu takdirde.
Sıra sıra
ağaçların karşılıklı dizildiği parkta ağaçlar altında banklar da vardı. Adil
banklı ağaçların olduğu yola girdi, biraz dinlenmek istedi. Karşılıklı 7 sıra
halindeki 4.banka oturdu. Ne en başta, ne de en sonda. Başa oturmazdı çünkü
öncü bir kişiliği yoktu, sona da oturmazdı çünkü silik de sayılmazdı. Her
bankta olmasa da başka banklarda oturanlar da vardı. Baş ve uç banklarda da
oturanlar vardı zaten istese de oturamazdı. Oturdu orta banka tam ortalayacak
şekilde, kimse gelip de yanıma oturmasın diye. Ancak bilemezdi ki birazdan
kalkacak başka banka oturacaktı.33’lü tespihini çekerken gözüne bir delikanlı
ilişti.
Delikanlı
güzel giyimliydi.6.sıra bankta oturmasına rağmen parfümü kaliteli olmalıydı ki
Adil’in bile hoşuna gitti kokusu. Elinde de gül buketi vardı. Çok üzgün
görünüyordu. Göz göze gelmeden evvel Adil bir dal Adıyaman tütünü çıkarıp tokai
çakmağıyla yakıp içmeye başladı. Göz göze geldiklerinde Adil delikanlının
sıkıntısını sezmiş olmalı ki hiç söz söylemeden sigara paketinden bir dal
sigara uzattı al da iç iyi gelir dercesine. Delikanlı önce duraksadı.
-Olur beyefendi, şimdi içmeyeceğim de ne zaman içeceğim?
Adil kalktı, delikanlının yanına gitti ve sigarayı
uzatırken:
-Destur var mı?
Delikanlı şaşırdı ama bozuntuya vermedi keza hoşuna
gitmişti bu samimiyet.
-Buyurun beyefendi oturun.
Adil oturdu. Sigarasından bir fırt aldı ve delikanlının da
sigarasını yaktı. Elini delikanlının dizinin üstüne atıp:
-Delikanlı ben beyefendi nedir bilmem. Baktım iyi çocuğa
benziyorsun, üzgün de bir halin var. Sen anlat şimdi n’oldu?
-Kızla buluşacaktım. İlk görüşmemiz olacaktı, tabi
gelseydi. Parkın girişinde bekleyeceğim dedim, tamam dedi, saat 14’de gelirim
dedi saat 15 oldu daha gelmedi. Telefonunu aradım açmadı. Anlayacağın ekildim.
-Erken karara varıyorsun delikanlı.
-Görünen köy kılavuz ister mi?
-Bak koçum şu façamı gören çoluk çocuk benden uzak duruyor ,her
kişi her olay senin sandığın gibi olmayabilir. Benim sigara ikram edebileceğin
aklına gelir miydi, şu tipe bir bak!
Sigarasından bir fırt daha aldı, tespihini çıkardı. Sinir
olmuştu durup dururken, elini çekti, kafasını ters tarafa çevirip ya sabır diye
tespihini çekmeye başladı. Birden kafasını tekrar çevirdi, sinirli ifadeyle:
-Ayrıca senin ben derdini s.keyim. Millet evine ekmek nasıl
götürürüm derdinde, millet borcumu haciz gelmeden nasıl kapatırım derdinde, millet
hastama nasıl ilaç bulabilirim derdinde, sen bir kız için üzülüyorsun.
Delikanlı şaşırmıştı. Adil’in tepkisi hiç alışık olmadığı
bir durumdu. Başka arkadaşları olsa onu teselli ederdi, aklını başka yerlere
çekerdi, başka kız mı yok oğlum derlerdi ama bu yaklaşım onu kızdırmadı aksine
Adil’in samimiyetinden hoşlanmıştı. Bir süre sessizlik olduktan sonra delikanlı
konuşma gereği hissetti:
-Doğru diyorsunuz şükretmeyi unutuyor insan zaman zaman.
Delikanlı sigaradan bir fırt daha aldı, başka zaman olsa
tütün içmezdi ama Adil’in samimiyeti ona tütünü de sevdirmişti. Adil oturduk
yerde önce eğildi, sonra birden dikeldi ve gür bir sesle:
-Bak delikanlı sigaraya boşuna başlamadım, saçlarım boşuna
dökülmedi, tespihi boşuna taşımıyorum, parka boşuna gelmiyorum, façamı bile
boşuna attırmadım. Hepsinin bir hikayesi var. Bu gözler çok gördü. Bu kulaklar
çok dinledi. Bu adam çok şahit oldu. Sigaramı bitireyim de sonra başlarım.
Adil hızla çekti içine dumanı. İstek gelmişti bir kere. Başladı
çok geçmeden sözlerine.
-Bak koçum biz edebi edepsizden öğrendik. Sana yapmaman
gerekenleri anlatayım. Anlatayım ki gör ne hallere geliyormuşsun. Öncelikle
kimsenin canını yakmayacaksın, Bursalı dediğim bir abim vardı adını bile bilmem.
Bir an için gözü döndü cinayetten içeri girdi. Muhtemelen de çıkamayacak. Kesinlikle
milletin namusuna göz dikmeyeceksin. Bizim Konyalı vardı s.kişip s.kişip
gelirdi. Bir gün yine s.kişip gelmiş ama bu sefer farklıymış. Polis geldi de
biz öylesi anladık tecavüz olduğunu. O da muhtemelen çıkamayacak. Üstelik
içeride göreceği muamele de ayrı bir mevzu. Bir başka önemli husus da kimseye
büyüklenmeyeceksin. İzmirli vardı bir zamanlar. Ben her b.ku bilirim
ayarlarındaydı. Millete artizlik yapar dururdu. Sen de bilirsin kalabalıkta
artizlik yapanın tenhada affı kabul olmaz. Onu da benzettiler bir güzel.Bir
daha yapmıyor artık. Bir eleman daha vardı adını hatırlayamadım. Uyuşuğun, tembelin,
miskinin tekiydi. Nasıl oldu da evlendi hala şaşarım. Hanım ile tartışmış, kadın
da sen ne işe yararsın be demiş toplamış ne varsa gitmiş anasına. Bu da tek
çareyi intiharda bulmuş. Ne çok miskin ne de çok hırslı olacaksın. İşine aşık
bir eleman vardı. O kadar meşguldü ki hanımını ihmal etmekten hanımı da bunu
boynuzlamış. Bunun da gözü dönmüş, hanımını doğramış. Suçüstü yapamadığı için
hapse girdi o da. Bir de şükretmezsen hep daha fazlası dersen bizim Taime ‘nin
kocası gibi olursun. O da çok açgözlüydü. Kahvede çay ısmarlamazdı kimseye. Bazen
ödemeden gittiği bile olurdu. Taime kışkırtıyordu kocasını biraz da ama onda da
tamah vardı. Bir gün kahveye polis gelmiş, bunun hakkında soruşturma var. Çalıştığı
yerin kasasını boşaltmış. Tüymüş bu ama çok geçmeden yakalandı.
Delikanlı nefessiz dinledi ve biten sigaralardan sonra:
-Abi ben vereyim benden yak.
-Olur içelim Parliement’inden.
-Abi çok sağol ya valla artık üzülmüyorum eften püften
konulara, sahi sen nereden çıktın ya?
-Cezaevi, şartlı tahliye.
ÇAKI
Ben
Sakip, genelevde bekçilik yapıyorum. Burada çok acı hikayeler var. Aşık olduğu
adam tarafından buraya satılan var. Kocasının ailesi tarafından dışlananlar da
var. Ölüm bile var, kalpten gidenler oluyor ara sıra ambulans bile yetişemeden.
Geçen yine üst baş kontrolü yapıyorum. Çakı buldum yirmili yaşlarda apaçi saçlı
kot ceketli boynunda zincir olan gencin üstünde. Abim yasak dedim el koydum
attım çekmeceye. Diretmedi, iyi ki de diretmedi. Bütün sinirimi ondan çıkarabilirdim.
Patronun kesin talimatı var. Kesici delici ateşli alet almıyoruz içeriye. Bulursak
da çekmeceye atıyoruz, kullandığımız da yok ama bekliyor öylece…Paralar da
çekmecenin üst bölümünde saklanıyor. Üstünde kilit var ama genelde anahtar
kilidin üstünde duruyor. Unutmam, bir öğle vaktiydi, lavaboya gitmiştim ve
döndüğümde çekmeceye baktım para yok. Nereye baktıysam bulamadım. Patrona da
söylemedim. Bu hata beni kovdurur diye telaşlandım. Sıkıntıdan sigaraya
çıkmıştım ki derken yanıma prenses Melahat geldi. İlk defa mal görmüş ergen
gibi tedirginsin, neyin var söylesene yakışıklı dedi bana. Sanırım daha fazla
burada kalamam, para çekmecede yok, beni
kovacak dedim. İyice baktın mı diye sordu. Evet dedim. Ne kadar vardı çekmecede
dedi.350 dedim. Dur burada hemen geliyorum dedi ve kısa süre sonra elinde 350
lira ile geldi ve bana uzattı. Bak bizim gibilerin artık buradan başka yere
gidişi mümkün değil, sen bari kurtar kendini dedi. Ben de neden böyle yaptın
ablacım diye sordum. Sen de zorunluluktan buradasın, adamakıllı iş olsaydı hiç
buralara gelir miydin dedi. Sen bari kurtar kendini dedi.
Anamdan babamdan görmediğim iyiliği bir hayat kadınından
gördüm.
YÜZÜK
Mücahit, nemli
duvarları olan apartman merdivenlerini çıkarken düşünüyordu. İstediğim yerde
miyim, istediğim kişilerle birlikte miyim, istediğim hayatı mı yaşıyorum? Bu
soruları düşünürken bir yandan da istemeye istemeye merdivenleri çıkıyordu. Bu
soruların oluşması okuduğu bölümdeki kolsuz T-shirt, başında yazma, ayağında converse,
burnunda piercing, ince bedenli Ezgi ile karşılaşmasından kaynaklanıyordu. Etkilenmişti
bir kere. Farklı olan dikkat çeker ne de olsa. Ama bu farklıydı. Onu daha çok
görmek istiyordu. Onunla daha çok konuşmak istiyordu. Onun gülüşünün sebebi
olmak istiyordu.
Son basamağa geldi. Daha kapıyı çalmadan kapı
içerden açıldı. Açılmasıyla da yoğun bir sigara dumanı girdabı oluştu. Duman
durulduktan sonra içeri girdi Mücahit. Bir duvarda Alparslan Türkeş, Devlet
Bahçeli resimleri asılıydı. Resimlerin üstünde de Tanrı Dağı kadar Türk, Hira
Dağı kadar Müslüman yazıyordu. Bir duvarda da Ziya Gökalp kitaplarının olduğu
bir raf vardı. Ön cephede isen çay içen siyah tespihli, tuğralı yüzüklü ve
hilal bıyıklı gençler vardı.
-Selamın aleyküm dedi Mücahit boynu eğik yere bakarak cılız
bir sesle.
-Aleyküm selam dedi gençler aynı cılız ses tonuyla. Daha
gür çıksaydı bu şaşılacak bir durum olurdu çünkü evrenin fizik kurallarından
biri olan etki tepki yasası tam da bu şekilde işler. Birileri durumun farkına
varmış olsaydı durum değişirdi ama kimse Mücahit’teki durumun farkına varmadı.
-Reis uygunsan bir konuda konuşabilir miyiz?
-Konuş yiğidim seni dinliyoruz.
Yutkundu Mücahit, nasıl söze gireceğini bilemiyordu. Üstelik
bütün gözler üzerindeydi. Heyecan da yapmıştı. Derinden soluyordu. Hazırlığını
ayna karşısında prova olarak yapmıştı halbuki. Birden ne olacaksa olsun diye
düşündü ve bir anda:
-Reis ben bir daha ocağa gelmek istemiyorum.
Neden diye sormadı kimse. Tesbihler sallanmaya başladı. Çay
bardakları daha sıkı tutuluyordu artık. Reis oturduğu yerden kalktı.
-Hep o bölümdeki gomunistler giriyor de mi aklına?
-Yok Reis alakası yok.
-Tamam git ama bir daha gelme, burası döneklerin mekanı
olmadı, olmaz.
Neden diye sormamıştı Reis. İyi
ki de sormadı. Onun için bir cevap hazırlamamıştı çünkü. Sanki kovalayan var
gibi hızlı adımlarla kapıya yöneldi. Çıktığında s.çmış gibi rahatlamıştı. Artık
sevdiği kızın gözüne itici görünmemek için bir nedeni yoktu kendince. Parmağındaki
yüzüğe baktı. Osmanlı tuğrasının yerinde nişan alyansı olacağı günü hayal etti.
Bir kimlikten çıkıp başka bir kimliğe bürünmek için yüzük yeterli sanıyordu. Çıkardı
yüzüğünü, yere çarptı.
Aşk bir ülkücünün hayata
itirazıydı.
HARÇLIK
Bayram
tatili nedeniyle okullar tatile giriyordu. Ataberk biraz üzgündü çünkü beden
dersi tatil gününe denk geliyordu, Cuma son iki ders…Çok severdi arkadaşlarıyla
futbol oynamayı. Ancak okulda futbol topları hep delik veya patlaktı. Onun
yerine Kames top vardı ve şut çekildiğinde kaleci için ızdırap olurdu çünkü
elleri çok acıtırdı. Değişmeli olarak kaleye geçen Ataberk için de…
Perşembe
günü zilin çalmasıyla tatile girdi okullar. İstiklal marşı okumak için sıraya
girdiler. Öğretmeni tembih etmişti çocuklara marş okunurken bayrağa bakın diye.
Ataberk de sınıf başkanı olmasından dolayı sıranın en arkasına geçmişti kimler
bayrağa bakıyor kimler bakmıyor gözlemlemek için. İnanmıştı çünkü sınıf başkanı
olduğuna. Halbuki yaramaz bir çocuktu Ataberk. Sınıf başkanı olunca değişti.
Cuma günü
erken kalkmıştı Ataberk. Bayram sabahıydı. İlk önce babaannesinin sonra
anneannesinin evine gideceklerdi. Ataberk sabah ilk önce babasının elini öptü.
-Bayramın kutlu olsun baba.
-Sağol oğlum sen de çok bayramlar gör inşallah.
Babası harçlık vermedi.
Annesi de uyandı, onun da elini öptü.
-Bayramın kutlu olsun anne.
-Teşekkürler evladım berhudar ol.
Annesi de harçlık vermedi. Ters giden bir durum vardı ama
neydi? Harçlık alması gerekirken alamıyordu. Derken televizyondan gelen sesler
dikkatini çekti. Bayramınız mübarek olsun diyordu son cümlesinde. Ne demekti
acaba mübarek? Sormak istemedi annesine babasına, bunu bizzat kendi öğrenecekti.
Babannesine
gittiler. Dedesinin elini öptü önce Ataberk.
-Bayramın mübarek olsun dede.
-Aman da dedesinin paşası bayram da kutlarmış.
Dedesi 20 tl verdi.
Şaşırmıştı ama öğrenmişti
artık Ataberk. Mübarek olsun deyince harçlık veriyorlardı. Artık Kames top
yerine dikişli futbol topu alabilecekti. Top onun olduğu için değişmeli de olsa
hiçbir zaman kaleye geçmeyecekti.
OYUN
Hayatı bana belli kurallara göre dizilen üç
oyun öğretti.
Tavla ile başlayalım.
Zarı atarsın ve büyük atan
oynamaya başlar. Tıpkı parmak kaldıran öğrencinin tahtaya çıkması gibi…
Amacın rakipten önce davranıp taşlarını toplamaktır. Tıpkı
mesai başlamadan işe yetişmek gibi…
Belli bir kurala göre taşlar dizilir. Tıpkı modern bir
şekilde tasarlanmış Paris şehri gibi…
Zarlar atılır ve deyim yerindeyse kaos başlar. Tıpkı
İstanbul trafiği gibi…
Oyunun kontrolü hem zarlarda hem sendedir. Tıpkı kaderimiz
gibi…
Duruma göre taşlarını kaçabilirsin. Ya da duruma göre kapı
alabilirsin. Ya da duruma göre kırık verebilirsin. Hepsinde amaç aynı fakat
yöntemler farklıdır.
Tıpkı bir matematik sorusunu X’e değer vererek yada X’i
yalnız bırakarak çözmek gibi…
Tavla bize hayatın bir gerçeğini öğretir: Olasılık. Tıpkı
kuantum teorisi gibi…
Oyunun akışı bizi kapı almaya yöneltebilir. Tıpkı hırsızlara karşı çelik
kasa kullanmak gibi…
Oyunun akışı bizi kaçmaya da yöneltebilir. Tıpkı sinemaya
ilk gidip en arka koltuğa oturmak gibi…
Oyunun akışı bizi kırık vermeye de mecbur bırakabilir. Tıpkı
temiz tabak çatal bıçak olmadığı için dağ gibi yığılan bulaşıkları yıkamak
gerektiği gibi…
Kazansan da kaybetsen de bir sonraki oyunda
kazanabilirsin.Tıpkı eski sevgilisine bir şans daha vermiş arkadaşımın şimdi
onunla evlenmiş olması gibi…
Dama
biraz daha şansın değil becerinin öne çıktığı bir oyundur. Tıpkı usta berberden
çıktıktan sonra ve çırak berberden çıktıktan sonra yaşadığın hissin farklı
olması gibi…
Damada geri gitmek yoktur. Tıpkı zamanın akışı gibi…
Damada amaç bütün taşları rakipten önce yemektir. Tıpkı
mesai bitmeden yada müdür gelmeden ve bir aksilik olmadan bütün işleri
halletmek gibi…
Damada taşları yemek zorunludur. Tıpkı hayatta kalmak için
fizyolojik ihtiyaçlarımızı gidermemiz gerektiği gibi…
Damayı kazanmak için rakibe tuzaklar kurmalısın. Tıpkı avı
için pusuya yatmış çita gibi…
Damada son bölmeye geldikten sonra artık daha rahat hareket
edersin. Tıpkı zengin olduktan sonra imkanlarının çoğalması gibi…
Assolisti
sona bıraktım.
Hayatın anlamı gizli satrançta, hayata dair çok şey
öğrendim satranç sayesinde.
Yaptığınız her hamle daha sonra içinde bulunduğunuz yeni
durumu ortaya çıkaracaktır.
Her hata daha sonra içinden çıkılması zor bir duruma
karşılık gelecektir.
Hatalar hataları doğurur ve zamanla çökersin.
Taşların farklı hareketleri olsa da amacı aynıdır.
Şahı koruyarak diğer şahı mat etmektir. Tıpkı hayatta
kalarak soyunu devam ettirmek için üremek gibi…
Kale benim için sabır ve çalışmayı temsil eden taştır.
İnsan çalıştığı konulara güvenir.
Bu yüzden rok hamlesi kale ile yapılır.
İleri, yan ve geri gidebilir ancak çapraz gidemez çünkü onu
da yaparsa işin içine inanç da girmiş olur.
Fil benim için inancı temsil eden taştır.
İngilizcede fil bishop demektir.
Bishop’un Türkçesi de din adamı demektir.
Bu yüzden çapraz ileri geri gider ve tahtadaki oyun
sahasında rengini değiştiremez.
İstediği kadar hareket edebilir ve boşluk bulursa önemli
rol oynar.
Oyunun başında etkisiz gibi görünür ancak oyun açıldıkça
önemi artar.
At ile fili değişenler olur zaman zaman.
Duruma göre çok doğru bir hamledir.
Oyunun ilk zamanlarında üstünlük kurmak isteyenlerin
yaptığı hamlelerdendir.
At ile devam edelim.
Hem saldırı hem savunma için eşsiz bir taştır.
Atı zeka ile bağdaştırırım.
Yetenekli oyuncular atlarını çok iyi kullanır.
Zekanı iyi kullanırsan sorunların olsa, yolunda engeller
olsa bile onları atlatıp hedefine yönelebilirsin. Tıpkı atın da taşların
üzerinden atlaması gibi…
At çoğu zaman iki taşı birden tehdit edebilmesiyle ünlüdür.
Acemi oyuncular çok oyun kaybetmiştir şah kale yada şah
vezir yapılarak.
Şu da bir satranç gerçeğidir.
Atın uygun karedeyse şahını bütün tehditlere karşı
koruyabilir. Tıpkı zekanı kullanarak zor durumlardan sıyrılabildiğin gibi...
Hayat bize gösterir ki zeka her zaman yeterli olmaz.
O yüzden tedbir almak gerekir her duruma.
Piyonu da vazgeçebildiklerimiz olarak görürüm.
Her büyük taşın önünde vardır.
Bazen yem, bazen tuzak ve bazen de engel olarak karşımıza
çıkar.
Piyonlar düz ilerler ancak çapraz yer.
Çabalarsak ilerler, inanırsak başarırız der gibi…
Fil gibi yemesi dinin önemini gösterir.
Piyon usta oyuncuların elinde vezir bile olabilir.
Piyon bir yönüyle de zavallıdır.
Geriye dönmez çünkü vezir olmak için öylesine hırslanmıştır
ki geriye dönmeyi kendine yediremez.
Oyunun amacını unutmuştur.
Şahı koruması gerekirken vezir olmaya hırslanmıştır.
Gelelim oyunun en güçlü taşı olan vezire.
Vezir bizim güçlü yönlerimiz gibidir.
Güçlü yanını ve inancını erkenden belli etmemelisin.
Başta caziptir ama yaptığın bir hata bütün oyunu alt üst
edebilir.
Veziri erken oynarsan o taşı kaybetme olasılığın çok
yüksektir. Tıpkı açgözlülükle hareket eden insanlar gibi…
Tek hatasına bakar taşın kaybedilmesi.
Düşmanlarımız bizim moralimizi, inancımızı, değer
verdiklerimizi düşürmeye çalışır.
Etkisiz eleman gibi hareketsiz, olaysız, vasıfsız olmamızı
isterler.
Vezirin en çok tehdit edilen taş olması bundandır.
Şah ise en değer verdiğimiz yanımızdır.
Kimi için çocuğu, kimi için eşi, kimi makamı…
Zaten satranç şahı korurken
diğer tarafa üstünlük kurma üzerinedir. Tıpkı hayatta kalırken hayatta bir iz
bırakmaya çalışmak gibi…
FORMÜL
Okulların
ilk günüydü. Lise sayısal 12-A sınıfının sorumlu öğretmeni fizik öğretmeni Alim
Beydi. Zil çaldı. Alim bey sınıfa ağır ağır adımlarla geliyordu. Öğrenciler ise
sınıfta ayrı ayrı gruplar oluşturmuş birbirleriyle şakalaşıp gülüşüyorlardı. Alim
bey sınıfa girince sınıf da düzene girdi hemen. Her öğrenci sırasına oturdu. Alim
beyin bir ağırlığı vardı ve bunu hissettirebiliyordu.
İlk ders
için her şart sağlanmıştı. Sınıf sessizdi, tahta silinmişti, tahtakalemi
hazırdı. Alim bey sınıftaki tüm öğrenciler ile önce göz göze geldi, dinleyecekler
mi diye kontrol etmek amaçlıydı. Ardından evrak çantasından bir kağıt çıkardı. Ezber
yapmayı da yaptırmayı da sevmezdi. En sonunda eline kalemi aldı ama yazmaya
başlamadan önce:
-Ben fizik öğretmeni Alim Koca. Sizinle ilk dersimiz
olacak. Öncelikle şunu söylemek isterim. Size formülleri öğretmeye başlamadan
önce fizik ile hayatın ne kadar örtüştüğünü göstermek istiyorum. Hem ilk
dersimize sıkıcı bir başlangıç yapmamış oluruz hem daha kalıcı olur hem de neyi
nerede kullanacağınızı bilirsiniz.
Öğrencilerin
gözleri parlamaya başlamıştı. Tebessümler de görülüyordu. Kıpırdanmalar da
oluyordu yavaştan ama rahatsız edici değildi Alim bey ve sınıf açısından. Alim
bey arayı fazla uzatmadan sormaya başladı:
-Vektörler konusunu işlemişsinizdir 9.sınıfta, doğru mudur?
Öğrenciler hep bir ağızdan ‘’Evet’’ dediler.
Alim bey tahtaya yöneldi. Tahtakalemi ile Y harfine benzer,
çizgilerinin uzunlukları farklı 3 vektör çizdi.
-Burada cisme 3 kuvvet etki ediyor. Bileşkesi ne ise o
yönde hareket edecektir. İnsan da bu şekildedir. Kişinin üzerinde ne etkiliyse
ona göre davranır. Aksini düşünen var mı?
Öğrencilerden ses çıkmadı. Alim bey tahtaya tekrar yöneldi.
Tahtanın diğer yarısına bir çapraz çizgi çizdi, sonra yatay bir çizgi daha
çizdi. Çapraz çizgi yatay çizgi ile kesiştiği yerde eğimi değişiyordu. Besbelli
ki optikte kırılma konusu işleniyordu. Bütün sınıf şimdi ne anlatacak diye
meraklanmıştı. Alim bey sınıfa yöneldi:
-Bu gördüğünüz optikte kırılma diye geçiyor. Ortam
değişince kırılma açısı da değişiyor. Aynı davranışların farklı ortamlarda
farklı algılanabileceğini gösteriyor. Bunu bir örnekle anlatmak istiyorum. Ben
arkadaş ortamında kahkaha atabilirim yadırganmaz ama cenaze evinde kahkaha
atarsam ayıplanabilirim.
Öğrencilerden aaa evet, sahiden, valla benzeri sesler
duyulmaya başladı. Alim bey bir yandan tahtayı silerken başka bir fizik
yasasını daha anlatabileceğini gösterir gibi:
-Benim bu iş yapma yeteneğim enerjidir. Eğer enerjim
yeterli olmasaydı bu işi yapamazdım. Muhtemelen tahtayı başkasına sildirtirdim.
Ama ne oldu?Ben potansiyel enerjimi kinetiğe çevirebildim ve şu an iş
yapabiliyorum. Enerji dönüşebilir. Bu durum karşınıza tepeden bırakılan topun
nereye kadar çıkabileceği şeklinde çıkar. Eğer potansiyeliniz yeterli değilse
fazla iş yapmayı beklemeyin.
Öğrenciler gülüşmeye başladı. Tahta silinmişti. Bu sefer
tahtaya bir elektrik devresi çizilmişti ama biraz farklıydı bu devre. Direnci
atlayıp geçecek bir tel daha çiziliydi. En ön sıradaki gözlüklü çalışkan
öğrenci düzeltme ihtiyacı hissetti:
-Hocam devrede direncin birinden akım geçmez ki bu şekilde.
-Evet haklısın akım her zaman dirençsiz yolu tercih eder, aynısı
kolayı varken zoru seçmeyeceğimiz gibi…
Öğrenciler bu sefer kahkaha attılar. Tahtanın diğer
yarısına geçti Alim. Bu sefer çukur ve tümsek çizmeye başladı. Çizim bittikten
sonra sınıfa yöneldi ve yılların görmüş geçirmişliğiyle:
-Enerji dalgaları bir tümsek
bir çukurdur. Hayat da inişli çıkışlı değil midir? Bazen yükselirsin
sevinirsin, bazen alçalırsın üzülürsün, hep bir devir daim içerisindesindir. Bu
kadar yetsin bugünlük. Şimdi sizleri tanıyalım. Ne olmak istiyorsunuz?
EŞİK
Kendini kaptırmıştı iyice Umut. Adamıştı hayatını
modern fiziğe. Bu dünyayı değiştirecekti. Hem çığır açacaktı hem barış
getirecekti hem çağ atlatacaktı. Bir taşla 3 kuş… Yerçekimi kuramı olan genel
görelilik ile atomaltı dünyasını inceleyen kuantum mekaniği birleştirilebilinirse
her şeyin kuramı olan çok kullanışlı bir denklem elde edecekti. Bu yolda
didinirken sosyalleşmeyi ihmal ediyordu. Yine de ara sıra birlikte dışarı
çıktığı bir arkadaşı vardı. Herkesin
hayır diyemediği bir kişi vardır, çocukluk arkadaşı Berkcan da onlardan
biriydi.
Nasıl
derler, Berkcan tam bir fırlamaydı. Zaten 7 aylıktı. Kendisi de bunu övüne
övüne söylüyordu. Kulağında küpesi, atletik vücudu, sarı dik saçları ile
oldukça çekici denilebilecek bir görüntüsü vardı. Berkcan bu görüntüye doğuştan
sahip değildi, çalışarak elde etmişti. Oldukça da sosyaldi. Ağzı çok iyi laf
yapardı. Popüler, havalı ve ortam çocuğu denebilecek bir kişi varsa o da olsa
olsa Berkcan olabilirdi.
Umut
evinde kendini çalışmaya vermişti. Masasının üstü düzenliydi. Masanın yanları formüller
yazılı yapışkan kağıtlar ile doluydu. Çeşit çeşit kalemler iki yanda diziliydi.
Ama bir yerde tıkanıklık yaşıyordu. Bu tıkanıklık da kendisini tedirgin
ediyordu. Newton gibi elmanın düşmesini bekliyordu. Elma düşecekti ve düğüm
çözülecekti. O elma neydi, ne zaman düşecekti, nerede düşecekti? Tüm bu
düşünceler içindeyken zil çaldı, kapının deliğinden baktı. Bir an açıp açmama
konusunda tereddüt yaşadı. Çocukluk arkadaşı Berkcan ve yanında arkadaşları
vardı. Her seferinde olduğu gibi bu sefer de hayır diyemedi ve kapıyı açtı.
-Hadi moruk kaçırıyoruz seni bu gece!
-Ne dedin anlamadım?
-Ne demek ne dedin, hazırlan çıkıyoruz bu kadar basit.
-Hiç havam yok. Siz gidin eğlenin.
-Ah Umut, çok kaptırıyorsun kendini. Biraz gevşemek iyi
gelecektir sana. Bu kadar çalışıyorsun da ne oldu? Daha ışınlanmayı bile
bulamadın.
Durakladı Umut. Düşündü modern fizik uğruna nelerden
vazgeçtiğini. Kendisi evde umutsuzca çalışırken hayat dışarıda akıp gidiyordu. Önce
bir kapıdaki Berkcan’ın arkadaşlarına baktı, sonra kendi çevresini düşündü. Yılları
uçup gitmişti. Hani bir eşik vardır ya, o eşik geçildikten sonra kontaklar
kapanır, göz kararır, hayat durur. Umut da o anlardan birini yaşadı.
-Işınlanmayı bulsak ne olacak
sanki gidecek yerimiz var? Bekleyin geliyorum.
ENERJİ
Ne
yapıldıysa olmuyordu. Sorun çözümsüz gibi görünüyordu. Acaba nerede yanlış
yapılıyordu? Ne ekleyip çıkarmak gerekiyordu? Daha ne kadar güncellenebilirdi? Bu
ve bunun gibi sorular meşgul ediyordu Devrim’in zihnini.
Yapay
zeka çalışmalarında çalışan Devrim’in amacı robotlara iyi niyet, sağduyu ve
ahlak kazandırabilmekti. Bunu başarabilirse dünya rahat bir nefes alabilecekti.
Ancak cevabı nerede bulacağını bilmiyordu. Zaman ise aleyhine işliyordu. Geçen
ay Japon bilim adamları yapay zeka çalışmaları sırasında bir sonuca
ulaşmışlardı. İnsanlık yok edilmeli cevabını aldıklarında fişi çekmişler.
Uzak mı
dursam diye düşünüyordu Devrim, acaba boş yere mi çabalıyorum diyordu kendi
kendine. İnsanlığa faydalı da olmak istiyordu. Bir yandan da yüzdüm yüzdüm
kuyruğuna geldim diye düşünüyordu. Sevgi dolu kişiliği bütün dünyada izdüşümünü
görsün istiyordu. İnsanlığa faydalı olmayı bir borç olarak görüyordu.
Uzun
yürüyüşler yapmayı, kahve içmeyi ve dostlarıyla sohbet etmeyi severdi. Evlilik
yıldönümü yaklaşıyordu. Eşime ne alsam diye sormak için sahaf arkadaşına
gitmeye karar verdi. Böylece yürüyüş de yapmış olacaktı. Muhtemelen kitapçı
arkadaşı kahve de ısmarlayacaktı. Hem de kitapçı arkadaşını ziyaret edecekti. Enerjisini
tasarruflu ve etkin kullanacaktı, tıpkı Japonların yapay zekası gibi…
Uzun bir
yürüyüşün ardından tam sahaf arkadaşına girecekti ki dikkatini vitrindeki kitap
çekti. Kırmızı kapaklı ’’En güzel aşk
hikayeleri’’ yazıyordu. Çok ilgisini çekti bu kitap. Çok enerji almıştı bu
kitaptan. Sahaf arkadaşı onun ilgisini farketti.
-Başkasına 12 lira ama sana bir güzellik yaparız.
-Bunu evlilik yıldönümü hediyesi olarak alacağım, bir sade
kahve söylersin artık.
-Hoşgeldin, sen alacak olduktan sonra bir güzellik yaparız.
İçeride
karşılıklı oturdular. Sahaf çok zihin açıcı konuşuyordu. Devrim düşüncelere
dalıp giderken az sonra kahveler geldi. Çırak olduğu belli olan çocuk kitabı
gördü.
-Abicim aşk dedin mi ben Ferhat ve Şirin’i tek geçerim. Adam
aşkı için dağları deliyor. Başkası olsa yapar mı hiç?