Hayat
iki kelimeden ibaret; “La” ve “İlla”. İlla diyebilmek için önce La’ları hayatımızdan
temizlemek “La” zihniyetlere geçit vermemek, ne kadar “La” engeli mevcutsa
onlarla amansız mücadele etmek gerekir.
“LA”
“hayır” demek; inanca, insani değerlere, insani özellikleri bertaraf eden bütün
kötülüklere, “Dur” demektir.
İslam ve tevhid inancında “La”lara yer yok,
“La”nın olduğu yerde inançsızlık vardır. İnançsızlığın bulunduğu yerde de;
birliğin bozulması, düzenin alt üst olması, huzurun kaçması, insanî değerlerin
heba olması söz konusudur.
Konumuzu ilgilendiren “Hayır” içinde; “Lâ”
anlayışı vardır. “Lâ” olmadan, “İllâ” olmaz. Onun için; “Lâ İlahe İllallah”
ilkesinde; “Allah’tan başka bütün ilahlara, ilah yerine konulanlara, Allah’ı
devre dışı bırakmayı kendine meslek edinmiş Allah’ı inkâr eden bütün İZM’lere,
dünyayı teröre gark eden, barışı baltalayan her felsefi akıma “Hayır” diyorum.
Burada;
şirk, küfür, ateizm ve benzeri bütün Şeytani sistemler “Hayır” deme
kapsamındadır. Yani لآsınırı içinde mütalaa edilir.
Baktığımız
zaman; Hz. Adem’in yaratılması, insanın yaratılış serüveni, Allah’ın ruhlardan
aldığı; “elest” akti, Hz. Peygamberin; “beni Hud suresindeki; “ Emir olunduğun
gibi dosdoğru ol” ayeti yaşlandırdı” ifadesi, Kur’anda çokça zikredilen;
düşünce, fikir, aklı kullanma emirleri, ayetlerin hep; “Kâmil insan” olmayı
öğütlemesi, Ameli Salih yapanların kurtuluşa erecekleri… önce olumsuzlukları
temsil eden, “hayır” diyerek, olumluya adım atmayı temsil eden, “İlla”ya yani;
batıl, Allahsız, inançsız bütün sistemleri temelden yıktıktan sonra yepyeni bir
sistem kurmak meselesine kafa yorar.
İşte bütün bu olumsuzluklara; “HAYIR” deyip, bunun
yerine; insanlığın ikamesi için; “EVET” i koymaya çaba harcamalıyız. Çalışmamız
bunu ele almaktadır. Bütün bilgilerimizi belgeye dayandırıyor, temel kitabımız
olan Kur’an ve Sünneti mesnet alıyoruz.
Allah, insanı kendisine kul olsun, ibadet etsin
diye yarattı. Bununla ilgili olarak; “ben cinleri ve insanları ancak bana
kulluk etsinler diye yarattım”, “yakin (ölüm) gelinceye kadar rabbine ibadet
et” ifadeleri karşımızda durmaktadır.
“Müslüman’ım”,
“İnanıyorum” demek yetmiyor. Eylem, hareket, fiil, iş ve aksiyon gerekmektedir.
Müslüman aksiyon adamıdır. Kur’an, aksiyoner olmayı istiyor. Bakınız Şems-i
Tebrizi bu konuda ne diyor?
Alah’ı tanıdığınızı iddia ediyor, fakat ona olan borcunuzu
vermiyorsunuz. Bu borcu, fakir ve muhtaçlara ihsanda bulunarak ödeyin.
Kur’an-ı Kerim’i okuyorsunuz fakat hüküm ve kurallarından
haberiniz yok. Okuduklarınızı uygulayın.
Şeytanın, düşmanınız olduğunu iddia ediyor, fakat ona
itaat ediyorsunuz. Onun tekliflerini geri çevirin.
Kendinizi Muhammed (SAV) ümmetinden sayıyor, fakat
sünnetini uygulamaya çalışmıyorsunuz.
Cennete girmek istediğinizi söylüyor, fakat ona girmek
için gerekli hiçbir ameli işlemiyorsunuz.
Ateşten kurtulmak istiyor, fakat günahlarınızı ve kötü
amellerinizle kendinizi durmadan ona doğru sürüklüyorsunuz.
Ölümün herkese geldiğini biliyor, fakat ona hiçbir hazırlıkta
bulunmuyorsunuz.
Bütün din kardeşlerinizin kusurlarını görüyor, fakat
kendi kusurlarınızı görmüyorsunuz.
Allah’tan gelen bütün nimetleri şükretmeden yiyor ve
kullanıyor, fakat O’na olan minnettarlığınızı size verdiği nimetlerden
muhtaçlara tasadduk ederek göstermiyorsunuz.
Ölülerinizi, aynı sonun sizin de başınıza geleceğini bile
bile, ibret almadan, gömüyorsunuz. [1]
Kur’an bizden, aksiyoner olmamızı, tembellikten, mıymıntılıktan,
bana necilikten, beni ilgilendirmez tavırlarından, aymazlıktan, vurdumduymazlıktan,
kendine Müslüman olmaktan, sadece kendi çıkarını düşünmekten… -ki hepsi
“LA”kapsamındadır- kurtulmamızı ister. Başkasının aklıyla değil, kendi aklımızı
kullanmayı, başkasının düşünmesi değil kendimizin düşünmesini, başkasının
inanması değil kendimizin inanmasını, şeyhlerin, hocaların, hacıların,
üstadların, müftülerin, imamların… aklıyla değil, onların mesnetsiz dedikleri
değil, Kur’anın dediği, Peygamberlerin ve Allah’ın buyurduğu istikamette ve de
kendi aklımızı da devreye sokarak yaşamak en doğru ve en ideal olanıdır.
Kur’an, emanet akıl istemez. Kendi aklımızın, kendi irademizin,
kendi düşüncemizin, kendi fikirlerimizin devreye sokulmasından yanadır. Onun
için şöyle denir; “sağ gözün sol göze faydası yoktur”, “insan yalnız doğar,
yalnız sıkıntı çeker ve yalnız ölür.”
ZALİMİN RİŞTE-İ
İKBALİNİ BİR ÂH KESER,
MÂNİ-İ RIZIK OLANIN
RIZKINI ALLAH KESER!
Zulümlere, haksızlıklara, kan dökmeye, kavga çıkarmaya ve savaşla
dünyayı kan gölüne çevirmeye engel olmanın en etkili formülü; “Tevhid inancı”
yani; “LA”dan “İLLA”ya yükseliştedir. Allah, kullarının, ilerde bu tür
olumsuzluklara gireceğini bildiği için, ilk baştan tedbir almış, ilk insanı
peygamber olarak göndermiş ve “tevhid İnancı”nı anlatmak, korumak ve bu uğurda
mücadele etmesini istemiştir.
Onun için “Tevhid Mücadelesi”nin en etkili isimleri
peygamberlerdir. Allah da, her millete peygamber gönderdiği, peygambersiz
hiçbir millet olmayacağına göre yeryüzünde Tevhid bayrağı dalgalanacak,
Allah’ın ismi ve kanunları asla yok olmayacaktır! Her insan, Allah’ın kulu
olduğuna göre, mutlaka O’nun emirlerini yerine getirme konusunda kesintisiz
mücadele verecektir, vermelidir. Allah’ın yolunda mücadele edenlerin ödülleri
vardır. Dünyayı, inananlar imar
edecektir. Müslümanlar, peygamberlerin yolunu izlemek, onların yaptıklarını-
peygamberlik dışında- eksiksiz yerine getirmek zorundadırlar. Kötülükleri
gidermek, haksızlıklara dur demek, zulmü önlemek için el birliği içinde olmak,
iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak… durumundadırlar.
Bugün, yarın ve her zaman dünyanın
neresinde bir hukuksuzluk, insan hakkı ihlali varsa orada Müslümanlar
olmalıdır. Müslüman; ilgisiz, sessiz kalamaz, vurdumduymaz olamaz. Hiçbir
peygamber, sessiz kalmamış, tevhid’e gelebilecek saldırılarda her türlü
mücadeleyi vermişlerdir. Hayat o zaman değer kazanır![2]
Biz Müslümanız. Müslüman;
düşünen, fikir üreten, beyni terleyen, dertli insandır. Toplumun derdi,
Müslümanın derdidir. Toplumla ilgilenmeyen, olumsuzluklara ses çıkarmayan,
olumlu olaylara ilgisiz kalan, bana neci tavırlar… müslümana yakışmaz. Kur’an,
mıymıntı Müslüman istemez. İnceleyin peygamberlerin hayatını; hiçbirisi bir köşeye
çekilip toplum meselelerine ilgisiz kalmamışlardır.
Kur’an; insanı inşa
eder. Bu,
“Ne olursan ol gel,
İster kâfir, ister
putperest,
İster yüzbin kere
tövbeni bozsan da yine gel,
Bizim dergahımız
ümitsizlik dergahı değildir.” İlkesine
uygun bir hayat çizgisi içinde olmayı öğütler.
Akıl terletmek, alnı
terletmekten önemlidir ve önce gelir. Aklını terletmeyenlerin; sözleri,
davranışları, tavırları…yapmacıktır. Yapmacık tavırlara devam edildiği sürece,
toplumda huzur olmaz. Işte bu yüzden; “İbrahim’leri yetiştirmeyen toplumlar,
Nemrutların zulmüne hak kazanır!” denmiştir.
Müslüman olarak temel vazifemiz dinin
yaşanması ve yaşatılması; hem kendi nefsimizde hem de toplumsal ortamda İslami
esasların hâkim kılınması çabasıdır.
Kur’anca düşünmek için, Bezm-i elest’e ram olmak şarttır. “Bezm- i
elest”; Allah’a verilmiş olan sözdür.
Tahir’ül Mevlevi şöyle der:
“ Eli boş gidilmez
gidilen yere,
Rabbim boş gelmedim
suç getirdim,
Dünyalar çekemezken bu
ağır yükü,
İki büklüm sırtımda pek güç getirdim.”
KALU BELA; bir sözleşmedir.
Bezm-i elest; “la ilahe illallah Muhammeden resulullah” Allah’tan başka
ilah yoktur. Muhammed (SAV) O’nun resulüdür cümleleri içinde cereyan eder.
“Fe’stekım kema ümirte” Emir olunduğun gibi dosdoğru ol.
Bunun adına; “L”dan “İLL” ya demek doğru olmaktadır.
“Doğrudan Kur’an’dan alarak ilhamı,
Asrın idrakine
söyletmeliyiz İslâm’ı” (M.Akif Ersoy)
Kur’an; sakınanlar ve arınanlar için bir yol göstericidir.
Kur’an;
İnancı düzeltmek, ahlakı
güzelleştirmek, dünya hayatını düzene koymak, ilahi irade, rıza ve düzene uygun
bir dünya hayatından sonra ebedi mutluluklarını kazandırmak için gönderildi.
Kur’an’ın; “belhum adal”
dediği; “hayvanlardan daha aşağı” duruma düşmemek, Kur’an’la yaşamakla
mümkündür.
Kur’an’la yaşamak, aynı zamanda Kur’an’la
İletişim kurmaktır.
“LA İLAHE” dediğimiz zaman ilk önce bütün sahte tanrılar zihinlerden
siliniyor, sonra da “İLLALLAH” ifadesiyle; hakiki, tek, eşi ve benzeri
bulunmayan Allah kalbe ve zihne yerleştiriliyor. [3]
“ALLAH” yerine, “TANRI”, “RAHMAN” yerine; “ESİRGEYEN” , “RAHÎM” yerine;
“BAĞIŞLAYAN” kelimeleri tam olarak anlamlarının yerini tutmaz.
“ALLAH” ismi; tek, eşsiz, benzersiz, bütün kemal sıfatlarına sahip ve
eksikliklerden uzak, varlığı zorunlu(Olmazsa olmaz) olan yüce varlığa
mahsustur. Bu sıfatları taşımayan hiçbir varlığa ALLAH denemez.
İnsanların uydurdukları, kendilerine göre bazı nitelikler yükledikleri
mabutlara TANRI denir. [4]
Allah’ın birliğini,
O’nun, tüm yetkin nitelikleri Kendisinde topladığını, yaratılmışlara özgü
noksanlıklardan uzak olduğunu, eşi ve benzerinin olmadığını, yegâne yaratıcının
ve evrendeki her işin asıl çekip-çevireninin O olduğunu bilip buna iman etmek;
O’ndan başkasına tapmamak; yapıp ettiklerimizi sadece O’nun rızasını gözeterek
yapmak gibi kapsam alanı oldukça geniş manaları içeren tevhid, dinin özüdür.
İslam, esasen tek bir esas üzerine kuruludur,
o da tevhiddir. Dinin temeli olan tevhid esasının ilk tebliğcisi, şüphesiz
insanlığın atası Hz. Âdem’dir. Bu kutsal görevi, daha sonra insanlığın ikinci
atası ve azim ve sebat sahibi (ulu’l-azm) peygamberlerin ilki sayılan Hz. Nuh
devam ettirmiştir. Ancak ne var ki, zamanla insanların pek çoğu, tevhid
akidesinden uzaklaşarak, şirkin, Allah’a ortak koşmanın, söylem ve eylemlerinde
tevhide aykırı düşmenin türlü versiyonlarına sürüklenmek suretiyle akla, kesin
bilgiye dayalı gerçek, doğru (sahîh) bir tevhidî imandan sapmışlardır.
Böylece sahih tevhit
inancı, yerini, şirkin envâ-ı çeşidine bırakmış, yaratıcı ile bağlar kesilmiş,
tek bir Tanrı’ya tapma ve sadece O’na ibadet etme düşüncesi terk edilmiş ve
yeniden cehalete, bilgisizliğe dayalı kör bir taklidî inancın pençesine
düşülmüştür. Haliyle insanlık, böylece yeniden Allah’ın birliği (tevhit)
düşüncesine yabancılaştığı gibi; tevhit inancının, soyut söylemler dışında
kapsadığı geniş manaları ve bu anlam bütünlüğü bağlamında yapılması zorunlu
eylemlerin mahiyetini kavrayıp gereğini yerine getirmekten de uzaklaşmıştır.
Böylece Hz. Nuh’un tebliğ ettiği tevhit akidesi uzun bir müddet kaybolmuştur.
Bu yüzden Allah, “Nuh’tan sonraki nesillerden nicelerini helâk etmiştir.”
Tanrı, dinini, zaman zaman insanlar arasından seçip onlara gönderdiği
peygamberler aracılığıyla tevhidî çizgiye çekmek istemiştir. Nitekim O, Hz.
Nuh’tan asırlar sonra, Hz. İbrahim’i de işte bu amaçla, yani insanlara tevhit
esasını doğru bir şekilde tebliğ etmek üzere peygamber olarak seçip
göndermiştir. [5]
Mümin şahsiyet; Kur’an’la iletişim içine girer. Kur’an’ı, yükseklere
koyarak, gelin ve damatların odalarında süs olsun diye nakışlı kaplarda
saklamakla şahsiyet elde edemeyiz.
Mümin; aynı zamanda ve her şeyden önce Allah’la iletişim kuran, Kur’an
okudukça, Allah’la konuştuğunu bilen insandır.
Kur’an’la iletişime geçen; hurafelerden, akıl ve düşünceye aykırı davranışlardan, ilme ters
tutumlardan uzak kalan, Kur’an’ca iletişimi hayat iksiri olarak gören,
barışı, kardeşliği, diğer dinlerden olanlara karşı hoşgörüyü, insan
sevgisini, adaleti, eşitliği, “veren el” olmayı, “bugün Allah için ne
yaptın?” anlayışına ilgisiz kalamayan kimsedir.
Aslında Kur’an bizden, aksiyoner
olmamızı, tembellikten, mıymıntılıktan, bana necilikten, beni ilgilendirmez
tavırlarından, aymazlıktan, vurdumduymazlıktan, kendine Müslüman olmaktan,
sadece kendi çıkarını düşünmekten… kurtulmamızı ister. Başkasının aklıyla
değil, kendi aklımızı kullanmayı, başkasının düşünmesi değil kendimizin
düşünmesini, başkasının inanması değil kendimizin inanmasını, şeyhlerin,
hocaların, hacıların, üstatların, müftülerin, imamların… aklıyla değil, onların
dedikleri değil, Kur’an’ın dediği, Allah’ın buyurduğu istikamette ve de kendi
aklımızı da devreye sokarak yaşamak en doğru ve en ideal olanıdır.
Kur’an, emanet akıl istemez. Kendi
aklımızın, kendi irademizin, kendi düşüncemizin, kendi fikirlerimizin devreye sokulmasından
yanadır. Onun için şöyle denir; “sağ gözün sol göze faydası yoktur”, “insan
yalnız doğar, yalnız sıkıntı çeker ve yalnız ölür.”
Mümin; aynı zamanda ve her şeyden önce Allah’la iletişim kuran, Kur’an
okudukça, Allah’la konuştuğunu bilen insandır.
Kur’an’la iletişime geçen; hurafelerden,
akıl ve düşünceye aykırı davranışlardan, ilme ters tutumlardan uzak kalan,
Kur’an’ca iletişimi hayat iksiri olarak gören, barışı, kardeşliği, diğer
dinlerden olanlara karşı hoşgörüyü, insan sevgisini, adaleti, eşitliği, “veren
el” olmayı, “bugün Allah için ne yaptın?” anlayışına ilgisiz kalamayan
kimsedir.
Mümin, Kişilik sahibidir. Kurandan yolu geçmeyen veya ruhu, gönlü Kur’an’la
sulanmayan insanlar; fedakârlık, vefakârlık, sorumluluk, elini taş altına koyma
bilincinden uzaktır.
Kur’an’ı hayatımızın mihveri yapmak
zorundayız. Kur’an’ı hayat mihveri yapmayan insanlar empati kuramaz, “Salih
amel” içinde olamaz, “emir olunduğun gibi dosdoğru ol” anlayışını idrak edemez.
Kur’an’ca iletişime şaşı bakanlar; “niçin yapmadığınızı söylersiniz?”, “ya
olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol” ruhundan habersizdir.
Temiz toplumun anahtarı; Kur’an’ca yaşamakta yani Kur’an’la iletişimdedir.
Çünkü bu ruhla iletişime girenler; ticarette hile yapamaz, müşterisine bozuk ve
hileli mal veremez, yaya kaldırımlara mal koyup yayaların geçmesine engel
olamaz. Teraziyi hileli tutamaz. Faizle alışverişin “haram” olduğu şuuru
içindedir. Borçlandığı zaman; yazılı hale getirir ve şahitlendirir.
Bu çalışmamızda; Tevhit
ve tevhit mücadelesine yer verip, “Emir olunduğun gibi dosdoğru ol” ilahi
fermanına uygun hayat sürmenin yolunun; “la ilahe illallah”tan geçtiğini,
dünyanın bu ilkeyle ayakta durduğunu anlatmaya çalışacağız.
Dolayısıyla tevhidi
mücadelenin mihverini peygamberler oluşturduğu için onların ve özellikle ülü’l
azim peygamberlerin mücadelesini ele alacağız. Çalışma bizden, muvaffakiyet
Allah’tandır.
Hayatımıza yön veren,
yaşamaya anlam katan, bütün problemlere kesin çözüm getiren, dünyayı cennet
kılan… İlahi nizamı ortaya koyan Kur'an'ı Kerim, Fatiha suresinden, Nas
suresine kadar hep; Vahdetten, birlikten, Allah'ın güç ve kuvvetinden, dünyanın
ve ahiretin yed-i kudretinde olduğundan dem vurur. O'nun varlığına, birliğine,
kudretine kafa tutanların, yaratma ilkelerini ıskalayanların akıbetlerinden söz
eder.
Dünya nizamını
bozmamamızı, fitne çıkarmamamızı, birliğe ket vurmamamızı hatırlatır. O kadar
ki fitnenin, adam öldürmekten daha tehlikeli olduğunu gözler önüne serer.
"La”dan,
"illa”ya, kelime-i tevhidi anlatır. Bu konuda İslam alimlerinin bir kısmı;
"Vahdet-i Vücut”, bir kısmı; "Vahdet-i Şuhut” der. Öyle veya böyle,
ister şuhut olsun ister vücut, hepsinin özünde Vahdet vardır.
Vahdetten, birliket,
Allah'ın yegane yaratıcı olmasının dışında bir durum yoktur ve olamaz. Bunu
görmek için önce kendi varlığımıza bakalım. Kendi varlığımızdan netice alamadık
mı? O vakit; hayvanata, semaya, dağlara, taşlara, yıldızlara, aya,
güneşe…bakalım. Baktıkça aciz kalırız. İlim adamları; veterinerler, Tıp
uzmanları, botanikçiler, uzay bilimciler, jeologlar, astronomlar…mutlaka
vahdetin güzelliğini, yaratanın kesin olarak mevcut olduğunu ve kıyamete kadar
ebeden var olacağını kabullenirler.
[1]
Kazım Öztürk; Şems-i Tebrizi’nin Evrenesl Mesajları, NKM yayınları, Konya
[2] Öztürk,
A. g. g.
[3] Kur’an
Yolu Türkçe meal ve tefsiri, Diyanet işleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2006,
c.1, s. 59
[4] A. g. e.
[5] Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Hz. İbrahim’in İmanı ve Tevhid
Mücadelesi MUAMMER ESEN DOÇ. DR. ANKARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ