Ramazanı, çocukluğumdan beri ayrı bir severim. Her Ramazan günü, doyumsuz birer lezzettir, benim için. Bu tadı yakalamamda, - hangi konu ya da hayatın hangi rengi olursa olsun- aşırıya kaçmadan, olması gerekeni olması gerektiği kadar yapma titizliğini ve iradesini bize aşılayan babam mı; yoksa, “yapamam” sözcüğünü aile sözlüğünden silmesinin yanında, her yaptığı işi “bir şahesere çevirme” gayreti ve azmi içinde olan ve “ân”ları “huşû” içinde yaşamayı bize öğreten annem mi daha baskın? Bazen, günlerce düşünürüm, bu sorunun cevabını… Ama bulamam! Hatta, “ân’ların lezzetine varmak” deyince, “benlik aşımızda tuzu olan” dedelerim, büyük annelerim de kendilerine düşen payla yerlerini alırlar, bu büyük sofrada…

Ama severim işte; şu ramazan günlerini, bambaşka tatla… Küçük bir kızken başlayıp da kocaman bir hanım olana dek, iftarla sahur arasında hiç uyumadan, ailesinin ve sevenlerinin gönüllü terzisi anneme şevkli bir çırak olduğum içindir; belki de, bu günleri sevişim… Çırak dediysek; sabunla kalıp çıkarmayı, kumaşı biçmeyi, bol teyel almayı, çift dikişi, iğne ardını, sürfile yapmayı bilen bir çırağız işte… Bir, “makine çekmek” kaldı. Öğreniriz onu da, bir ramazan gecesinde. Bekleyin! Sabırlı olun, biraz…

Ya da sahurda yapılan sıcak sıcak böreğin kokusudur; o başımı döndüren tat. Annem, sofraya getirmeden bir - iki saat önce açmaya başlasa, yetiştirirdi böreği sofraya ama… Ee, biz de pek hamaratız; öğleden sonra başlasak, sahura yetiştiririz; meraklanmayın!

Ya da şöyle; tüm kardeşlerin evde bir arada saf tuttuğu gecelerdir; beni alıp götüren… O kadar alıp götürür ki beni o geceler; kendimi yedi- sekiz yaşlarında görürüm. Bir yaz gününde, dedemden “elifba” dersi alırım; işte, şu çardağın altında. Her gün, bir dersi, çabucak geçerim. Aslında, dedem yorulmasın diye demezdim ama, dedem yorulmasaydı günde beş- altı dersi geçerdim. Olsun dedeciğim, biz teker teker geçelim dersleri; bu, daha tatlı… Hem böylelikle, seninle daha uzun beraber oluyorum.

Ramazan demek, benim için; günler öncesinden hoşafların, marmelatların, eriştelerin, salçaların, yağlı turşuların hazırlanması demek. Ramazan demek, annemden kalan alışkanlıkla, “iftar sofrasında önce kahvaltı mı yapacağım; yoksa yemek mi yiyeceğim?” sorusuyla tatlı bir kafa karışıklığı demek… İşte böylesi kafayla; yalnızca sıcak pideyi bitirmek demek…

Ramazan demek; yeni mayalanmış yoğurdun kaymağına dayanamayıp, gün ortasında orucu –bilmeden- bozmak demek…

Ramazan demek; otuz ramazan olmasa da, en az on (on beş) iftar gecesi sofranı eşe, dosta, yolcuya açmak demek…

Ramazan demek, yurtta sahur yemeği çıkmadı diye; arkadaşlarla gece gece kısır yapıp, ertesi gün bütün gün boyunca karnı şiş dolaşmak ya da okulun bahçesindeki bankta uyuklamak demek…

Ramazan demek; sen çocukken, yarım gün (öğle yemeğine kadar) tuttuğun oruç için “iki yarım günü dikeriz de bir gün olur” diyerek kandırıldığını unutup; büyüdüğünü sanarak, sekiz yaşındaki oğlunu da “aynı tatlı masalla” uyutmak demek…

Ramazan demek; insanı bulmak, sevgiyi tatmak demek…

………………

Bir bayan arkadaşımla aynı evi paylaşıyorduk. İkimiz de mesleğimizin ilk yılındaydık. Okulumuzun ve branşımızın aynı olması yetmezmiş gibi –üç aşağı beş yukarı- hayata ve insanlara bakışımız da aynıydı…

O ramazan gününde, farklı bir telaş sarmıştı bizi. İftara misafirlerimiz vardı… Ramazan kış aylarına denk gelmişti; günler kısaydı. Okuldan çıkalı, belki daha yarım saat olmuştu. Bir ya da iki sat içinde, iftar olacak; top patlayacaktı…

Hem ilk defa bu kadar kalabalık misafirimiz olacaktı; hem de misafirlerimiz oldukça önemliydi.

İkimiz, iki koldan yemekleri hazırlamaya koyulduk. Evimiz; iki genç hanımın ve daha maaş almayı yeni yeni tatmış memurların mütevazı eviydi. Yine de, önem verdiğimiz misafirlerimizi iyi ağırlamalıydık. Ana yemeği “tavuk” olan bir menü hazırladık. Dar zamanda ne yapılırdı ki? Fırında tavuk; tavuk suyuna çorba, pilav, salata… Geçmiş gün; belki yanına bir sebze yemeği?(Belki de, bu yemeği düşünmüştük de yetiştirememiştik…) Hatırlamıyorum! Tatlı olarak tel kadayıf vardı… Bir de yanında yumurtalı ramazan pidesi…

Çok heyecanlıydık! İçimiz içimize sığmıyordu. İftara on beş yirmi dakika kala kapımızın zili çaldı. Koşarak açtık kapıyı… Yedi tane, yaşları on bir ile on dört arasında değişen delikanlı ile başlarında öğretmenleri bize bakıyordu. Şaşırdık! Şaşırdık; çünkü biz aslında tam yirmi kişi davet etmiştik…

Bir iki saniyelik duraklamadan sonra, içeriye buyur ettik misafirlerimizi. Gençlerde, olağan dışı bir sessizlik hakimdi. Neredeyse, sorduğumuz soruların tamamına gençlerin yerine öğretmenleri cevap verdi…

Top patladı; iftar sofrasına geçtik. Gençler, yemeklerimizi hiç de iştahla yemiyorlardı, açıkçası. Arkadaşımla benim moralimiz giderek bozuluyordu; neşemiz ve heyecanımız da bitmişti.

Bir anlam veremiyorduk. Birkaç kez, önce misafir öğretmen arkadaşımıza baktık; sonra biz göz göze geldik?! Sofradan kalkıldı; bir iki saat kadar sohbet edildi. Eh, sohbet biraz daha sıcaktı sanki… Ama ortalığı ısıtmak için, oldukça ter döktük…

Sohbetten sonra misafirlerimizin yerine yine öğretmenleri “biz, kalkalım” dedi. Misafirlerimizi yolcu ettik…

Misafirlerimiz gidince arkadaşımla sabaha kadar uyuyamadık. Oysa, ne kadar heyecanlı başlamıştık güne… Hayatımızın en önemli misafirlerini iftar soframıza çağırmıştık. Ve bütün maharetimizi, gücümüzü, gayretimizi göstererek iyi bir sofra hazırlamıştık. Ama sanki, kimse memnun kalmamıştı sofradan. Öğretmenleri bile, “hani, bizi önceden tanımayan arkadaş olmasa” yüzünü asacaktı. Bir ara, can sıkıntısını onun da yüzünden okudum. Yine de, nezaketini korumayı başardı, tebessümüyle.

Üstelik neden, hepsi değil de yedi kişi gelmişlerdi? Biz, yirmi öğrenci bekliyorduk…

İkimiz de gece boyunca hiç gözümüzü kırpmadan, ertesi gün okulumuza gittik. Ama benim aklıma fena halde, dün akşamki iftar maceramız takılmıştı. Okuldan sonra, Öğretmenevi’ne gittim. Yetiştirme Yurdu’nda Rehber Öğretmenliği yapan, daha üniversite yıllarından tanıdığım ve güzel bir tesadüfle aynı ilde çalışmaya başladığımız arkadaşım burada kalıyordu. Onu bulmam hiç de zor olmadı. O da, benim adım atışımdan, neden geldiğimi anlamıştı, sanırım; üstelik, yüzüm de ekşi satıyor olmalıydı:

“Merhaba”

“Merhaba Elif”

“Neden bütün öğrencilerim gelmedi?”

“Eviniz küçüktü, kura çektik. Kurada çıkanlar geldi size…”

“Aman, ne iyi ettiniz? Onun için çocukların gelirken yüzü asıktı…”

“Evet! Hata ettiğimi daha yolda anladım…”

“Hatalıydın elbette… Biz, bize kaç kişi çağırdığımızı biliyorduk! Hem de, geride kalan çocukların kalbini kırdın, Rehber Öğretmen!”

“Tamam Elif! Hatalıyım; onlardan özür diledim, sizden de dilerim…”

“Yok, öyle hemen kurtulamazsın… Başka bir şey daha olmalı… Biz, dün akşam bir kusur mu ettik?”

“Hayır Elif olur mu? Güzel bir iftar yemeği oldu yetimlere…”

“Eğer, biz arkadaşsak gerçeği söylemelisin, az önceki gibi…”

“Şeyy, çok özendiğinizi biliyorum ama…”

“Lütfen, gerçek ne ise bilmek isterim, Rehber…”

“Tamam, beni üzüp durma… Pekala, söyleyeceğim: Gerçekten de çok özenmişsiniz sofraya… Ama Elif, o çocuklar her gün, tavuk-pilav tarzı yiyecekler yiyorlar. Keşke şöyle ıspanak, kuru fasülye, börek, dolma gibi sıcak ev yemekleri yapsaydınız…Yapardınız da… Biliyorum!”

“Bunu umdun, öyle mi?”

“Evet, şeyy…”

“Yok, ben özür dilerim…Ispanak?!.”

“Evet, şöyle her evde, her an yenilen; daha sıcak şeyler…”

İkimiz de Öğretmenevi’nin oturma salonunda dokunsalar ağlayacak haldeydik:

“Sıcak şeyler!.. Anladım, anladım arkadaşım! Keşke, bütün bunları daha önce konuşabilseydik…”

“Teşekkür ederim” diyerek ayrılmak istedim oradan, Öğretmenevi’nin o dev koltuklarına yapışmıştım sanki..Kulaklarım uğulduyordu. Ve kulağım; “sıcak şeyler, sıcak şeyler…” diye çınlıyordu.”Aman Allah’ım! Kim bilir, ne umutları vardı o çocukların?”

O ramazan gününü hiç unutmam! Bana çok sıcak geldi. İnsanları sevindirmek çok özel bir şey… Ama, nasıl sevindireceğini de bilmeli, insan!.. En önemlisi de, hiç kimseye “ben, seni şununla sevindiririm” diyemeyiz, ta en başından; “sen, ne ile sevinir ve mutlu olursun?” diyebilmeliyiz yüreklice…

Keşke, tavuk yerine kıymalı ıspanak yemeği ya da ıspanaklı börek yapsaydım. Keşke, Rehber arkadaşım, bizim yerimize düşünüp de, biz yorulmayalım diye yedi kişi seçeceğine, evimize ortaokulu bizim okulumuzda okuyan tam yirmi delikanlıyı getirebilseydi.

Keşke; konuşabilseydik...

O günden bana birçok tat kaldı; yurtta kalan çocukların eve hasretini iyi bilirim. Ve onları, elimden geldiğince, “evimle” sevindiririm. Onlara hissettirmeden de, “neyi severler?” öğrenmeye çalışırım…

Ramazan demek; gönülden konuşabilmek demek…

Ramazan günlerinizle beraber tüm günleriniz sevgi tadında olsun!..

Yegâh Elif (R)

( Sıcak Ispanak Böreği başlıklı yazı Rana İslam D tarafından 22.07.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.