(Murat Dağı) -Gezi Yazısı-
Yıllardır, içine girip de terlediğim fırınından haşhaşlı ekmek yediğim; her
köşe başına kadar inen çeşmelerinden soğuk pınar sularını içtiğim; allı güllü
kaftanlarını giyemesem de o “kaftanın=kaf dağının” gözümün gönlümün açıldığı
renk cümbüşlerine daldığım; vücudumun her uzvu hayat bulsun diye, vakt-i saatini
yakalayabildiğimde şifalı ılıcalarına uzandığım; hiçbir şey yapmak istemediğim
ve içime bir kasvetin çöktüğünü, “beynimin uyuşup da” dilimin etrafa köpükler
saçtığını anladığımda termosuma koyduğum bir demli çayım ve çayımın yanına katık
diye “karavan”dan aldığım gözlemesiyle kekik kokan, çam kokan dağlarına
çıktığım; dağlara yolum düşünce mağaralarında inlediğim, şehitlikte dinlediğim,
titrediğim seslerle “kendime geldiğim” bu ŞEHRİ terk edip de “hayalimin şehrine”
göçüme günler kaldı…
”Göç” yine beni çağırıyor… Ve öylesi bir zamanda göçüm var ki, “kurtuluşun”
gerçekleştiği 30 Ağustos’ta bu şehirdeki okulumdan ilişiği keseceğim; “kuruluşun
beşiğinin” oyulduğu; çadırın, obanın “Hayme Ana”nın gölgesinde yaylandığı
Eylül’ün ilk haftasında “BAŞ” şehire gideceğim…
Ve ben… Kırk günlük bebekken Ede Balı ile tanıştırılan; kim bilir, “sükûtun
sırrına” o günlerde ermesi muhtemel, ben; hayatımın her zerresine işleyen “bir
yanım hüzün, bir yanım mutluluk” asamla yeniden yola çıkacak; yeni bir göçü,
“aldığım temiz havaların” gücüyle güçlenen bir “yürekle” ve kararlı “ilk adımla”
sil baştan göğüsleyeceğim…
Dante misali “ömrümün yarısı”na ermişsem ben; bu “yarım ömrün” tam da bir
yarısını bu şehirde yaşadım. Neler görmedi ki gözlerim, bu şehirde… Acıyı da
tattım mutluluğu da… Yeşili de gördüm, turkuazı da; bazen terden al al oldum,
bazen dertten kapkara, bazense sulardan bembeyaz… Burada, genç kızlık
hayallerimi süsleyen ikiz bebeklere (ikiz kızlarıma) kavuştum, Ocak ayının soğuk
bir gününde. Onların adlarını güllerle bezedim. Tam da, aynı yılın Kasım ayında,
burada annemi kaybettim ve kasımpatı gibi döküldüm…”Necm” isimli “yıldızım
kaydı” kasımla… Acıda da mutlulukta da bana destek olan, içimi kavuran
ateşti…”Her an, ateşte yeniden çiçek açtım…”Arzuladığım bir okula ulaşmak için
senelerimi döktüm; dışından vurulduğum okula tam kavuşunca sevineceğim yerde,
”Allah’ın selamını unutanlar” da varmış diye, yine aynı okulda karalar bağladım.
İkizlerimden beş yıl sonra, “çalışan bir anneye üçüncü çocuk müstehak mı
Allah’ım?” diye, içerleme gafletinde bulunacakken, Rabbim bana bir oğlan verdi…
Oğlana neden sevinilir ya da üç evladın geleceğine nasıl üzülünür; tattım aynı
saatte…
Her bitiş, güzel bir başlangıcın müjdesi oldu benim için… Bana, “bitti!..”
dedikleri “an”, hep yeniden “başladım”:
Kulların herhangi bir “insanî” sebebiyle bir kapı kapandıysa yüzüme, Hakk’ın
“güzel sebebiyle” yüzlerce kapı açıldı önümde… On sekiz yıllık bir öğretmenin
kendi branşından çok uzaklarda gibi algılanan dallarda, projelere başlamasına
kimseler akıl sır erdiremedi. Bu işin sırrına en fazla kafa patlatanlar da,
“emekler gider işte, ona mı kalmış” deyip de önüme set çekme gafletinde
bulunanlar, oldu… Vücut direnci ne kadar arttıysa hayata dair bu “bileğin”;
sevgiye, anlayışa, paylaşmaya ve “kendini kendi gibi” yansıtmaya dair hassaslığı
o kadar arttı bu “yüreğin”… Bazen, “en yakınında tuttuğu” ya da “ateşinde açan
çiçeği” bile anlayamadı onu… Bunca “şeffaflık” olmazdı bir insanda. Olamazdı,
olmamalıydı… Şeffaflık; riya mıydı, aymazlık mıydı, kurnazlık mıydı ya da yalnız
ve yalnız yaldızlı kâğıtlara yazılan süslü sözler miydi, lügatlerde? Fakat,
ekmeğini yediğim ve elceğizimle ekmeğine “katık” yaptığım şehir bana öğretti ki;
“dupduru su olmayı bilirsen”; bazen soğuk bir pınar bazen kaynar bir ılıca gibi
olabilmek, ilk anda “acizlik” algılanıverse de, zaman içinde “bir yüreğin”
yaşama kök salmasında bereket veren "saf"lığı oluyor…
Göçüyorum, beni ben yapan şehirden; bana beni katan, çoğaltan bir şehre,
”kendi muradımla”…Kimseler bilmese de ben biliyorum ya; beni ancak, “benim
sebebimin” göçürdüğünü… Ve benle tandırda köz olmuş bir yürek geliyor ya!
Varsın, ”eller kına yaksın”… Ben çoktan, “Kütahya’nın pınarları akışır”ı
ezberledim… Başka bir şehirde; belki de hayatımda hiç görmediğim, varlığını bile
bilmediğim yeni pınarlardan içip çoğalmak; kat be kat katlanmak için… Şu an,
hala havasını soluduğum bu şehri, Kütahya’yı, karış karış dolaştım senelerce…
Beni çağıran birçok toprağına koştum; beni dinle diyen taşına kulağımı, beni gör
diye inleyen mağarasına gözlerimi açtım. Yüreğimin sonsuz bir vadi olduğunu bana
“Frig” öğretti… Ama önümde, daima, bir “dağ” vardı…”O dağ” ki, her aklıma
düştüğünde; bana “soğuk” algılattıkları için mi, ”ulaşılmaz” gösterdikleri için
mi çözemedim; hem “gizemi” beni çekti, hem de ulaşılmazlığı beni korkuttu. Ve
daima, beni “dağladı.” O dağa her çıkmak istediğimde, bir sebep, isteğimden beni
alıkoydu. Dağın adı; Murat Dağı…
Kütahya’dan gitmeme az bir zaman kaldığını bildiğimden, Dağ-ı Murad beni çok
kuvvetli çağırdı, geçtiğimiz haftaların birinde… Artık, çağrısına kulak
vermeliydim. Belki bir daha hiç karşılaşamazdık. Belli mi olur? O da ben de “bir
avuç toprağız” nihayetinde… Ben ki, her dağı aşmışım, benden beklenmez bir
cesaretle, o dağı da aşardım, elbet… Murat Dağı hakkında, oraya ulaşmadan önceki
bilgilerim azdı.Ya da yıllardır bana o dağ hakkında bir şeyler söylenmişti
mutlaka ama; onu “gündemime “ almaktan sessizce firar etmiş olacağım ki,
kulağıma ve gönlüme takılı kalan özellikleri oldukça azdı ona dair…
Kütahya’nın Gediz ilçesine otuz kilometre uzaklıkta olduğunu, Temmuz-Ağustos
aylarında bile başının dumanlı, “saçlarının ağarmış”, “yüreğinin soğuk”
kaldığını, oraya çıkmayı göze alanların birkaç dağ evinde kalabileceğini
biliyordum… Ve mutlaka, hem yemyeşildi beyazların arasında, hem de havası
tertemizdi… Soğuk pınarlarının olabileceğini anlamak içinse “müneccim” olmak
gerekmiyordu…
Ve “an” geldi; dağa tırmanmaya başladık… Önce bir tereddüt yaşadık;
yollarının çok kötü olduğu öğretilmişti bize… Çabuk atlattık kararsızlığı… Yol
ve dağ bizi çağırıyordu ve an “karalar bağlayıp” da düşünme anı değildi… Yola
çıktık… Dağın eteklerine ulaşana kadar asvaltta “hanım hanımcık” salındık…
Sanırsınız ki, başımızda “tepe başı” var… Murâdımın Dağına tırmanmaya
başlayınca, tereddütün ne kadar yersiz olduğunu anladık. Dağın yolları “arnavut
kaldırımı” tarzında, daha yeni, yapılmıştı. Dik ve bol kavisli dağ yolu için bu
kesme taşlar, “ince” bir tedbirdi… Dağı tırmanırken “aynı hızda”, Ağustos ayında
olduğumuzdan mıdır, nedir; “karlar etrafımızda savrulmadı” ama, “bu dağın adı
neden Murad, acaba” diye bir soru takılıverdi aklıma… Murad… Murad…. Kimin
muradı? Ve bu “murad”, bir dağın adı?!.
Otuz kilometrelik yol, bana beş dakika gibi geldi, nedense? Dağın zirvesine
ulaştığımda ilk gözüme çarpan şey sağ ve sol yanımızda, ağaçlar arasına
serpiştirilmiş “baraka ev”ler oldu. Tam yolun sonuna varınca, burada “küçük bir
kasabanın” saklı olduğunu anlayıp “şaşırdım sevincimden”… Hatta, kasabanın iki
bulvarı da vardı: ”Dokuz Çam” ve “Gök Oluk…” Murad Dağı’nın başında, saklı bir
dünya… İnsanlar; onlarca, onlarca insan… Kimi yürüyüş yapıyor; kimi dağdan
topladığı kekiğiyle hazırladığı çayını yudumluyor, kimi hamağında sallanıyor…
Kimisi “Gediz göveci” diye, duvarına elle çalakalem yazılmış, bir fırının
başında uyukluyor… Eyvah, gövece geç kaldık… Bu kadar nazlanır da, ikindide
ancak dağa ulaşırsanız, olacağı bu. Olsun, şükredelim halimize; en azından, daha
“akşam” olup hava kararmamış…
Kimileri ise ellerinde çantaları bir yere koşuyor… Dur bakayım… Onları takip
edeceğim… Olamaz… Soğuk denen, ve daima “soğuk” dendiği için, benim yıllardır
kaçtığım bu dağın başında bir “kaplıca”… Evet, evet kaplıca… Fıkır fıkır
kaynayan, sımsıcak sular ve o sıcaklığa büyük coşkuyla koşan bir avuç insan…
Hamama doğru yol alıyorum… Yanımdakileri fırçalıyorum… İnsan, burada bir kaplıca
olduğunu söyler, diye… Bak, bir de tüm kabahatli ben oluyorum; “bilmiyor muydun”
deyip de işin işinden sıyrılmazlar mı? Susuyorum: ”bilmiş” görünmeliyim…
Kaplıcanın içini göremeden hamama sırtımı dönüyorum… Az kalsın “soğuk bir dağın”
başında hamama girip terleyecektim…
Aaa, o da nesi? Bir mezar mı, bir yatır mı; “bir şey” görüyorum ben… Bu
kadarı da fazla… Galiba, temiz havadan zehirlenmek, buna derler… Hava çarptı,
acayip şeyler görmeye başladım… Kafama bir demir atmasını kimden istesem acaba?
Aklım kendini böylesi sorularla meşgul edekoysun; gözüm gördü: ”Murad Dede”…
Ayaklarım da, “murâda” iradem dışında, koşuyor… ”Hay Allah, ilk defa, dağın
başına bu kadar hazırlıksız geliyorum…” Ve bu “aldanmışlık”, bana iki saniye
içinde, önce öfkenin karasını, sonra hicâbın pembesini yaşatıyor… Biraz evvel,
“şifalı suya” gidemedim diye celalliydim; şimdi ise, “yüreğimin ilacı”,
“dedenin” yanına paldır küldür girdim diye al al oldum… Yarabbim! Bu ne murad?
Ve ilk dileğim dökülüveriyor içimden: ”Bundan sonra, arabaya dağ-köy demeden
şunlar, şunlar da konmalı!..”
Murad Dede’nin yanına destursuz gitsem de, o beni en sevimli haliyle
karşılıyor. Dede’nin “yattığı yerden” anlayabilirsiniz: ”iki metre kareye
“dünyalar” dolusu bir yürek sığdıracak kadar “mütevazi” olduğunu…Ve O'nun “güzel
dileklere”, yiğit bir “sebep” olduğunu…”Hiç ummadığım yerde ve ummadığım
zamanda, “dağ” olduğundan hep korktuğum o “heybet”; beni “Muradımın Kaynağına”
kavuşturunca, önce dedeme dualar dökülüyor “dilimden”, sonra dileğim dökülüyor
“yüreğimden”… Kütahya’dan ayrılırken “ yüce bir dağın başına” dileğimi emanet
ediyorum… Sonra, tüm ürkekliğimin dağıldığını, Murad Dede’yi daha da yakından
tanıma arzusunun, her şeyin önüne geçtiğini görüyorum… Bir yazı takılıyor
gözüme… Murad Dede hakkında birkaç şey anlatıyor bu yazı… Ama biliyorum ki
“MURÂD”, bu anlatılan kadar değil; “anlatılamayan kadar “yüce”…
"DAĞLANIYORUM..."
DEVAM EDECEK...
29.08.2009
Yegâh Elif (R)