Ekmeğini yediğim, suyunu içtiğim bu şehirden göçmeye günler kala, muradım beni “şehrin zirvesi”ne getirdi. Bir mekâna gelmiştim: Dış mekândı bu… Ya da geniş, en geniş mekân… ”İç mekân”dan ve “beni daraltan” dar mekândan bir solukta sıyrılıp; düşümden çok çok ötede “gerçek bir rüya” ile karşılaştım, yüce dağın karlı başında… İçimin mekânından kaçmak ne mümkün! Başınızı alıp dağlara çıkarak, ne kadar kaçayım deseniz de; içinizin oyukları, peşinizden her daim “dört nala koşturur”… Bunu biliriz, ama… Dışı soğuk kristallerle zırhlanmış, zırhı yeşillere saklanmış, içi göz göz sıcak pınarla oyulmuş bir dağda “cennet mekân” bir zâtla karşılaşmak; hiç de alışılmış, görülmüş şey değildir. Bunu çözemeyiz, öyle kolay kolay… ”O ân”, ”ne hikmetse”, tek düşünce saplanır “yüreğinize”: ”İnsan, lâ-mekândır. ”Hemen ardından, aklın başı yerine gelir ve “insan, her nerede olursa olsun; “insan”dır” diyerek yüreğin elinden tutar; “o”nun safında el bağlar…
 
İnsan-mekân ilişkisi üzerine ömrüm boyunca binlerce kez fikir yürüttüm, birçok durumun üçüncü şahıstaki “seyirci bilicisi” olarak… Ama ilk defa, bu kadar “geniş bir mekânın”, içime tüm ihtişâmı ile kurulduğuna şâhid oluyorum… İnsanla mekânın “bir” olduğunu anlayan yepyeni “bir gözüm” açılarak… Benliğimle yaşadığım bu “ân”a tanıklığıma, dağlanan yüreğim mi; yoksa, dağ gibi Murâd Dede’nin yüreği mi vesile oluyor? Bunu anlamak için, daha kaç soğuk pınarda soluklanmalıyım, daha kaç “ılıca”da arınmalıyım Allah’ım?..
 
YAZI… BİR YAZI… Benim yazımla Murâd Dede’nin yazısı, ”Saatleri Ayarlayan”ın hikmeti ile tam da vaktinde, bir dağ başında, çakışıyor… Evet, yazı… Yazıyı hatırlıyorum yeniden… Yazıya döneyim; zamanım mekânım kalmadı nasıl olsa…Tek sahip olduğum “Yazı”… Gözümü ovuşturup, Murâd Dede’yi tanıtan yazıyı okuyorum ağır ağır…
 
Yazının kaynağı altında verilmiş: Mehmet Kaynak… Bu şahsı yakından tanımak isterdim.. Mutlaka O da, bin bir pınarı iç mekânında taşıyabilen bir “insan”… Dede hakkında kağıda yazılanları sizlerle paylaşayım “şimdi”;O’nun hakkında yazılamayanları “benliğinizde” tadabilmek için muradınızın dağına çıkarsınız “bir zaman”, eminim…
 
“Şimdilik”… Huzurdan sessizlik içinde geri çekiliyor; sizleri yazı ile yürek yüreğe bırakıyorum:
 
MURAT DEDE
 
“Burada asıl adı Kara Bali olan Murat Gazi yatar…"
 
O, Türkistan’dan Anadolu’ya göçüp gelen, nice uygarlıkların yeşerip boy attığı bu toprakları Türk Yurdu haline getirmek için savaşırken oracıkta canını veren binlerce şehidimizin biridir.
 
O’nun destanının Kişiliğinin dağı saran ışığında, Türkmen savaşçılarının şehitliğe yücelişini görürsünüz…
 
Murat Dede Germiyanoğulları’nın fetihlerine katılmış, savaş meydanlarında unutulmaz kahramanlıklar göstermiş, bilge bir efendi. Dindymon çarpışmaları bütün hızıyla sürüyor, Murat Gazi düşman saflarına dalıp, her girdiği safı darmadağın ediyordu. Nasıl olduysa oldu, bir düşman kılıcıyla ölümcül bir yara alıverdi…
 
Bir anda ortalık karışmış, gaziler Murat Gazi’yi çatışma alanının dışına çıkarmışlardı. Başına toplanan Gaziler çırpınıyor, derin kılıç yarasını tımar için “birazcık su olsaydı” diye çaresizce çevreye bakıp, su için Yüce Yaradan’a yakarıyordu. Umutların söndüğü, çaresizliğin doruğunda, sırlar âleminin derinliklerinden gelir gibi su şırıltısı duyuluverdi. Kayaların arasından fışkıran su buharları çağıldıyor, her şeye gücü yeten Yüce Yaradan, Türkmen savaşçılarına âdeta bir fetih müjdesi veriyordu.
 
Gaziler, gönüllerinde Allah sevgisi, dudaklarında şükran dualarıyla bir suya, bir Murat Gazi’ye koşuyor, gazilerini yaşatmaya çalışıyordu…
 
Oysa o sırada, Murat Gazi de şehitliğe, o yüce makama koşuyordu.
 
Çünkü O seçilmişlerdendi…
 
Tam o sırada kardeşi de, dağın başka bir yerinde, çıplak sarp tepenin birinde şehâdet şerbetini yudumluyordu…
 
Sonra, iki aziz şehidin bedenleri yan yana geldi… Kardeşi şehitliğin gurur ve sevincini Murat Gaziyle paylaşmak istemişti…
 
Aslında, bu iki şehidin bayramıydı…
 
Cennetin kokusunu duyuyorlardı…
 
Murat Gazi her şehidin makamının kanının aktığı yer olması gereğine inandığı için kardeşine:
 
__ Be hey fikirsiz! Nerede şehit olduysan, var oraya git. Senin makamın orasıdır diyerek kardeşini o çıplak tepenin dibine gönderdi.
 
Murat Gazi’yi hemen oraya, şehit düştüğü yere kardeşini de o çıplak tepenin dibine gömdüler…
 
O yüzden, buraya yatan Murat Gazi’nin adı bu dağa verilmiştir.
 
İki şehidin de ruhları şâd olsun. Dualarınızı esirgemeyin.”
 
Muradına nâil oldun ya Gazi, ”gözüm arkada kalmaz” gayrı… En sonunda beni de “dağımın başına” getirdin ya. Dualarım hep seninle…
 
Murat Dede’nin mekânından ayrılmak ne mümkün artık… Ne ki, herkes lâ-mekân olmuş…
 
Beni çağıran dağa gelmiş olmanın memnuniyeti ile, yüreğime binlerce göze daha eklenirken beynime dolanan “şu inci” ile dağdan ovaya “uçuyorum”:
 
Umutların söndüğü, çaresizliğin doruğunda, sırlar âleminin derinliklerinden gelir gibi su şırıltısı duyuluverdi.
 
Dağdan düze inerken bir şehri tam olarak fethetmenin ılık pınarı içimde dolanıyor, şu düşünceler sıralanıyordu “iç mekânıma”, arka arkaya:
 
Ve ben… Kırk yıllık “bir yanım hüzün bir yanım mutluluk “asamla”, Murat Dede ile bir dağ başında tanıştırılan; kim bilir, “su şırıltısının sırrına” bu günlerde ermesi muhtemel, ben; yeniden yola çıkacak; yeni bir göçü, “DAĞDAN ALDIĞIM” güçle “büyüyen” bir “yürekle” ve kararlı “ilk adımla” sil baştan göğüsleyeceğim…
 
Ve her dağın başında, ”her an”, ateşte yeniden çiçek açacağım…”
 
Her bitiş, güzel bir başlangıcın müjdesi oldu benim için… Bana, “bitti!..” dedikleri “an”, hep yeniden “başladım”… Dağın zirvesinde “sımsıcak bir yüreğin” varlığını, dünya gözüyle gördüm sonunda… Şükür!..
 
Murat Dağı ile birlikte tekrar fark ettim ki: Kulların herhangi bir “insanî” sebebiyle bir kapı kapanırsa yüzüne, Hakk’ın “güzel sebebiyle” yüzlerce kapı açılır önünde… Dağ başında olsan bile… Başın, yüreğin dağlansa bile… Yalnız ve yalnız “murâdını”, murâd etmeyi ve murâdına göçmeyi bileceksin…
 
Göçüyorum, beni ben yapan şehirden; bana beni katan, çoğaltan bir şehre, BAŞ ŞEHİRE ”kendi murâdımla”… Dağ-ı murâdımı, Murat Dede’nin emanetine bırakıyorum… Ve yolumda, benle beraber tandırda köz olmuş “bir yürek daha” geliyor ya! Şimdi, düğün bayram bana… Ben çoktan, “Kütahya’nın pınarları akışır”ı ezberledim…
 
İyi ki “Yüce Dağ”ın çağrısına kulak verdim. Belki bir daha hiç karşılaşamazdık. Belli mi olur? O da ben de, “bir avuç toprağız” nihayetinde…
 
”Hiç ummadığım yerde ve ummadığım zamanda, “dağ” olduğundan hep korktuğum o “heybet”; beni “Muradımın Çağlayanına” kavuşturunca, önce dedeme dualar dökülüyor “dilimden”; sonra dileğim dökülüyor “yüreğimden”…
 
Kütahya’dan ayrılırken “ yüce bir dağın başına” dileğimi emanet ediyorum… Muradımı sen bildin ya, artık huzurluyum…
 
Nerede “asam”? Yol çağırıyor beni… Dileğimle, göçüyorum… Dileğimle, çağlıyorum…
 
28.09.2009- Kütahya
 
Yegâh Elif ( R)
( Dağ-ı Murad - 2 - başlıklı yazı Rana İslam D tarafından 24.07.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.