1 Edebiyatın Gülen Yüzü Mehmet Nuri Yardım
Edebiyatçı yazar Mehmet Nuri Yardım ile çocuk edebiyatı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Son olarak yayımlanan Yıldızlarla Uyumak adlı eserinden hareketle edebiyatımızın çocuksu yönüne ışık tutmaya çalıştık. Mehmet Nuri Yardım, 1960 yılında Siirt’te doğdu. Daha küçük yaşlardayken okumayı sevmeye ve ilerletmeye başladı. 1979 yılında başladığı gazetecilik mesleğini Yeni Asya, Doğuş, Tercüman, Türkiye, Hürriyet, Zaman, Bizim Gazete, Haber Fatih, Orta Doğu ve Yeniçağ gazetelerinde devam ettirdi. Eserlerine baktığımız zaman edebiyatımızın sevimli yüzünü göstermeye çalışan Yardım’ın önemli eserleri var. Lise yıllarında hocalarımızın edebiyat öğretimine gerekli önem vermemesi bizi sıksa da Mehmet Nuri Yardım’ın eserleri, bazı tabuları yıkıyor. Başlıca eserleri, Edebiyatımızın Güleryüzü, Yazar Olacak Çocuklar, Kayıp İstasyon, Aşina Çehreler, Edebiyatımızda Hüzün. Teknolojinin nimetlerinden faydalanarak okura ulaşmayı amaçlayan Yardım, 2006 yılında www.sanatalemi.net sitesini kurdu. Burada birçok yazarın çeşitli türlerde yazıları yayımlandığı gibi kültürel haberleri de izleme imkânı buluyoruz.

Mehmet hocam, ilk olarak sanatalemi.net sitesinin neden kurulduğunu, böyle bir sitenin kurulmasındaki zaruretleri anlatır mısınız?

Size bir itirafta bulunayım mı? Ben teknolojiden aslında pek anlamam. Neredeyse dört yıl olacak Sanatalemi.net’i kuralı. Ama hâlâ yazılarımı Mustafa Demirci kardeşimiz ekliyor siteye. Çünkü teknolojik bilginin sınırı yok. Ben daha çok muhteva ile, fikrî plân ile uğraştığım için mecbur kalmadan o konulara girmem. Zaten edebiyatla uğraşanların çoğu da pek sevmez teknolojiyi. Hâlâ birçok edebiyatçı yazılarını daktilo ile yazıyor, henüz bilgisayara geçmiş değil. Peki, doğru mu bu davranış, bana kalırsa değil? Teknolojinin hızını edebiyatın ve sanatın hizmetinde kullanmak gerek. Bu düşünceyle doğrusu Sanatalemi.net’i 2006 yılının 10 Ağustos’unda kurdum. İyi de oldu. Bir bakıma sanata açılan bir penceremiz oldu. Kültür sanat haberleri, yazıları röportajları düzenli olarak eklendi. Bir ara sitenin tirajı günlük 28 bine kadar çıktı. Yani neredeyse orta ölçekli bir gazetenin tirajına yaklaştı. Ama teknik açıdan yaşadığımız bazı sıkıntılar sitenin belli bir yerde durmasına yol açtı. Ancak uzun bir zamandan beri sitemiz tekrar eski hareketli, heyecanlı dönemlerine yaklaşmaya başladı. Özellikle genç yazarlarımızın “Yeni Kalemler” bölümünde yazmaya başlaması bizi bu konuda daha da ümitli kıldı. Editörlerimizin yeni röportajlar yapması, özel haberler hazırlaması elbette sitenin gazetecilik başarısını giderek artırıyor.

Sanatalemi.net’in kurulduğu ilk yıllarda bir çok dalda yarışmalar düzenledik. Bu yarışmalara katılan ve yazı yazmaya devam edenler oldu. Bir bakıma site, edebiyata teşvik bakımından öncülük yaptı. Genç edebiyatçıların doğmasına vesile oldu. Bu hizmetler elbette devam ediyor. Yazılarını ilk defa sitemizde yayımlayan bazı yazarlarımızın şimdi üçüncü dördüncü kitapları çıkıyor. Bu da yaptığımız işin doğru, isabetli ve hayırlı olduğunu gösteriyor.  Ne diyelim, “Mevlâ görelim neyler  / Neylerse güzel eyler.”

Çok değerli yazarlarımız oldu, bunların büyük bir kısmı hâlâ yazmaya devam ediyor. Ama hüzünle hatırladığım üç isim var ki, sonsuzluk âlemine yürüdüler: Ahmed Yüksel Özemre, Ergun Göze ve Hamit Can. Üçünü de rahmetle anıyorum. Onlar için sitede bir bölüm açtık ve eski yazılarını burada topladık. Bölümün adı SİZİ UNUTMADIK. Onların hâtırası ebediyen içimizde olacak.

Hocam, son olarak Yıldızlarla Uyumak adlı bir eserle okurun karşısına çıktınız. Bugüne kadar yayımlanmış eserlerinize baktığımızda, biyografi ve röportaj ağırlıklı eserleri görüyoruz. Bu izlenimi Sefertası isimli hikâye kitabınızla değiştirdiniz. Ardından bir değişiklik daha yaparak, Yıldızlarla Uyumak isimli eseriniz yayımlandı. Bu eserin doğuş hikâyesi var mı?

Birçok yerde söylediğim gibi benim romancılık veya hikâyecilik iddiam olmadı, olmaz da. Çünkü mizaç olarak daha çok araştırmaya meyilli bir edebiyatçıyım. Özellikle biyografi dalında çalışmayı seviyorum. Nitekim kitaplarımın bir kısmı da biyografiktir: Sait Faik, Ömer Seyfettin, Ziya Osman, Refik Halit Karay, Safiye Erol, Ziya Nur, Cahit Öney, Yahya Kemal vs. Ancak zaman zaman daha çok geçmişe, çocukluk yıllarıma dâir yazdığım bazı hâtıralar çok sevildi ve tutuldu. Ben de onları bir araya getirip Sefertası’nı yayınladım. Hikâye tarzında hâtıralardan oluşan o kitap çok beğenildi. Doğrusu bunu beklemiyordum. Bu ilgi ve rağbet bana Yıldızlarla Uyumak çocuk romanını yazdırdı. Bu romandaki olaylar da gerçektir. Hatta tamamına yakını diyebilirim ki aynen cereyan etmiştir. Zaten romanın kahramanı Kerem bizzat benim, ismi ise oğlumdan aldım. En küçük yaşlarımdan delikanlılık yıllarıma kadar geçen zamanı anlatıyorum. Doğup büyüdüğüm Siirt’te eski Ramazanlar, bayramlar, eğlence yerleri, ibadet mekânları, sokak ve mahalleler, oyuncaklarımız kısacası o küçük şehrimizin sosyal ve kültürel unsurlarını kattığım bu çocuk romanında, Kerem’in şahsında Doğulu çocukların gizemli, gökyüzüyle arkadaş olan iç dünyalarını dile getirmeye çalıştım.   

Yıldızlarla Uyumak adlı eseriniz, çocuk romanı olmasına rağmen her yaşta insana hitap ediyor. Günümüzde beton binaların ayyuka çıktığı, yeşil alanların neredeyse yok olduğu bir dönemde, acaba gelecek nesle bahçede oynamayı; seksek, üçtaş, saklambaç vb. gibi oyunları öğretebilecek miyiz? Teknolojinin sınır tanımaz gelişmişliğine her şeyi kaptırmalı mıyız?

Aslında bu sorunuz bugün modern şehirde yaşayan insanın temel ıstırabıdır ve en büyük meselesidir. Evet, çocuklarımız gökyüzünü göremiyor, sokağa çıkamıyor, mahallede dolaşamıyor, ağacı, kuşu, kelebeği, çiçeği tanımıyor. Okul, dershane ve bilgisayar üçgeni arasındaki üçlü mengenede sıkışıp kalmış. Belki ayda yılda bir sinemaya gidebiliyor, o kadar. Bütün kültürel hayatı, sosyal yaşayışı ayda bir gittiği sinema salonundan ibaret… Hâlbuki biz eski zaman çocukları çok daha şanslıydık. Çünkü evin dışına, sokağa çıkıyorduk. Hayatla, insanlarla birebir olabiliyorduk. Arkadaşlarımız olurdu, hayaller kurardık, oyunlar oynardık. Alabildiğine masmavi gökyüzünü seyre dalardık, uçurtmalarımız vardı, misketlerimizle doyumsuzca oynardık. Küçük resimli fotoromanlarımız vardı, gizli gizli okurduk. Kütüphanelerde ise Ömer Seyfettinler, Kemalettin Tuğcular bizi sabırsızlıkla beklerdi. Koşarak giderdik, mendillerimizi çıkarıp okurken ağlardık. Bir başka güzel dünyaydı eski çocukluk çağlarımız. Bugün çocuklarımız ne yazık ki o güzelliklerden mahrum.

Peki mutlular mı? Bilemiyorum. Belki de bizim yaşadıklarımızı görmedikleri için kendi âlemlerinde bir saadet dünyası kurabilirler. Akvaryumdaki sularında küçük balıklar gibi mutlu yüzebilirler. Ama inanıyorum ki, bizim görüp geçirdiklerimizi yaşasalardı bugünkü hayata isyan ederlerdi. İyi ki görmediler, iyi ki yaşamadılar. Bari bugünkü huzur rüyaları bozulmuyor.  

Telefon, internet gibi teknolojilerin yaygınlaşmasıyla birlikte, insanın içindeki vefa duygusunun da azaldığını görüyoruz. Ayrıca Sefertası isimli eserinizde de buna değinmiştiniz. Vefa duygusunu geri kazanabilmek için ne tür etkinlikler düzenlenebilir?

Aslında modern iletişim araçlarının insanları birbirine daha çok yaklaştırması gerekiyorken uzaklaştırıyorsa bunda hata masum aletlerde değil samimiyeti, dostluğu, vefayı kaybeden insanlarda, yani bizdedir. Telefon aslında bir nimet ama insanlar buluşmak için, sohbet muhabbet etmek için kullanmıyorlar telefonu. Aksine görüşmemek için, bir araya gelmemek için aralarına sokuyorlar. Bir bakıma onu suiistimal ediyorlar. Vefa duygusu elbette insanî bir duygudur ve onu yitirdiğimizde insanlığımızdan da birçok özelliği kaybetmiş olacağız. Öyleyse hatır sormayı artırmalıyız, selâmlaşmayı yaygınlaştırmalıyız, tebessüm etmeyi asla ihmal etmemeliyiz. Bir tebessümden ne çıkar demeyin? Bir gülücükten bazen bir dünya doğar, dostluklar başlar, yürekler pekişir ve nice nice güzellikler ortaya çıkar. Aslında her şey elimizde. Bütün mesele bizi asık suratlı etmeyi seven yaramazlara kulak asmamak. Aksine komşumuza, arkadaşımıza, akrabamıza, yakınımıza hatta uzağımıza el sallamak, güler yüz göstermek ve bir selâm vermek... Bütün yapacağımız sadece budur, gerisi kendiliğinden gelir.

Zaman zaman edebiyat tartışmaları olur. Özellikle bazı gençler arasında kıyasıya bir fikir yarışı başlar. Yetişkinlere yönelik edebiyat mı yoksa çocuk edebiyatı mı daha zordur?

Bir şey söyleyeyim mi elbette çocuklara yönelik bir edebiyat vardır ve aslında çok zordur. Çünkü büyükler bir bakıma çocuk ruhunun kisvesine bürünüp yazmak zorundadırlar, o dar fakat aynı zamanda çok geniş zırha sığmak ve içine yayılmak hiç de kolay değil. Bir bakıma büyük beden elbiselerini çıkarıp minnacık giysilerle ortaya çıkmak zorundadır çocuk yazarları. Dolayısıyla tabii ki zordur bu edebiyat. Ama yazılamaz, yapılamaz diye bir şey yok. Muallim Naci yapmışsa, Ömer Seyfettin başarmışsa, Kemalettin Tuğcu yazmışsa bugün de çocuk yazarlarımız yapacak, yazacak ve muvaffak olacak. Başka izahı yok bunun. Zorluğuna gelince, istedikten sonra hiçbir iş zor değildir, hiçbir tür güç değildir. Yeter ki isteyerek yapın, benimseyerek yazın. Şiiri de kolaydır, romanı da, hikâyesi de kolaydır denemesi de. Bence kolaylık ve zorluk meselelerini düşünmek yerine insanların kendi mizaçlarına, yapılarına uygun türü seçmeleri ve o vadide derinleşmeleri önem arzediyor... İşte o zaman faydalı ve hayırlı bir iş yapmış olurlar.

Eserlerinizin tamamına şöyle bir kuş bakışı ile göz attığımızda genel olarak isimlerde hep “çocuk” figürü gözümüze çarpıyor. Çocuklara bu denli önem vermenizin özel bir sebebi var mı?

Söyleyeyim, çocuk ruhlu oluşumdan. Evet, aslında büyümüş bir çocuk sayılırım. Çünkü çocukluğumdan hiç kopmadım ki? Geçenlerde bir toplantıda şair Ayhan İnal ağabeyimiz kürsüde şöyle bir nükte yaptı: “Arkadaşlar Mehmet Nuri Yardım’ın yaşı 50’ye yaklaşıyor, eserleri de o rakama yakın. Ama hâlâ genç. Niçin biliyor musunuz? Çünkü o 23 Nisan doğumludur. Yani çocuk bayramında doğmuştur ve hep çocuk ruhlu olarak kalacaktır.”

Tabii şarimizin bu zarif nüktesi aslında belki de bir hakikatin tespitidir. Yani çocuksu yönüm hayatımda ağır basıyor. Dolayısıyla kitaplarımda, yazılarımda çocuklara daha yakın konulara el atıyorum. Meselâ Ömer Seyfettin’i çok seviyorum, Kemalettin Tuğcu’yu da, Muallim Naci’yi de. Niçin Naci? Çünkü Ömer’in Çocukluğu’nu yazmıştır. Bu yüzden Edebiyatçılarımızın Çocukluk Hâtıraları’nı hazırladım, Yazar Olacak Çocuklar’ı yazdım. Yıldızlarla Uyumak çocuk romanını kaleme aldım. Bu yüzden Türk klâsiklerini, Doğu Klâsiklerini yayına hazırladım. Bu ilgi beni gazetecilik yıllarımda bile bu sahaya yönlendirdi. Ve yaklaşık bir yıl bir çocuk dergisinde yöneticilik yaptım. Özel sebep bu. Çocukların saf ve masum dünyasını daha çok seviyorum herhalde büyüklerin dünyasından. Bu evren daha samimi, daha iyi ve daha kötülüklerden uzak gibi görünüyor bana. Bilmem ki, bu bakışımda haksız sayılır mıyım?

Çocukların masumane dünyalarında kötülükten bahsetmek zordur, haklısınız. Günümüz gençlerindeki yazma hevesini ve yapılan çalışmaları nasıl buluyorsunuz? Bu yolda ilerleyen arkadaşlarımız için tavsiyeleriniz nelerdir?

Yazmak eylemi elbette çok önemli ve güzel, ama altyapısı olmalı. İyi okumalar yapmadan, kütüphanelere tiryaki olmadan iyi yazamazsınız. Bugün ne yazık ki bazı genç arkadaşlarımız az okuyup çok yazmaya başladı. Bu yanlış. Öncelikle sıkı bir okuma faaliyetinden geçmelidirler. Doğu ve Batı klâsikleri okunmalı. Türk klâsikleri bitirilmeli. Bazı temel yazarlar ve eserleri mutlaka elden geçirilmeli. Yahya Kemal, Tanpınar, Necip Fazıl, Mehmet Âkif, Tarık Buğra, Sâmiha Ayverdi, Cemil Meriç, Oğuz Atay, Kemal Tahir bu yıldız şahsiyetlerdendir. Bu zirve isimler okunmalı, hem de defalarca. Yazarken titizlik elden bırakılmalı. Bakıyorum, bilgisayarın getirdiği kolaylığa kanarak genç yazarlarımız pek imlâ kaidelerine uymuyorlar. Meselâ noktadan sonra boşluk bırakmıyorlar, işaretleri yerli yerine koymuyorlar. Sanki dil bilgisi kuralları hiç olmamış gibi özel isimler de küçük harflerle yazılıyor. Bu itinasızlık, düzensizlik kötü yazıların ortaya çıkmasına sebep oluyor. Ben yazı yazmaya yeni başlayanlara önce “İyi ustaları bir an önce okuyun” derim. Bu tavsiyede bulunmak isterim. Sonra da bu kalem üstatlarına özenmelerini öneririm. Usta çırak ilişkisinin önemine dikkat çekmek isterim. Çok okuyup ondan sonra yazmaya başlamalılar. Ama bunu da abartıp hiç yazmamak veya çok az yazmak da doğru değildir. Kişi ne zaman neyi yazacağını bilir. O vakit gelince durmamalı. Zihin dünyasındaki duygu ve düşünceleri ak kâğıtlara dökmelidir. Her şeye rağmen çok iyi genç yazarlarımız yetişiyor. Ben bu anlamda çok ümitliyim. Geleceğin iyi yazarlarını şimdiden sevgiyle selâmlıyorum.
Not: Bu söyleşi, Temrin Dergisi Haziran 2010 sayısında yayımlanmıştır. 
( Edebiyatın Gülen Yüzü Mehmet Nuri Yardım başlıklı yazı Erol AFŞİN tarafından 13.09.2012 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.