Nanuş


    Siverek’in birbirine bitişik, alçak toprak damlı evlerinin iki yanına sıralandığı daracık küçelerde bizi mutlu eden şeylerden birisi, Nanuş teyze ile karşılaşmaktı. Kısacık boyu, iki büklüm olan beli nedeniyle neredeyse biz çocuklar kadardı. Kimi kimsesi olduğunu hiç duymadığım bu sevimli yaşlı kadın, bir eliyle Siverekli kadınlara özgü lacivert çarşafını tutarken öbür elini çarşafın altından yeleğinin cebine sokunca dünyalar bizim olurdu. Çünkü her seferinde o cepten bir avuç fındık ya da nohutlu şeker çıkacağını bilirdik. Sevincimizi görünce onun da gözleri gülerdi.

    Onu biz çocuklara bu denli yakınlaştıran şey, “kör ocak” olması mıydı, başka yalnızlıkları mıydı bilmiyorum. Ne olduğunu tam anlamazdık ama mahallede Nanuş teyzeden herkes çocuklarını uzak tutardı. Mahalleli Nanuş teyzeyi uğursuz diye algılardı. Ama biz çocuklar Nanuş teyzenin ayrı ve farklı bir yerinin olduğunu bilirdik.

    Mahallede bütün yaşlı kadınlar ya babaanneydiler, ya da anneanne... Çocukları, torunları vardı. Böyle olmasına karşın büyüklerimiz onlardan söz ederken, söze dökülmeyen ama farklı olduklarını hissettiren bir hava oluşuverirdi hemen. Bazen “amaan, evlatsız insan uğursuz insandır” sözü çalınırdı kulağımıza. Anlamını bilmediğimiz bu sözler onları gözümüzde biraz daha gizemli hale getirmekten öte bir işe yaramaz, kısa süre sonra bu sözcükleri unutur, kaldığımız yerden oyunlarımıza devam ederdik.

    Bir gün Nanuş teyze bizi evine davet etti, çok iyi dikiş dikerdi, o yüzden beli kamburdu, çekine çekine içeri girdik arkadaşlarla birlikte... Kasım arkadaşım” Nanuş teyze bizi niye çağirdin?” dedi.
    “ Bakın size fırenk köynegi tiktim torunlarım,” derken Kasım arkadaş yüzüme bakıp” viii...Bu nene ne söliii, biz onin torini degilik ki...” dedi. Rahmi sağ eliyle Kasım'ın ağzını kapatıp” ulan oğlim sen manyak misan, fındıkları düşün, leblebi şekeri...” derken Kasım “he ulan unuttum ben fındığı leblebiyiii.” dedi.

    Fırenk köynekleri üzerimize geydirdi büyük bir özenle Nanuş teyze, Rahmi'nin aynada kendine baktığı sırada, Kasım “ulan oğlim bak ocakta aş pişi, hani Nanuş teyze körocaklıydı? Budir ocağıyani...” dedi. Rahmi, “demek ki analarmız yalan söylii, ocağı kör olsaydı hiç aş pişirir miydi ” dedi. Kasım, “he ulan bize yalan söliler...” Bense bakışlarımı duvardaki fotoğrafa yoğunlaştırmıştım. Nanuş teyze fotoğrafta ancak 30’lu yaşlarında olmalıydı. Fotağrafa baktığımızı gören Nanuş teyze “ah ah” çekti ve başını salladı.
    Kasım, “Nanuş teyze bişe deyim siye” dedi. Nanuş teyze “ de güzel torunum de...” dedi. “Bu adam seni babay mi?” diye soruverdi Kasım. Nanuş teyze “boyu posu devrilesice benim herifti, zaten devrilip gitti de.” dedi.

    Üzerimizdeki paçavra frenk köyneklerimizi atıp yenisini giydik, başka çocuklara hava atmak için Siverek sokaklarını dolaşıyorduk ki, Kasım'ın anası Şerife teyze bir pençe oğluna vurup “kıransüpüreseni, sabehten beri seni geziyem. Bizim mehalleye kıranmı girmiş, ne işi var bu mahallede ha?” dedi. Bizi de döverdiye benle Rahmi bulunduğumuz yeri bir hızla terk ettik.
    Nanuş teyzenin büyük bir bölümü hâlâ meçhulümde olan öyküsünü çok sonraları merak ettim. Ona dair sorular sormaya başladığımda, Siverek’te ve aslında bütün bölgede neredeyse her evde bir Nanuş teyze olduğunu öğrenmek çok şaşırttı beni. Böylesine hayatımızın içindeki bir bilginin, hep sessizlikle geçiştirilen, ancak büyüklere ısrarlı sorular sorarak ulaşılabilecek bir şey olması başlı başına şaşırtıcı bir şeydi. Edindiğim her bilgi bölük pörçüktü.

    Askerden döndükten sonra ilk işim Nanuş teyzeyi sormak oldu. Anam, “kızıyam siye artık ha, her mektupta Nanuş teyze nasıl ana, hasta değil inşallah... Sanki o senin nenen, sen öz neneyi bele sormadi hiç.” dedi kızarak. Gerçekten de öz ninemden daha çok sevmiştim ben Nanuş teyzeyi. Onu o kadar sevmemin nedeni bana avuç, avuç yedirdiği şekerlemeler miydi, sırtıma giydirdiği şimdinin deyimiyle yeni, yeni gömlekler miydi. Ağladığım zaman yanaklarımdan süzülen yaşları ve burnumdan akan sümükleri eliyle silmesi miydi. Bilemiyorum, bambaşka bir sevgiydi aramızdaki bağ...

    “Sen bir aylık askerken öldü Nanuş teyze” dedi anam.

    Ölümü beni çok üzmüştü, onu sağ görmek ve “nenem, artık ben koca bir erkek oldum, bak askerliğimi de yaptım, artık hikayeni ve nerden geldiğini deyiver nenem.” diyecektim. Ama olmadı, yetişemedim.

    Aklıma tek gelen Hasan dede oldu, çünkü Hasan dede neler olup bittiğini daha iyi bilir diye düşündüm. Nanuş teyzeyi ona sorduğumda, “çok şey bildiğim yok, tek bildiğim Nanuş'un kolejde okumuş biri olduğu. ancak harf devriminden sonra öğrenmiş kocası. Resmi bir dilekçe için Latin alfabesini bilen birini nereden bulacağını kara kara düşünürken, “ben yazarım” demiş Nanuş. Ve çok güzel bir el yazısı ile yazmış dilekçeyi. Dilekçeyi alan kaymakam bu el yazısının sahibini öğrenmek istemiş, kimse öğretmenlik yapmasını rica etmiş. Yazının sahibinin karısı olduğunu söylemeyi gururuna yedirememiş Ahmet. Kaymakamın önerisinden karısına hiç söz etmemiş. Bunu defalarca” ben nasıl karım yazdı derim Hasan. Kendimi nasıl gülüç ederim yahu. ” diyordu. Çünkü Ahmet okuryazar değildi. “

    O gece bir türlü uyku tutmadı, evet, evet ya... Nanuş teyzeyle vedalaştığım da, “askerden döndüğünde seninle doğduğum ve büyüdüğüm topraklara gideriz, ah güzel memleketim Mardin!! Tepebağ mahallesini karış karış anlatırım sana... ” demişti.

    Nasıl uyuduğumu, nasıl kalktığımı anlamadan kendimi Mardin’in yollarında buldum. Bir akraba bulma umuduyla araştırmaya koyuldum. Her çıkan Sürpriz beni daha da meraklandırdı.

    Tepebağ mahallenin en yaşlı adamına beni götürdü iyi kalpli bir genç. Karşıma çıkan adam seksen, seksen beş yaşlarındaydı. Olay sanki dün yaşanmış gibi anlatmaya koyuldu:

    “Güneşli bir yaz sonuydu. O gün her şey çok güzel başlamıştı, ikindi vakti ortalık sakindi. Kadınlar evlerin eşiklerinde, avlularda oturmuş bir yandan çamaşır yıkıyor bir yandan da dedikodu yapiyorlardı. Mahallelerinde küçük, oldukça bakımsız bir çeşme vardı. Yazın gelmesiyle çocukların çeşme başı eğlenceleri de başlamıştı... Çıplak ayaklarıyla çeşmenin arkına giriyor, suyla oynayıp birbirlerini ıslatıyorlardı. Öğle sıcağında duvar dibindeki gölgelik alana çekilmiş, çeşmeye ufak taşlar atıp eğlenmeye devam ediyorlardı. Belli bir uzaklıktan çeşme kurnasına isabetli taş atabilen ve bunun sayısını artıran çocuk birinci olurdu. Kendileri için eğlence olan bu oyundan mahalleliler, özelikle kadınlar çok şikayetçiydi. Amcalar, ağabeyler geldiğinde suspus olan çocuklar, kadınlar geldiğinde onları attıkları taşlarla rahatsız eder, kızdırır, bundan da çocukça bir haz duyarlardı. Fakat Sadet'ten hepsi korkar ve çekinirdi. O, çeşmeye su almaya geldi mi atılan taşlar dururdu birden. Onun kovasını doldurup ayrılmasından sonra eğlence devam ederdi. Bazen Halil bu kaideyi bozar, Sadet varken de çeşmeye taş atmayı sürdürürdü. Bu cesareti göstermesinin karşılığını, Sadet'in hışmına uğrayarak aldığı olurdu; böyle zamanlarda yanakları kıpkırmızı olur, Sadet'in parmak izleri yüzünde bir, bir sayılırdı. O gün de Halil çeşme duvarında oturuyordu. Ne olduysa olmuş, ortalık birden karışı vermişti! Mahallenin çocukları çeşme tarafından canhıraş bağırışlarla koşarak geliyorlardı. Tüm mahalleyi birdenbire kaplayan panik havası herkesi meraklandırmıştı. Kadınlar, çocuklar feryat figan koşuşturuyordu ortalıkta. Kimse ne olduğunu anlayamamıştı. Ne yapacağını şaşıran Halil paniğe kapılmıştı. Evinin bulunduğu yöne doğru koşmaya başladı. Daha sonra vaz geçip üzüm bağlarının bulunduğu yöne saptı ve bütün gücüyle koşmaya devam etti. Kısa bir süre sonra bacakları yavaş, yavaş ağırlaşmış, koşmaz olmuştu. Bütün vücudu kilitlenmişti sanki. Onun bu halini gören Besma şoka girdiğini anlayarak şahadet parmağını Halil'in ağzına sokup damağını yukarı doğru kaldırdı. Biraz olsun kendine gelmiş; bacaklarındaki uyuşukluk ve dermansızlık geçmişti.

    Besma ve kocası ne mahalle kavgasında ne de mahalle sorunlarıyıla ilgilenirlerdi. Kendi hallerinde ve kızlarının geleceğini düşünürlerdi. Kızlarını okutmak için çırpınan bu ana baba, mahallede birinin onlarla uğraştığını bilirdi Besma. Ama kim olduğunu da öğrenememişti bir türlü.

    Yüksek taş duvarların çevrelediği dar sokaklarda yeniden bütün gücüyle koşmaya başladı Halil. Soldaki yol kendi bağlarına gidiyordu. Oraya sapmadı. Önündeki bağ yolunu ilk defa görüyordu, koşmaya devam etti. Sıcaktan kan ter içinde kalmış, adım atacak gücü kalmamıştı. Biraz ileride büyük bir ağaç gördü. Hemen kendini toprağın serin bağrına attı.

    O gargaşa arasından bir çocuk Besma'nın evine doğru koşup ‘yaşlı bir adam Nanuş'un kolundan tutmuş zorla götürüyor!!’ dedi. Kızının kaçırıldığını duyan Besma, deli divane bir halde karabalığın içine dalıp ‘kızımı kaçırdılar...kızımı kaçırdılar...’ Çeşme başındaki ses karabalığı bir anda susuverdi, bütün yüzler Besma'ya döndü. Sadet yüzünü buruşturup ‘Kim kaçırır ki kızını, ama bir ara gözlerime takıldı Nanuş. Kavga esnasında duvar dibinde durmuş gavgayı izliyordu’ dedi.


    Bütün mahalle sakinleri bir birinin yüzüne baktı. Sadet, ‘ben deyi verim size, birileri kavga çıkartıp ve kavga esnasında da Nanuş'ı kaçırtı. Ortada bir şey yokken bu gavganın nedeni ne?’ dedi. Bir çocuk karabalığın içinden ‘uniti mi Sadet teyze, gavgayı Hali çığardı ya...’ dedi.

    ’Sadet, hımm, doğri...doğri... Halil nerde? Yoh...’


    ’Besma, Halil'in korkulu hali gözlerinin önüne gelir biran. Demek ki o yüzden koşidiii.’ dedi ve haykırdı: ‘Evin başına yıhıla Halil!’


    Aslında kimse Nanuş'u sevmezdi, yüksek okul okuduğu için mahallenin gençleri kıskanırdı onu. Ama kayıp oluşu bütün mahalleyi üzmüştü, Nanuş'ı bulmak için seferber oldu herkes... Bir yudum su olup yer yutmuştu sanki. Herkes yorgun ve uykusuzluktan yerlere yığıldı. Ama Halil geceden beri ortalıkta yoktu, insanlar sokakları ve çarşıları bırakıp Halil'in evine doğru yürüdü bu sefer...

    Öfkeli mahalleli sopa ve taşlarla evlerinden çıkmış, bağıra çağıra tozu dumana katarak yürüyorlardı. Küfürün bini bir paraydı.
    “Evin başına yıhıla!”
    “Canına ateş düşe!”
    “Can döşeğinde su verenin olmiya!”
    “ Neredesin Halil?!”


    Halil'in anası Zeynep şaşkın şaşkın:
    “ noli komşular?”

    Sadet “ne noli, oğlin Nanuşu kaçırtmış.”

    “Yapmayın komşular, Halil'in yaşıbaşı kaç ki kız kaçıra.


    Halil çeşme başındaki karışıklığı düşüdürken hava iyice kararmıştı. Uzaktan şehirin ışıkları titreşiyordu. Damların ensesi denen yokuştan inip de mahalleye yaklaştıkça daha da belirgeşen tek tük ışıklarla birlikte şehrin sesi de duyulmaya başlamıştı. Biraz sonra peş peşe dizilmiş tren vagonlarını andıran evler, gaz lambalarının cılız ışığında, sırtlarını damların ensesine yaslamış; yoksulluk anıtı gibi karanlığın içinden çıkmıştı.

    Sadet, Halil'in sağ kulağını bükerek “ Nanuş'ı sen mi kaçirdi piçin dölü?!”

    “Bırak kulağı mı Sadet teyze, ben Nanuş'u görmedim bile, niye kaçırtayım ki oni”

    “Bu hallahopu kim çığartı, sen, kavganın içinden kim kaçtı, yıne sen.”

    “Kuran ekmek çarpsın ki ben kaçırtmadım Sadet teyze, dedemin mezarına da yemin ederim ben kaçırtmadım!!”

    “Ya sabahtan beri hangi cehenemdesen, niye kaçti hadi söle?”


    Halil, canının acısıyla bir tekme Sadet' in karnına vurup kendini bu acımasız kadından kurtarmıştı; eline geçen her taşı fırlatı Sadet 'e... delirmişçesin sesini yükseltip küfürlerin en alasını yaptı! O kadar canı acımıştıki attığı taşların nereye değdiğini görmiyordu bile...

    Günler aylar yıllar su gibi geçmişti, Nanuş’tan ne bir haber ve ne bir iz bulunmuş.
    Bu acıya dayanamayan Besma, “Bu şehir, bu sokaklar, bu mahalle, bu ev, beni boği herifff…” diyordu.

    Bütün anılarını geride bırakarak Mardin'i terk edip gittiler, gidiş o gidiş oldu. Mahallede Nanuş'un kaçırılması bir hikaye oldu herkesin dilinde, kimileri” muhakkak Halil'in parmağı var bu işte” kimileri “ yoh, yoh kız büyük şehirlere belki gitti...” Herkes Bir şeyler diyordu. Kimse Sadet'in parmağının olduğunu bilmiyordu.

    Sadet ölmeden önce büyük bir pişmanlıkla ve ruhunu temizlemek için Halil'e olanları anlatırken:

    “ Beni af et Halil oğlum, ben büyük bir günah işledim ve sana yıktım. Nanuş'ı ben kaçırtım, hem de bir çuval mercimek karşılığı. Git Nanuş'ı bul, Besma’yı bul, helallık almak istiyorum. Bu yaptığım büyük günahla öbür tarafa gitmek istemiyorum. Yardım et Halil yardım et!”

    Sadet, günlerce acı çekerek ruhunu teslim etti. Halil ne Nanuş'ın yerini ne de Besma'nın yerini biliyordu. Halil aylarca köy, kaza aradı durdu, ne bir iz ne bir haber. İşte böyle evlat.”



    Not:

    Genç karısının kendisini bırakıp gitmesinden korkan Ahmet amca, ne bir işe girmesine izin vermiş, ne de Yalnız başına bırakmış onu. Böylece ömrünün ilk 15 yılını Mardin’in Tepebağ mahallesinde ailesiyle geçiren, bu arada kolejde eğitim alan genç kızın kaderi bir daha geri dönülmemecesine Siverek’te, yaşlı kocasının yanında bir kimsesiz olarak bağlanıvermiş.
    Hayattan küskün yaşamış hep, tek yüzünü güldüren sokakta çocukların cıvıltısı ve tatlı şiveleri olmuştu.















( Nanuş başlıklı yazı kadriye xoda tarafından 28.06.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu