Kaçkar Dağı Tırmanışı
"Dağlarda olacağım yine
Şahikalarında şarkılar söyleyeceğim
Haykıracağım o sessizliğe
Melekler duyacak beni
Yıldızlar toplayacağım
Uçsuz bucaksız uzaklara bakacağım
Yine iksir gibi sularından içeçeğim
Çiçekler toplayacağım
Bir derenin kenarında, anasının kucağında uyuyan bir bebek gibi uyuyacağım..."

Bu
üçüncü gidişimizdi Kaçkarlar’a. Beş yıl aradan sonra yine öyle sevinçle
düştük yollara. Her gittiğimizde yine geleceğiz diye söz vermiştik.
Doyamıyorduk, öyle güzel ki Kaçkarlar "O sularından içen iflah olmaz"
demişti Halim Diker kardeşim bana. Şimdi onu daha iyi anlıyorum. Yine
dönüş yolunda, bir daha nasıl gideriz diye planlar yapmaya başlamıştık
bile. Yalnız bir daha uçakla olmazsa gitmem. Bu sefer çok zor geldi bana
otobüsle yolculuk.
Yusufeli'ne vardığımızda saat
15.00 di. Olgunlar'a giden minibüsler gitmiş, ancak Barhal'a kadar
minibüs bulabilmiştik. Oradan da denk gelirse gideriz, yoksa kamp atarız
Barhal deresinin kıyısında dedik ve Barhal'a kadar geldik. Barhal beş
yılda epey değişmişti.

Dağcıların
konaklayacağı pansiyonlar yapılmış. Küçük barakadan evler. Çok da güzel
olmuş. Orada işletmeci arkadaşın çay ikramı bize çok iyi geldi. Sonra
araba bulamayınca biz de kamp atacağımız yere yürüdük.

Tam
çadırımızı açmıştık ki Mevlüt arkadaşımız koşarak geldi. "Toparlanın
bir kamyon gidiyor yukarıya, sizi de söyledik götürecek" dedi. Bir bayan
vardı küçük çocuğu ile Yaylalar Köyü'ne gidicekti, onu da almış
kamyoncu. Onlar zaten tanışıyorlar. O yörenin insanları birbirini tabii
ki tanıyor. Kamyonun arkasında tuğlaların üzerinde hoplaya zıplaya o
virajlı ve bazı yerleri epey bozuk olan yola devam ettik. Karanlık
çökmeye başlamıştı ki nihayet geldik Mikelis'e. Biraz orada bekledik.
Yaylalar'a bizi o köyden biri gelip ceeple götürdü. Bayanı Yaylalar
Köyü'nde bıraktık. Üç kilometre yolumuz kalmıştı, arkadaşlar sağ olsun
bizi Olgunlar'a kadar çıkardılar. Gecenin bir vakti orada artık para
değil de insanlık öne çıkıyor tabii ki. Otuz bin TL. aldı arkadaşlar
bizden. Sağ olsunlar. Ki yüz bin versek çıkamazdık. Götürmeseler bir
yere çadır kuracaktık. Olgunlar'da pansiyonda kaldık o gece. Yorulmuşuz,
öyle de güzel uyuduk.

Olgunlar'da Sabah bir katırcı ayarladık, Ahmet amca bizim sırt
çantalarımızı yükledi katıra ve koyulduk Dilberdüzü'ne doğru yürümeye.
Ben amcaya " Amca sen git kamp bölgesinde birine bırak bizim çantaları,
biz öyle fotoğraf çeke çeke, etrafı seyrede seyrede geliriz, sen al şu
paranı" dedim ve parasını ödedim( 80 bin TL. Helal hoş olsun.)

O öyle hızlı hızlı yoluna devam etti. Patikalarda ilerledik. İki saat kadar yürüdükten sonra bir yaylaya geldik.
Taştan
küçük yayla evleri ne kadar güzeldi. Buraya son geldiğimizde gece
olmuştu. Dönüşte de geceydi inerken. Yaylayı görmüştük ama manzarasını
görememiştik. Bu sefer tam oldu. Bayıldım bu yaylaya ben.

Sessizliğine.
O yanında akan dereye. Etraftaki o manzarasına. Bir gün oraya
geleceğimi söyledim yayladan bir genç kıza. " Buyrun gelin bekleriz "
diye seslendi bana.Sekiz hane kalıyorlarmış. Hayvanlarıyla birlikte,
yazı orada geçiriyorlar.
Biz fotoğraf çeke çeke zevkle rahat bir
şekilde kamp bölgemize yaklaşmıştık ki amca dönüyordu. Onunla tekrar
görüştük ve amca "Dönüşte ayran ikram edeceğim, bana uğrayın "dedi. Öyle
ayrıldık. Biz bir saat kadar daha yürüdük ve kamp bölgemize geldik.
Amca "Buklamaniya'nın aşçısı Ahmet'e teslim ettim çantaları" demişti.
Aynen öyle bir kenarda bulduk eşyalarımızı. Ahmet seslendi "Bursalı’lar
hoşgeldiniz" Amca demiş Ahmet'e
"Bursalı’lar gelecek onların bu çantalar." Daha sonra yanımıza geldi ve tanıştık.

Rahatça
çadırımızı kurduk ve o yeşil Dilberdüzü’nün keyfini çıkarmaya başladık.
Tam da çiçek mevsimiydi. O derelerin çağıltısı...
O
çiçekler... Ben hemen bir demet çiçek topladım. Bir kayanın üzerinde
bir bardağa koyduk, öyle güzeldi ki, yine fotoğraflarla o anları
ölümsüzleştirdik.

Hep
bir dostumun benim için yazdığı bir şiiri hatırladım. O can dost
Kaçkarlar’ da olduğumuz süre aklımdan hiç çıkmadı. Karayemiş topladım
bir duvarın üzerinden bir ağacın dallarına uzanıp, nasıl hatırlamazdım
Secaattin dostumu. O sislerin etrafımızı sardığında... O çiçeklere
baktığımda... O derelerin köpük köpük akarken gürüldeyişlerinde... Nasıl
hatırlamazdım...

Rüzgâr mintanını sarar tenine
Terinle serinlik siner içine
Karışır rutubet suyun sesine
Kaçkarlar’da mola verdiğin zaman
Giderken gülümse çamlara bir de
Yitirme yolunu sislere gir de
Aklına gelirsem adımı an da
Selamla dağları güldüğün zaman
...
Toynak
Bana
ithafen yayınlamıştı bu şiiri Secaattin dostum. Daha uzun bir şiir ben
sadece iki dörtlüğünü aldım yazıma. Gönül mahsenimin en güzel yerinde
duruyor bu şiir.
Meğer o zamanlar Secaattin dost da
oralardaymış. Bana döndüğümde mesaj yazıp anlattı. O da beni anmış...
Kalp kalbe karşı derler ya... Hatta dağlara ‘Zerreeeeee’ diye bağırdım
diye yazdı bana . Nasıl duygulandım bunları okuyunca bilemezsiniz.
Sağolasın can dostum... Eksik olma...
Akşam hava bozdu, biraz yağmur yağdı. Sabah zirveye gideceğimiz için erkenden yattık zaten.
Sabah kalktık ve kahvaltıdan sonra 05.40 da başladık zirveye
doğru yol almaya. Sis vardı ama "açılır birazdan" dedik arkadaşlar
"beklesek mi yoksa" diyorlardı ama ben "yok biz yola çıkalım açılır
birazdan" dedim. Ve aynen de öyle oldu. Yukarı çıkarken daha sis
dağılmaya başladı. Bir saate kalmadan güneşi gördük bile.

Gece
yatmadan önce yine zencefil ve ıhlamur kaynatıp ilaçlarımla birlikte
içmiştim. Benim kaderimdi sanki, Ağrı Dağı’na da böyle hasta çıkmıştım.
Rize Devlet Hastanesi'nde acilde güzel bir muayene oldum. İki saat kadar
müşaade de kaldım. EKG ve kan tahlili yapıldı. Yolda fenalaşmıştım.
Bursa garajında yediğim yemek beni maf etmişti. Nefes almakta
zorlanıyordum, bir de terliyordum da. Gaz sıkışması teşhisi kondu. Bir
de enfeksiyon. Doktor kalbinde bir şey yok dedi. Ve bu ilaçları alıp
dikkatlı olarak dağlara gidebileceğimi söyledi. İlaçlarla yollarda
iyileştim. Kendimi iyi hissediyordum ama bir korku girmişti bir kere.
"Nerde trak orda bırak" diyordum kendi kendime.

Yanımızda
Avusturalya’lı bir bayanla bir Türk arkadaş vardı, ikisi de
psikiyatrist. Onlarla birlikte gitmeye karar vermiştik akşam yatmadan
önce. Onlar ilk kez zirve yapacaklardı, bizim ikinci çıkışımız olduğu
için rotayı bildiğimizden onlara faydamız olacağını söylemiştik. Deniz
Gölü'ne geldiğimizde ilk zorlu etabı çıkmış olduk .

Oradan
öteye bir zor etap daha kalıyordu o da hakikaten epey dik bir eğimdi.
İşte oraya da karar anı diyorlar. Bazıları oraya gelince "Ay daha buraya
mı çıkacağız" deyip dönüyormuş... Yani tabii kendine güvenen çıkıyor.
Biz
kararlıydık, devam ettik. Kar da vardı bu sefer. Daha önceki
çıkışımızda kar yoktu. Hatta bizden on gün önce çıkanlar hat kurmuş bazı
yerlerde. Dağcı kazması olmadan çıkılmıyormus. Bir de Krampon botların
altına. Biz ekipman olarak bir şey götürmemiştik. Ama gerek de olmadı.
Sadece ben bilhassa karda da yürümeyi tercih ettim bazı yerlerde. O da
zevk veriyordu bana.
Kardanadam dost Oralarda aklıma geldi. O
karların üzerinde yürüken, ah bir vakit olsaydı da bir kardanadam yapıp
fotoğrafını çekseydim. Lakın bize durmak yoktu hep yürüdük. Celâl dost,
güzel yürekli şairim sana söz bir gün senin için bir kardanadam
yapacağım.

"Siz
taş kümelerini takip ederek gidin biz yaşlıyız yavaş yavaş geliriz"
demiştik arkadaşlara. Onlar gözden kayboldular. Bir ara çok mesafe olsa
da onları görüyorduk. Yanlış rotaya sapmışlar, bir de İsveçli bir çift
vardı, onlar da gitmiş arkalarından. Oradan devam etmeleri mümkün
değildi. Aşağıya inmeleri için bağırdık. O İsveçli çift anlasın diye ben
"Aşağıya, aşağıya... Yanlış rota.... Yanlış rota" diye bağırıyordum.
Sonra indiler. Rotayı gösterdik öyle devam ettiler.

Daha
sonra İsveçli'lerle karşılaştık. Gülerek bana "Yanlış rota" diyorlardı.
Gülüştük öyle. Zirveye vardığımda bizim arkadaşlar oradaydılar. Bir de
İsrailli bir gurup genç vardı.
Daha sonra arkadaşlarımız dönüş
için indiler. Ağbeyim de tırmanışını tamamladı onu zirvede karşıladık.
60 yaşında yine Kaçkarlar'a çıkmayı başarmıştı Hikmet ağabeyim. Birlikte
fotoğraflar çektik. Ağabeyim ve ben çok mutluyduk. Sadece ikimiz
önümüzde rehber olmadan zirveye çıkmayı başarmıştık.

Diğer
gurup da indi. Ağabeyim "İki kardeş sade biz varız zirvede Fikret"
diyordu. Fotoğraflar çektik. Süper bir hava vardı şansımıza. Bir saate
yakın kaldık zirvede.

O
eşsiz güzellikteki manzara ve bizim orda olmamız... Çok ama çok
güzeldi. Beş yıl önce bir serçe avucumun içine kadar gelmişti. Bir kırık
bile yiyecek yoktu yanımızda. Ona bir şey verememiştim ama içimde
kalmıştı. O serçenin mutlaka oralarda bir yuvası vardı. Ben yine görürüz
belki diye çantama ekmek koymuştum bolca. Ve inanılmaz bir şey yine bir
serçe dolanıp duruyordu yanımızda. Beş yıl önce gördüğümüz serçe miydi
acaba dedim durdum. Belki de onun yavrusuydu. Birkaç metre ötemizde
bizim gitmemizi bekliyordu. Ekmekleri oraya koyduk.
Başımızın
üzerinde siyah bir kartal tavaf ediyordu. O kartalın kanatlarını göğsüne
çekip öyle uçurumlara dalışlarını seyretmeye doyamadık. Bir de öyle
Bulutların arasında süzülüşü. Hep bir kartalın böyle üzerimizde uçmasını
hayal ederdim. Bu gerçek oldu. Soluğunu ensemde hissettim adeta. Onları
bize yaren olsun diye, biliyorum Rabbim gönderdi.
On üç saat
sürdü zirveye tırmanışımız ve inişimiz. Fakat itiraf etmeliyim
zorlandık. Öyle kolay da bir şey değil bu dağa zirve yapmak. Bir kere
yollarda zaten perişan oluyor insan. Ama bu zor bizim hoşumuza gidiyor.
"Zoru seçmelisin dostum... O zor ki seni güçlü kılar" O gece kampta
dinlendik. Delilik işte bu. İkimizin fotoğrafına bakarken ben öyle de
yazdım.

"Nerde delilik varsa... Orda çıldırıyorum......... "
4-Ağustos/Sabah
erken kalkıp çadırımızı topladık ve dönüş için yola koyulduk. Saate
baktığımda 08.30 du. O çantalarımız sırtımızda üç saat sonra Olgunlar'a
geldik. Minibüsler sabah saat 06.00 da kalkıyormuş. Biz gidebildiğimiz
yere kadar gider derenin boyunda kapm atarız dedik. Ama Ahmet amcanın o
ayran ikram edeceğim deyişini unutmadım. Evine gittim ve çaldım
kapısını. Kızı açtı kapıyı. Babası evde yokmuş "Bahçeye gitti babam"
dedi. Ben de "Baban ayran ikram edeceğim demişti" dedim. Kız "Hemen
getireyim, bekleyin" dedi. Ben gülüyordum ve aynen böyle dedim. "Ayranı
içmeden bir yere gitmem" O yayla ayranın tadını bir bilseniz... Ahhh...
Ne güzeldi, iki bardak içtim. Kızcağız "doldurayım daha" diyordu.
"Yetti bana, çok güzelmiş" dedim ve içtenlik dolu teşekkür ettim.
Babasına selamımızı söylemesini tenbihledim ve ayrıldım Ahmet amcanın
evinden.
Ağabeyim üç km Yaylalar Köyü'ne kadar bizi götürecek
bir araba bulmuş, burada bir arkadaş gidiyor dedi ve sağolsun bizi
Yaylalar Köyüne kadar bıraktı bir güzel insan.
Oradan aşağıya
saatlerce yürüdük. Bir kamp yeri bulamadık. Çok yorucuydu. O
çantalarımızla güneşin altında öyle yürümek çok da artık zevkten
işkenceye dönüşmeye başlamıştı. Ama bizi alacak biri çıkmadı yolda. Ben
bir ara koptum adeta. Ağabeyim ne yapsa bana yetişememiş.

"Nereye
gitti Fikret böyle" deyip arkamdan yetişmeye çalışmış. Ben bir araç
görmüştüm, öyle geçti gitti ama bir yerde durdu bi şeyler topluyorlardı
derenin karşı tarafında. Ben çantalarımı attım kenara, artık devam
edemeyeceğim dedim. Sonra ağabeyim geldi. Ben ağabeyime "Bir konuş
bakalım belki dönüşte bizi alırlar. Dönecekler mi bir sor" dedim.
Ağabeyim yanlarına gitti konuştu. Genç mühendislerdi, iki kişi. Bizim
için döndüler ve bizi 3- 4 km aşağıya bıraktılar sağ olsunlar.
Hele
biz kalabileceğimiz bir yeşil alan bulabildik. Yoksa derenin boyunda
hep böyle direk sarp yerlerdi. Yanlız gençler "Burada insandan çok ayı
var, siz nasıl korkmuyorsunuz, burada nasıl kalacaksınız?" dediler. Ben
de "Korkmuyoruz, daha önce de kalmıştık" dedim. Onlar nasıl bakıyordu
şaşkın şaşkın yüzümüze.
Çok teşekkür ettik genç kardeşlerimize.
Hakikaten taktir ettim bu güzel insanları, bizim insanımız işte böyle.
Allah razı olsun bizi yolda bırakmadılar. Yönlerini çevirip bize
yardımcı oldular. Para geçmiyor böyle yerde. İnsanlık işte. Bizi
bıraktılar, aşağıdan dönmüşler onlara nasıl el sallıyorduk kamp
kuracağımız yerden. Kesin aralarında konuşuyorlardır "Bunlar iki deli"
diye.

İşte
bu uzun yürüyüşten sonra "Mohikanların son dansı" diyorduk yine
gülüşerek ağabeyimle. Çadır kurduğumuz yer Demirdöğen... Demirdöğen
deresinin dibindeydik. Derenin o sesi... O gece yaktığımız ateş... Ve
tadımlık da olsa ağabeyimin tuttuğu alabalıklar. Ha geldi ha gelecek
diye beklediğimiz ayılar. Elimde fener, ben iki saat nöbet tuttum.
Ateşin başında. Ağbeyim uyudu. Bana "Sen beni on ikide kaldır ben iki
saat uyusam bana yeter" demişti Hikmet agabeyim. Baktım derin uyuyor.
Odunların hepsini attım ateşe ve ben de girdim çadıra. Hemen uyumuşum.
Bir ara bir patırtı oldu, ben sıçradım "Eyvah ayı geldi" dedim birden.
Meğer ağabeyim uyanmış benim çadırda olduğumdan habersiz, dışarıda
sanıyor beni, elini atmış öyle üzerime, tam da yüzüme. " Ya sen ne zaman
girdin çadıra" diyordu. "Yat ağbi ya, ben ateşe attım odunları,
uyuyalım bir güzel" dedim. "Yok ben çıkıyorum dışarı dedi." Saate baktım
gecenin 01.00. Ben hemen uyumuşum yine.
5-Ağustos/Ağabeyim
ateşin başında sabaha kadar nöbet tutmuş. 05.00 de uyandırdı beni. Sonra
ben çadırı topladım o alabalık yakalıyordu. On beş dakikada iki tane
daha yakaladı. O ara ben çadırı toplamıştım yarım saat daha vaktimiz var
derken bir minibüs korna çalıyordu yolun kenarında. Geliyoruz dedik ve
acele toparlandık. Ver elini Yusufeli.

Ve
oradan da Bursa'ya direk otobüs varmış, yerlerimizi ayırttık ve sabah
kahvaltımızı yapmak için bır lokantaya daldık. O balıkları da birini
bulduk, biraz bozuk para vardı elimde, verdim adama, dedim "Bunları bi
yerde pişirtebilir misin?". Verdim o iki alabalığı. O da evine götürüp
pişirtmiş. Biz çorbalarımızı içmiştik ki getirdi. Ağabeyim garsona sordu
"Burada yesek bunları". Ben gülüyorum. Ya alemiz. Orada bir de o
alabalıkları yedik. Lokantanın ekmeklerinden de tabii. Ama helalleştik
sonra.
Bir macera daha böyle sona erdi. Biz yorgun argın otobüs
yolculuğumuzun sonunda Bursa’ya geldik. Bir dağ masalıydı sanki
yaşadıklarımız. Yine rüya gibi anlar.... Derelerin gürül gürül akışı...
Rengarenk çiçekler. Kaçkarlar’ın tertemiz havası... Yaylalardaki taştan
evler... O güleç yüzlü insanlar...
Yine bir gün geleceğiz Karadeniz... Yine bekle bizi Kaçkarlar...

çektim kana kana
doldu ciğerlerim
memleket içimde
melekler türkü söylüyor
kulaklarımda sesleri
çiçek kokuyor ellerim
Kaçkarlar'da kaldı yüreğim.........
....
Fikret Şimşek
(
Kaçkar Dağı Tırmanışı başlıklı yazı
_HiÇ_ tarafından
12.07.2013 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.