Koşuyordum.. Daralan
ciğerlerimde soğuğun o acı, keskin mızrağını hissediyordum. Biraz soluklanmaya
çalışıp tekrar koşuyordum. Başımdaki şapkam rüzgârla girdiği muhabereye yenik
düşmüş, geçtiğim sokakların birinde savrulup gitmişti. Kabanımın içindeki ince
pamuk kazağımın sırtıma yağlı bir kâğıt gibi yapıştığını hissediyordum.
Üşüyordum... Adımlarımı kendi çöplüğünde pusuya düşürülmüş bir kişi
tedirginliğiyle atıyordum. Rüzgârın azametli kollarında daha güçlü ve her güçlü
gibi daha acımasız olmuştu soğuk. Geçtiği sokakların ardında bıraktığı yıkımın
kibriyle kol geziyordu kar kokusu. Sokak içlerine sızan dondurucu soğuk,
elmacık kemiklerimi kavuruyordu sanki...
Geçtiğim sokakların
derinlerinde o korkunç görünümleriyle ve silahlarıyla askerler çıkıyordu
karşıma. Ellerindeki meşalelerin ağır, yağlı kokusu tüm sokağı kaplıyordu.
Yayılan kokunun öyle etkili bir tesiri vardı ki, serseriler bu kokudan
askerlerin geldiğini anlayabilirdi.
…
Bir yandan yoluma, diğer
yandan da elimdeki kâğıda bakıyordum Kâğıttaki yere ulaşmama birkaç adım
kalmıştı. Başımı kaldırıp baktığımda yuvarlak pencereli, tahta kapılı, küçük,
iki katlı ahşap bir evle karşılaştım. Kendimde bulduğum cesaretin gücüyle
kapıyı üç kez tıklattım. Aklım bir yandan söyleyeceğim kelimeleri düşünmenin,
bir yandan da kapıyı nasıl birinin açacağını düşünmenin savaşını veriyordu.
Kapı gıcırtılar eşliğinde açıldı. Kapıyı karanlık arasında pek seçilmemekle
birlikte dağınık saçlı, üzerinde kırmızı işlemeleri olan entarisiyle orta
yaşlarda bir kadın açtı. Yüzü pek seçilmiyordu ama onun esmer yüzlü, çökük
omuzlu, pek kısa olmayan bir boyna sahip olduğunu görebiliyordum. İnce ve
titrek bir sesle:
-Affedersiniz, burası
Rıza Beylerin evi mi acaba?
Kadın soğuk bir sesle:
-Sofya’dan gelen misafir
olmalısınız. Evet, beyefendi de sizi bekliyordu.