Çarşamba;23.45
Odaya
yayılmış ağır parfüm kokusu, dağınık
yataklar, çarşafların yastıkların sarktığı ranzalar ve Her ranza üzerinde
üçerli beşerlii grup. Hararetle aralarında bir şeyleri tartışıyorlardı.
Kızlardan birisi cama yöneldi, diğeri müdahele etti hemen;
--Açma
kızım şu camı be ya. Diğeri;
--E
nefes alamıyoruz be, hava gelsin biraz. Neşe’nin tok sesi ile problem
çözülmüştü.
--Uzatmayın,
aç … Beş dakka havalansın kapat geri. Diğer iki kız itirazsız kabullenmişti.
Zaten gün hiçte kavga günü değildi. Konuya döndüler hemen.
--Esrar
çekmiş diyorlar
--Parayı
nerden bulur bu yaa!
--Nasıl yapmış salak ya?
--Jiletle jiletle!
--Derinmiydi? Çok kanıyormuydu?
--Soruya bak ya, kızım basbayağı
bileklerini jiletle kesmiş işte…
--Psikopat bu ya,
--Hangimiz değiliz ki, diye cılız
bir ses duyuldu aradan. Esra’nın sesiydi bu. Bilirdi herkes onu. Az konuşurdu.
Ama bazan öyle laflar ederdi ki, üstüne kimse tek laf etme gereği duymazdı. Kimse
itiraz etmedi buna. Herkes kendi içinde benlik sorgusuna girdi bir müddet. Ufak
tefek gruplar ayrılmaya, herkes ranzasının başına dönmeye başlamıştı. Herkesin
yüzünde çokça merak, birazda endişeli bir ifade vardı. Aslında çokda yabancısı
oldukları bir olay değildi bu. Saat gece yarısını bulmuştu. Önce boş koridorda
yankılanan kundura sesi, ardından yurt gece nöbetçi annesi gözüktü. Tüm kızlar
gözlerini yurt annesine çevirmişti. Bugün bileklerini kesen Fatma’nın en yakın
arkadaşı Elif sordu hemen;
--Nasıl anne? Fatma nasıl?
--Merak etmeyin. Dikiş atılmış
bileklerine. İyiymiş durumu, sanırım sabah gelir. Sen bilirsin neydi bunun
derdi yine?
--Ne bilim bilmiyorum valla
anlatmadı bişey...
--Neyse hadi bakalım herkes
yatağına. Geç oldu saat. Hadi bakalım. İki dakikaya kadar sönecek ışıklar.Bir
kargaşa ile herkes ranzasına geçip yastığını çarşafını düzeltmeye başladı.
Nöbetçi annenin dediği gibi iki dakika sonra ışıklar sönmüştü. Ama uzunca bir
müddet hiç birisi uyuyamamıştı.
Ağustos ayının alemi kavurduğu,
yoksunluğun meltem yeli gibi estiği,
yangın yürekleri soğutan, soğuk bedenlere hafif ılık bir esinti yayan yaz
gününde, yine havadan değil ya, yaşananlardan buz gibi bir gece başlamıştı
15-18 yaş arası Kayseri kız yurdunda. “Öteki Dünya”ydı burası. Varlık ile
yokluk arasında, hep göz önünde ama görülmeyen, hep nesnel olan, kimsenin
öznesi olmayan. Hep felsefi, hep ironik… Çoğunun hiç bilmediği hiç hissetmediği
sıcaklığı ve sonsuz güvene hasret bedenler kıvrılıp yatmışlardı hep! tek
kişilik ranzalarına. Çocukluktan çıkmış ergenliğe adım atmışlardı artık. Artık
sorguluyorlardı her şeyi. Neden ben? Neden burası? Peki ya bundan sonra? En zor
soruda buydu belki. Peki bundan sonra? On sekizine ne kalmıştı şunun şurasında.
Bir kaç yıl sonra hepsini salıvereceklerini öteki! dünyaya”…Kabullenmek her şeyi,
susturabilmek içinde haykıran isyanı. Peki beceremessen susturmayı.
Kabullenmessen dört duvar arasında kalmayı. Söz geçiremessen yüreğine,
kandıramassan aklını. Haftada gerekli gereksiz kavgalar. Ayda bir çıldırmak
derecesinde hıçkırık nöbetleri, zamanlı zamansız aralarında dolaşan ve o gece
kime denk geleceği belli olmayan intihar saplantıları. Bazen başını alıp
gitmeler dört duvar arasından,netice; ya polis ya jandarma eşliğinde yine işte
bu kürkçü dükkanı.
Perşembe;08.00
--Günaydın arkadaşlar… Nöbetçi
annenin sesi ile bir hareketlilik başladı koğuşta. Herkes apar topar
ranzasından inip dolaplarından kıyafetlerini alıp giyinmeye başladı. Ardından
kahvaltı faslı. Yine yumurta ve zeytin vardı. Küçük bedenlerden küçük
homurtular duyuldu. Tek sıra halinde geçen yemek kuyruğundan sonra iyi kötü
kahvaltı yapılmıştı. Ardından bir hareketlilik göze çarptı. Uzun koridorda
gürültülü ayak sesleri, ardından Nöbetçi
anne refakatinde Fatma göze çarptı. Meraklı gözlerle herkes Fatma ’ya baktı.
Sol kolunda bilekten dirseğe kadar sargı vardı. Kimseyle göz göze gelmemek için
bakışlarını sabit bir noktaya dikmişti Fatma. En yakın arkadaşı Elif sokuldu
yanına. Koluna girip beraberce koğuşa yöneldiler. Ardından kızlar teker teker
gelip geçmiş olsun dileklerini ilettiler. Kimse bir şey sormadı. Biliyorlardı
sorulmazdı. Yüksekçe bir ses duyuldu bu ara.
--Esra… Esraaa. Esra sese döndü
baktı.
--Efendim burdayım. Müdür Bey
kendisini çağırıyordu.Hızlı adımlarla koğuştan çıktı. Sol tarafta bulunan
mutfağın önünden geçerek Koridorun sonunda bulunan Müdür bey’in odasına doğru
yöneldi. Esra yurdun en kıdemlilerindendi. Daha bebekliğinde buraya
bırakılmıştı. Herhangi bir olaya karışmayan, kötü alışkanlığı olmayan, sorunsuz,
uyumlu bir çocuktu. On yedisindeydi.Yurt yönetimi ona çok güvenir, zekiliği
çalışkanlığı ile hep onu takdir ederlerdi. Çoğu zaman Müdür Bey’e evrak
işlerinde, kırtasiye işlerinde yardımcı olur, bazen oranın bir memuru gibi ona
görevler verirdi. Diğer arkadaşları içerisinde de onun yeri başkaydı. Hep
farklı bir duruşu vardı. Omzuna düşen dolgun siyah saçları, alnına düşüp
kendiliğinden ikiye ayrılan kekili başka bir sevimlilik katıyordu çehresine. Simsiyah iri gözleri, bem beyaz teni ile oldukça
güzeldi Esra. Orta boylu, zayıf narin yapısı ile büyüdükçe güzelleşiyordu. Herkes
sayar sözünü dinlerdi. Kişiliği ile de yaşından fazlaca bir olgunluk
ağırbaşlılık vardı üzerinde. Esra içeri girdi;
--Beni çağırmışsınız hocam.
--Evet kızım. Yine işimiz düştü
sana. Eliyle yandaki boş masayı göstererek
--Şurda arkadaşlarının resimleri
var. Yanında da formlar. Resimleri kesip forumların üzerine yapıştırır mısın?
--Tabi hocam. Dedi Esra. Masaya
geçip oturdu. Resimleri özenle kesmeye başladı. Ardından forumlara bir göz attı. Forumlarda
arkadaşlarının özel bilgileri de yazıyordu. Anne adı, baba adı, yurda giriş
tarihleri… Bir heyecan kapladı içini. Teker teker forumlara yapıştırdı
resimleri. Ama sıra bir türlü kendi formuna gelmiyordu. Sonuna gelmişti. Hayır
kendi formu yoktu. Demek ki önceden kendisininkini ayırmışlardı. Hepsi bitince
Müdür Bey’e verdi. Bir şey de sormadı. Müdür Bey özenle aldı. Masanın köşesinde
bulunan siyah küçük el çantasını açtı. İçinden anahtarı çıkarıp yine o kasayı açtı,
forumları özenle o kasaya koyduktan sonra kilitledi. Anahtarı küçük siyah el
çantasının içerisine koydu. Tüm yurtta kalan çocukların bilgileri o dolaptaydı.
Esra İşi bittikten sonra yatakhaneye döndü. Ranzasına uzandı. Neden yoktu acaba
kendi formu. Acaba kendi formunda neler yazıyordu. Derin düşüncelere daldı.Anne…
Annesinin adı neydi. Ayşe miydi? Fatma mı? Hatice mi, Melek mi? Emine mi?
Nereliydi? Hangi şehirden? Hangi memleketten? Babası… Onu adı neydi? Ahmet mi?
Süleyman mı? Muhammet mi? Kenan mı? Babasının adı neydi… Ne zaman gelmişti
buraya? Kim getirmişti? Hani Türk filmlerindeki gibi cami avlusuna mı
bırakılmıştı? Esra kimdi?
Hep uyuyan, hep yok farzettiği,
hep kaçtığı ama hep var olan sorular yeniden yeniden beynine hücum etmeye
başlamıştı. Esra kimdi? Peki o kasa… Her zaman kendisi için bir muamma olan o
kasa. Her Müdür Beyin odasına girdiğinde bakıp içine garip duygular salan o
kasa. Sırlarla dolu o kasa. Oysa Yüreğini ne zor ikna etmişti. Ölmüş olmalıydı
ailesi. Yoksa On yedi yıl. Koca on yedi yıl geçmiş, yaşasa anne babası bir kez
kalkıp gelmez miydi. Öldü mü kaldı mı kızları merak etmezler miydi? Olsaydı
kardeşleri abla diye kardeş diye bir gün çıkıp gelmez miydi? Yoktular kesin.
Kesin bir kazada ölmüşlerdi. Kendisine devlet sahip çıkmıştı. Gerçi yıllardır
bir kadın silüeti, bir anne karartısı hayal meyal gelirdi hep gözünün önüne, ne
olduğunu kim olduğunu hatırlayamazdı pek. Ama o hep böyle teselli etmişti
kendisini. Ölmüş farzetmişti annesini babasını. Bu yüzden hep biraz daha
uyumluydu. Topluma karşı hayata karşı, devlete karşı hatta yurt görevlilerine
karşı yoktu içinde isyan. Ama işte, zaman zaman aklını zorlayan o ihtimal bugün
hücum ediyordu yüreğine.
Cuma;11.30
Esra Kapıyı vurup içeri
girdi.Ellerini önünde bağlayıp yumuşak ses tonu ile ;
--Beni çağırtmışsınız hocam.
--Hıı evet.Gel Esra… Bak bu
Burcu. Malatya yurdundan geldi. Dedikten sonra köşede sandalyede oturan kızı
gösterdi.Burcuy'a yatakhanede bir yer göster, bir dolap ayarlayın…
Arkadaşlarınla tanıştır işte. Tamam anlamında başını salladı Esra. Müdür Bey
devam etti;
--Haa işin bitince başka işin
yoksa geri gel olur mu?