30 Ekim 2013
Offf yine tarih. Vardır bunun bir
hikmeti ya. Hikmet neyse. Ama boş ver tarihi falan şimdi. Bugün Kıçı başkaların
biri ile işi pişirdik. Oda benle yaşıt. Sabahtan akşama kadar peşinde dolaştım
durdum. Ona kimseyi yaklaştırmadım. İri kıyımın da tadı yoktu bugün. Bir köşede
süzüldü durdu. Sırtından hançerlenmiş ve
son sözü “Sende mi Brütüs” diyen Sezar gibi içini dinledi durdu. Neyse boş ver
şimdi Sezar’ı. Rakibim olan yaşıtlarımı boynuzlarımla tehdit ettim hep. Kimse
yaklaşamadı. Bende onun kıçını kokladım durdum. Öğleden sonra herkes ot
derdinde iken biz işi bitirdik. Çoook güzeldi be yaaa… Çook.
16 Eylül 2014
Bu sabah evimizin önüne koca bir
makine geldi. Hor horr diye acayip sesler çıkarıyordu. Bir saydım sayamadım bir
sürü tekeri vardı. Sonra üstünde sanki ev taşıyordu. Birkaç iki bacaklı daha
vardı. Ağılımızın kapısını açtılar. O Birkaç iki bacaklı aramıza daldı. Kimi
sırtımızı elliyor, kimisi boynumuzdan tutuyordu. Kimisi karnımızı yokluyor,
kimisi baldırımıza bakıyordu. Ağzımızı açıp dişlerimize bakan bile vardı. Neyse
sonra bunlar uzun uzun aralarında bir şeyler konuşup durdular. Sonra o kocaman
makinanın arka kapısını açtılar. İçimizden 20-25 tanesini alıp arabanın
kasasına doğru sürüklediler. Sonra birisi bana yaklaştı. Bir eli ile sırtımdan
bir eli ile boynuzumdan kavradı. Adımız inatçıya çıkmış işte. Yapmak
istemediğin yada gitmek istemediğin bir yere seni zorla götürürlerse sen ne
yaparsın. Sonuna kadar direndim işte. Ama olmadı tabi. Kendimi kamyon kasasında
buldum.Bir süre sonra araba hareket etti.
Araba son sürat gidiyordu. Bizimkiler
koyun sürüsü gibi başlarını yere eğmişler öylece duruyorlardı. Ben ise
kaldırdım başımı kamyon kasasından etrafa bakıyordum. Bindiğimiz araba gibi pek
çok araba vardı.Kimisi önümüzde kimisi ardımızda. Meraklı gözlerle herşeyi
inceliyordum. Evet anlamıştım dünyanın otlandığımız mezra ile ağıl arasında
olmadığını. Bir süre sonra araba yavaşladı. Usul usul şehrin dışında boş bir
alana geldi. Kamyonun bagajını açtılar. Teker teker bizi indirdiler. Önceden
bize bir ev yapmışlar hazırlamışlar burada. Etrafını çevirmişler, su içeceğimiz
yemek yiyeceğimiz yerleri bile hazırlamışlar. Bizim ev gibi pek çok ev vardı.
Her taraf bizim gibilerle doluydu. Arabadan iner inmez karnımızı doyurdular.
Hemde en güzelinden. Daha önce bayramdan bayrama gördüğümüz arpa, yulaf ezmesi.
Ye babam ye. Ardından bir saat sonra yine aynı ziyafet. Herkesin keyfi
yerindeydi. Ama benim değil. Keçi değildim ben öyle birkaç avuç arpaya kanacak.
The Kechi’ydim ben. Bu iki ayaklıların bir planı vardı ya ne!
18 Eylül 2014
Bu kadar çok iki ayaklıyı hiçbir
arada görmemiştim. Gelenler gidenler. Ama tüm dikkatleri bizlerdeydi. Hep bize
bakıyorlar, bizi inceliyorlardı. Bizim başımızda bekleyen iki ayaklıya bir
şeyler soruyorlar, oda bir şeyler diyordu. Öğleden sonra üç dört arkadaşımızı
çeke çeke alıp götürdüler. Nereye götürdüler, neden götürdüler bilinmez. İyice
kıllanmaya başlamıştım. Etraftaki ağıllara bakıyordum. Oralarda da nüfus ha
bire azalıyordu. İki ayaklılardan en çok “kurban” “bayram” laflarını duyuyorum.
İsimleriydi herhalde The Kechi gibi.
04 Ekim 2014
Sabahın köründe bir adam geldi ağıla. Yanında dokuz on yaşlarında bir çocuk. Adam
bana baktı. Ben adama baktım. Göz göze geldik. Sonra ağılın içine girdi.
Sırtımı avuçladı. Baldırıma baktı. Boynuzlarımı kontrol etti. Hatta zorla açıp
ağzımı dişlerime bile baktı. Bizim iki ayaklı ile epeyi konuştular. Sonra ön
ayaklarını uzatıp birbirlerine uzun uzun tokalaştılar. Garip şeyler oluyordu
farkediyordum. Birşeyler diyecek oldum, her zamanki gibi o saçma “meeeee”
“meeeee” kelimesinden başka bir şey çıkmadı ağzımdan.Çocuk geldi yanıma. Yüzüme
dokundu. Boynuzumu tuttu. Öptü beni. Sonra arabalarına doğru sürüklemeye
başladılar. Keçi gibi inatçıyımdır. Ama gücümde bir yere kadar. Aldılar bir
arabanın arkasına. Ellerimi ayaklarımı bağladılar. Kötü hisler vardı içimde. Thomas
Harrıs ’in Kuzuların Sessizliği romanının baş kahramanıydım sanki. Beni alıp
götüren bu adam da Hannıball… Tipi de Anthony Hopkins’e pek benziyordu hani.
Bir süre sonra durdu araba.
Karşımızda kocaman bir bina. Kocaman kırmızı yazı ile “Mezbahane” yazdığını gördüm
tabi. Kör değildim. Ama okumayı bilmiyordum.
İndirdiler arabadan. Binanın dışında
bir gölgeye çektiler. Küçük çocuk yanımdan ayrılmıyor. Hep başımı okşuyor. Bir
yaprak koparıp getiriyor. Bir su veriyor. Bir boynuma sarılıp öpüyor. Onun
ilgisi biraz rahatlattı beni. Çocuğa baktım. Ön ayaklarına baktım. Kendi
ayaklarıma baktım. Daldım yine derin
düşüncelere.
Keşke sökseydim şu okumayı. Ah bir Firmin olmayı,
kütüphanede yaşamayı ne çok isterdim şimdi. Acaba iki ayaklıların hayatları da
bizim gibi mi? Yemek, içmek, uyumak, çiftleşmek. Başka bir gayeleri yok mu.
Offf… Düşün düşün var olan akılda gidecek iyimi..
Neyse vardır bu iki ayaklıların bir bildikleri. Bizim irademiz avuç içi,
onların ki kucak dolusu… Günü gelince verdiği irade kadar hesabını soracaktır sonsuz
irade sahibi…
Hem kim bilir… Belki o zaman The Kechi olduğuma çoook
şükürler edeceğim.
Hannıball kılıklı adamın dürtmesi ile sıyrıldım
düşüncelerimden. Sanırım sıra bendeydi. İte kaka içeriye sürüklemeye başladılar.
Hayatın fon müziği olarak tam da o anda Saw korku filminin tüyler ürpertici
müziği çalıyordu. Eee The Kechi’ye de bu yakışırdı…