The Kechi
3 Nisan 2013
Aslında yukarıda tarih yazdığına
bakmayın. Ben atmadım o tarihi. Kim niye attı onu da bilmiyorum. Hem tarih
nedir ne işe yarar neden atılır onu da bilmem. Ama şimdi merak etmedim değil. Neyse…
Göründüğü kadarı ile bu aralar hayat çok daha güzel. Her yer yemyeşil. Kuşlar
ötüşüyor, arılar vızıldıyor. Sürü de daha bir keyifli. Bağ bahçe çiçek verdi. Ağaçlar
ufak ufak meyveye durdu. Geçen yılı da hatırlıyorum az buçuk. Çok küçüktüm o
zaman. Yine her yer böyle yemyeşildi. Ama doğrusu benim için çok anlam ifade
etmiyordu bu uçsuz bucaksız yeşillik. Ağaçların dalları. Şu koca çınarın gölgesi.
Hiç hiçbir anlam ifade etmiyordu. Bir anam vardı işte. Birde ikizim. Ha birde anamın
bir çift memesi. O bir çift memedeydi ikimizin de gözü. Hep bir yarış
içindeydik. Hangimiz daha çok emecek diye. Eee hayat böyle işte. Sanırım
büyüdük. Bir süre önce anam bizi memelerine yaklaştırmaz oldu. Bu arada etraf
küçük veletlerden geçilmez oldu. Anamın da var yanında bir tane. Nerden geldi
nerden çıktı anlamadım. Sinir oluyorum ona. Hatta tüm veletlere.
Hayat çok monoton bu aralar. Gerçi ne
zaman monoton olmadı ki. Sabah gün
ışıyınca bir hareket başlıyor. İçimizde en irimiz olan önümüzde gidiyor. Ha
onun adını ben koydum bu arada. Kıyım. İri kıyım. Biz hepimiz onu takip ediyoruz. Sürüde herkes
korkuyor ondan. Beni pek sevmiyor zaten. Ama ikizimi çok seviyor. Bu aralar
sürekli ikizimin kıçını kokluyor. Benimkini koklamıyor hiç. Gerçi ikizim ile
kıçımız farklı ondandır belki. Bir iki yaklaşacak oldum İri Kıyım’ın yanına.
Çok sert baktı. Tırstım. Hele biraz daha büyüyeyim hele. Ha birde şu iki ayaklı uzun meymenetsiz.
Aslında oda dört ayaklı. Ama yürümek için ön ayaklarını hiç kullanmıyor. Kıl
oluyorum ona. Islık çalıyor. Garip sesler çıkarıyor. Bağırıyor. Geçen ilerde
misler gibi çiçekler gördüm. Sürüden ayrılayım dedim. Bin pişman etti beni. Hep
elinde taşıdığı nar çubuğu ile sırtıma bir vurdu. Akşama kadar canım yandı. Ama
Allah var öğleye doğru dere kenarında cebinden çıkarıp üflediği o şeyden çıkan
ses hepimizi mest ediyor. Garip huyları da var. Geçen baktım bir kayanın
gölgesine çekilmiş, şalvarını aşağıya indirmiş, çiş yaptığı şeyiyle oynuyor.
Çiş yaptığı şey deyince, benim çiş
yaptığım şeyde de gariplikler var bu aralar. Kendi kendine büyüyor. Sonra hepimizi
peşine takıp götüren o Kıyımın yaptığı gibi kıçı benim gibi olmayanların kıçını
koklamak geliyor içimden.
Neyse işte takılıyoruz Kıyımın
peşine. Dağ bayır yürüyoruz. Güzel yerlere götürüyor bizi Allah var. Tek
amacımız var. Yemek. Yemek. Yemek. Başımızı kaldırdığımız yok. Bunu çok
sorguluyorum. Tüm sürü başını yere eğmiş otlardan başka bir şeye bakmıyor. Ama
hayır. Ben bu kadar sıradan olamam. Bir anlamı olmalı her şeyin…
Öğle arası birkaç saat geçince artık
saat ne demekse o iki ayaklı bir iki ıslık çalıyor. Hööyt diyor. Bağırıyor.
Anlıyoruz öğle saati geldiğini. Kıyımın ardından sürü halinde dere kenarına
iniyoruz. Güzeelce suyumuzu içiyoruz. Sonra herkes kendini bir kaya gölgesinin
kenarına atıyor. Özellikle işte böyle sürü öğle uykusuna yattığı zamanlar uyku
tutmuyor beni. Şöyle bir dolaşayım diyorum. İki ayaklı meymenetsiz nar çubuğu
ile üstüme yürüyor. Vazgeçiyorum tabi. Kafamı sokuyorum hemen sürünün içine.
Yok bu iki ayaklı beni hiç sevmiyor. Birkaç kez göz göze geldik. Kıl oluyor
bana.
Off Şu yeni yetmelere sinir oluyorum. Yine
etrafımda koşturup duruyorlar. Bir rahat vermiyorlar. Hopluyorlar zıplıyorlar. Anam… Anam yüzüme bile bakmıyor artık. Amaan
bakmassa bakmasın. Ona ihtiyacım yok artık. Kimseye ihtiyacım yok. Upuzun simsiyah
kıllarım çatal gibi boynuzlarımla krallar gibiyim ben.
İki ayaklı hareketlendi. Sürüde de
bir hareket başladı yine. Evet yine yemeye gidiyoruz. Ve güneş batmaya yakın
her zamanki gibi geceyi geçireceğimiz, etrafı tahta çit ile çevrili üstü açık
evimize gidiyoruz. Siz ağıl diyorsunuz ona. Gökyüzüne bakıyorum. Gündüz etrafı
aydınlatan ısıtıan güneş yok artık. Sonra gece gökyüzünde ışıl ışıl yanan
şeyler. Çok çok düşünüyorum bu aralar…
21 Haziran 2013
Yukardaki tarihle ilgim olmadığını
söylemiştim. Tarihle benim ne işim olabilir ki. Ben kimim? Neden yaşıyorum?
Daha önce neredeydim. Nereye gidiyorum ? Benden sonra ne olacak? Hem dur bir dakika! Benden
sonrası ne demek? Ben varım işte. Ölüm ne demek? Olur mu öyle şey! Yaşıyorum.
Hayat güzel yaşamak güzel. Meralar, yeşillikler, otlar güzel. Kıçı başka
olanlar güzel. Yiyorum içiyorum. İlelebet bu böyle olacak. Yarından bana ne!
Tamam daha önce birileri ölmüş olabilir, gözümün önünde sürüden birilerini kurt
bile parçalamış olabilir. Ama ben
başkayım. Ben ölemem. Hep var değildim belki ama artık hep varım. Böyle
şeyleri düşünmemem lazım. Kafa yormamam. Ama hayır yapamıyorum işte. Galiba ben
biraz hümanistim. Entel ve serserilik de var ruhumda bunu hissediyorum. Ama
neden iri kıyımın peşinden gitmek zorundayım. Neden iki ayaklıdan bu kadar
korkuyorum. Neden kıçı başka olanlar bu kadar güzel gözükür gözüme. Same
Savage’nin faresi, neydi adı. Ha tamam; Firmin. Firmin kadar bile olamıyorum.
Gerçi ben onun gibi kütüphanede yaşamıyorum ki. Yaşasam bulurdum tüm soruların
cevabını. Ama yine de bir yerden başlamalı o zaman. Nerden, sanırım en yakından,
kendimden.
Çift tırnaklı ayaklarım var. Hemde
dört tane. Sonra uzun simsiyah tüylerim. Ağzım, burnum. Nefes alıyorum. Nefes
veriyorum. Nefes alıyorum, nefes veriyorum. Sonra yiyorum. İçiyorum. Uyuyorum.
Evet öncelikle bir adım olmalı benim. O iki ayaklı “Keçi” diye sesleniyor bize.
Ama hepimize aynı isimle hitap ediyor. Sanırım bu düzeni sorgulayan, anlamaya
çalışan, hayatın üç beş kavramdan ibaret olmadığını anlayan sürüde bir benim.
Daha entel olmalı benim adım. Daha havalı egzotik. Buldum evet. Buldum. The
Kechi. Benim adım The Kechi bundan böyle...
Bu arada O iri tüylü şeyden
bahsetmeyi unuttum size. Evet bizde tüylüyüz ama bu bize benzemiyor. Bizim
tüyleriniz uzun ve siyah. Sonra daha sert ve daha asil. Bunun tüyleri beyaz ve
ince. Boyu bizden küçük. Ama Kocaman bir kafası ve kocaman dişleri var. İç
güdüsel olarak önce ondan korktum. Ama zamanla onun kurtgillerden olmakla
beraber bize zarar vermediğini hatta bizi koruduğunu hissettim. İki ayaklının
yanından ayrılmıyor hiç. Çok gururlu bir hali var. Sanki MÖ 2000 yılında
yaşamış kahraman Sparta askerleri gibi böğürüyor bazen Hovvv Hovvv diye tok tok
sesler çıkartıyor. Bazan da Uuuuuuuu Uuuuuuuuu diye bir uluma sesi çıkarıyor.
Herhalde kendini Alexander Rybak sanıp, Mozartın 9.Senfonisini seslendirdiğini
sanıyor. Gel birde bize sor. Dayanılır gibi değil.
18 Ekim 2013
Bir şeyler oldu bana bu aralar. Kafa
yorduğum tek şey kıçı başkalar. Sürü içinde garip şeyler oluyor. Kıçı başkaların
hepsi tuhaf kokuyorlar bu ara. Kışkırtıcı, baştan çıkarıcı. Elimde değil
peşlerinden ayrılamıyorum. Yemeyi içmeyi de unuttum. Onlarla olmak yemekten
içmekten, hatta yeni açmış taze buğday filizini çiğnemekten bile güzel geliyor.
Aklımı başımdan alıyorlar. Sürüdeki tüm erkekler benim gibi. Kavgalar
yaşanıyor. Çatışmalar yaşanıyor. Aslında kavgaya gerek yok bana kalsa. Sürüde
yeterince kıçı başka var. Herkes birisi ile yakınlaşsa. Birlikte yürüseler.
Ağılda gökyüzünde parlayan yıldızları birlikte izleseler. Birlikte geviş
getirmenin tadına varsalar. Uzun uzun bakışsalar. Böyle düşündüm ben hep. İki
gün boyunca bir kıçı başkaya takıldım. Hiç peşinden ayrılmadım. Art niyetim
yoktu hiç. Gözlerine bakmak uzun uzun, dereden beraber su içelim istedim. Zamanla
ne olacaksa olsun diye düşündüm. Ama bugün. Ama bugün herkes öğle uykusundayken
bir de ne göreyim. Bizim iri Kıyım, kur yaptığım Kıçı Başkanın üstüne çıkmış...
Sanırım flört olayını fazla uzattım.
devam edecek 1/2
(
The Kechi başlıklı yazı
V.AliKızıltepe tarafından
11.09.2014 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.