Salih Efendi kapıya doğru yöneldi. Kasketini öne arkaya oynattıktan sonra, kuyudan su çekti ve elini yüzünü yıkadı. Hanımının omzuna koyduğu havluya şöyle bir göz attı. Sonra, bin bir özenle işlenmiş dentelli havluyla yüzünü sildi. Bulunduğu yerden mevcut tabloya hayranlıkla baktı. Ellerini havaya kaldırıp gerindi. Ahırın kapısı yarım açık, Çomar ise önünde pinekliyordu. Bir iki adım attıktan sonra kapıya doğru yanaştı. Oğlu içerde hayvanların altlıklarını temizleme işiyle meşguldu. Başını ahırdan içeri uzatıp:
“Sadık bitti mi işin?” dedi.
Ahırda hayvanların altlıklarını temizleyen Sadık, bu ani seslenişe “La havle” çekti. Sonra, sağ elinin başparmağı ile damağını yukarı kaldırdı. Korkmuştu. Babasına belli etmeden konuşmaya başladı:
“Az kaldı baba” dedi.
Oğlunun iştiyaklı çalışmasına keyiflenen Salih Efendi, cebinden çıkardığı tütün tabakasından kaçak tütünle sarılı bir sigara yaktı. Havaya doğru tüten dumanın izinde bir daha keyiflendi. ”Oğlu ne de olsa babasına çekmişti. ”
“Sadık, buralar sana emanet tamam mı? Bugün Çomarla, Arzıtlı’ya; Gani Ağa’nın yanına gideceğim.”
“Hayırdır baba!”
“Geçen sene sattığımız celep yok mu? Onun parasını tahsile gideceğim.”
“İstersen ben de geleyim baba, tehlikeli olabilir. O kadar parayla yolda maazallah…”
“Yok yok buralar sahipsiz kalmasın. Çomar bana yeter!”
“Tamam, baba sen nasıl istersen!”
“Sadık, atımı ve tüfeğimi hazırla kahvaltıdan sonra yola çıkacağım.”
Arzıtlı’da Gani Ağa’nın mükellef sofrasından kalkan Salih Efendi, bir kiloya yakın altın dolu torbayı yanına aldı ve yola çıktı.Büyükçe bir torbanın içine kum doldurmuş altınları da onun içine saklamıştı.
Çam, gürgen, kayın ağaçlarının süslediği ormanların eteklerindeki gözelerden su içti. Nice kıraç, patika yolları aştı. Yorulmuştu. Şu ilerde mezarlığın yanında duran çınar ağacının gölgesinde dinlenmesi iyi olurdu. Atını dizginledi ve mahmuzlarını toparlayıp yönünü çınar ağacına çevirdi. Çomar, her sadık köpek gibi sahibinin bir an olsun yanından ayrılmıyordu. Kulakları kesik ve irice bir köpekti. Salih Efendi onu zamanında iyi para verip Kangal’dan getirtmişti. Yıllardır hem evinin hem de sürüsünün bekçiliğini yapıyordu. Hava sıcaktı. Atının eyerinde bulunan azığını çıkardı ve yere serdi. Çomarın yiyeceğini de çıkardı ve ağacın dibine döktü. Eyerin sol gözünde bulunan altın torbasını da yanına aldı. Şöyle etrafı kolaçan etti. Yemeğini yedikten sonra torbasını başının altına alıp uyudu. Çomar başında nöbet bekliyordu. İki saate yakın uyumuş ve dinlenmişti.
Çomar ise sahibinin unuttuğu altın torbasını yerinden kımıldatamadığı için iyice kızmış ve haber vermek adına sergilediği onca hırçınlığın etkisiyle derenin kenarında bırakın su içmeyi, havlamaktan köpürmüş ağzıyla atı durdurmaya, önünde zıplamaya devam ediyordu.
Salih Efendi, bu durum karşısında atının eyerinden çektiği tüfeğini hiç tereddüt etmeden, Çomarın böğrüne nişan aldı. Çomar olduğu yere yığılmıştı. Salih Efendi içini kaplayan hüzünle son defa Çomarın yüzüne baktı. ”Dehh” deyip atını son süratle sürmeye başladı. İçinde oluşan nedamet duygusuyla “Keşke köpeğim öleceğine şu altınlarım kaybolsaydı” dedi. Elini eyerine atmıştı ki;