Taa eski okuldan Bursa'dan Uludağ Üniversitesi İİBF'den dostum arkadaşımdır Gürsel. Kendisi Çorum'un
Sungurlu kazasından. Her ne kadar İstanbul'da yaşıyorsa da senede bir iki defa
bayramlarda, seyranlarda ya da işinden yıllık izne çıktığı zaman mutlaka
memleketi Çorum'a gider. Çorumda memleketimizin güzel köşelerinden biridir
aslında. Doğu Karadeniz'e Artvin'e giderken bizde geçeriz Çorum'dan ve özel
arabamız ile gidiyorsak eğer mutlaka Çorum da biraz oyalanır zaman geçiririz.
Gürsel memlekette ise onunla da telefondan haberleşir ''Bekle birader bir
kahveni içmeye geliyoruz.'' deriz O da ''Ne kahvesi vallahi bırakmam, kaçmıyor
ya Artvin'de Kafkasörde yarın yola devam edersiniz.'' der, uzun bir müddet
cebelleştikten sonra ısrarlarımıza dayanamaz ve bir daha ki sefere kalırız
lafını da ekleyerek yolumuz devam ederiz.
Gürselin babası ve rahmetli dedesi de leblebiyi çok severlermiş. Hatta
cumhuriyetin ilk yıllarında dedesinin küçük bir leblebi imalathanesi bile
varmış, her ne kadar basit bit üretim yeri, tesisi ise de yine de o tarihte
onları geçindiriyormuş, sonraları makineler çıkıp da, her şey modernleşince
bunlar da ortama ayak uyduramayıp imalathaneyi kapatmak zorunda kalmışlar.
Dedesi zaman zaman hava atarmış dostlarına ''Gazi Mustafa Kemal Atatürk Çorum'a
gediğinde ona benim leblebilerim den bile yedirdim.'' dermiş...
Hava sıcak mı sıcak cümlesini kurmak bile hafif kalır burada, bayağı bunaltıcı
bir hava, meteoroloji de insanlara sürekli uyarılar yapıyor ''Bu sene çöl
sıcakları var ülkemizde aman dikkat.'' diye ama biz yola çıkmışız bir kere
memlekete doğru ve ilk mola yerimizde Çorum, Gürsel arkadaşımızın yanı. Daha önce
haber verdiğimiz için Gürsel bizi kapı da karşıladı ''Ooo! Benim sevgili dostum
can kardeşim Ahmet gelmiş.'' diyerek. Biraz hoşbeşten sonra, evlerinin
bahçelerine geçtik. Babası, annesi, iki çocuğu, ablası, iki de yaşları
birbirine yakın küçük erkek kardeşi... Sandalyelerimizi altımıza aldık, daldık
koyu bir sohbete. Döndüm Gürsel'e ''Birader leblebi memleketinde yaşıyorsunuz,
ben de çok severim ara sıra da yerim ama bizim Ankara'da yediğimiz leblebiler
pek buranın leblebisini tutmuyor, hele anlat bu Çorum'un leblebisinin sırrı
nedir de bakalım, anlat da bizde öğrenelim.'' dedim. Dostum aldı sazı eline,
başladı anlatmaya ''Birader bizim bu Çorum leblebisini yaklaşık iki üç asır
önce senin adaşın Ahmedi Sever isminde bir kişinin burada ki nohut cinslerinden
ürettiği rivayet olunuyor.'' Biz de can kulağı ile dinliyoruz arkadaşımı. Devam
eder ''Bilirsin bizim leblebi hem yurtta hem de dünya da meşhurdur, leblebi
konusunda elimize kimse su dökemedi şimdiye kadar, bundan sonrada dökemez evvel
Allah.'' Döndüm Gürsel'e ''Hatta şarkısı türküsü bile var değil mi Gürsel
leblebi koydum tasa kız annem doldurdum basa basa kız annem de doldurdum basa
basa kız annem, benim yârim çok güzel kız annem azıcık boydan kısa kız annem.''
diye söylenir gider. O arada çaylarımız meyvelerimizde geldi masaya sohbet
kaldığı yerden devam edecekti tabi ki...
Ortama espri katmak bahanesiyle ''Ya Gürsel dedim eski zamanlarda antik
çağlarda bir dolu tanrı varmış. Yok ateş tanrısı, yok aşk tanrısı, yok efendim
savaş tanrısı, ay tanrıçası, bereket tanrıçası... Yani ellini sallasan tanrıya
değermiş. Acaba diyorum bu leblebinin bile o zamanlar belki bir tanrısı vardır
ha ne dersin Gürsel?'' Gürsel tebessüm etti biraz. ''Olmaz mı birader tabi ki
eski Yunan'da antik çağlar da Leblebi Tanrısı'da varmış hatta bir tek leblebi
Tanrısı iki taneymiş. Bir beyaz leblebi tanrısı, bir de sarı leblebi Tanrısı.''
şoke olmuştum ve de şaşırmıştım ki Gürsel dayanamadı makaraları koyuverdi ''Yok
be birader ne tanrısı kallavi bir şaka yaptım sana, hep sen bizi işletir idin
okul yıllarında bir de ben seni işleteyim dedim.'' beraberce gülüştük Gürsel ve
benim çocuklar, onlarınkiler...
Tekrar Gürsel'e döndüm ''Şunu bir anlat birader bunun şimdilerde imalatı nasıl
oluyor.'' iki öhö öhö yaptıktan, bir iki elini çıtlattıktan sonra ''Anlatayım
birader, anlatayım da dinle. ''Leblebi nohutun kavrulmuşudur, nohut leblebi
ustalarınca özenle işlenir ve kurutulmasıyla da leblebi elde edilir, önce
nohutlar seçilir, odun ateşinde ve fırınlarda kavrulur, sonra çuvallara doldurularak
üç gün bekletilir, üç günün sonunda dinlendirilmiş nohutlar tekrar fırınlanır,
yirmi gün kadar bir yere serilerek kurutulur, yirmi günün sonunda
nemlendirilir, çuvallanır ve bir gün saklanır, sonunda üçüncü kez kavrulur ve
kabuklarından ayrılır, kabuklarından ayrıldıktan sonra tuzlu şekerli, acılı ve
daha değişik şekillerde müşterilere ulaştırılır.'' Epey ilginçti Gürsel'in
anlattıkları ve bayağı bilgi sahibi olmuştuk leblebi konusunda bizimkilerle...
Bir de benim hatırladığım ''Leblebici Horhor'' diye bir operet vardı, ilk Türk
Operetlerinden biriydi sanırım. Gürsel yine anlatıyor ''Bir de beyaz leblebi
vardır dostum bilirsin o da daha çok ege bölgesinde ki beyaz nohutlar dan
üretilir, ona da sakız leblebisi derler.''
Çaylarımızı içip meyveleri de yedikten sonra önümüze bolca Çorum'un o meşhur
sarı leblebisi geliverdi. Tabi çocuklar bu tür yiyecekleri çok sevdiklerinden
harala gürele hemen tabaklara saldırdılar, baharatlı olanı da pek bir güzel
oluyormuş hem de üç beş çeşit baharatlılar, ne kadar da lezzetli. Tekrar Gürsel
ile lafa daldık ''Hele anlat Gürsel bunun faydalarını bir bir biz de Ankaralara
dönünce oralarda anlatalım sen den öğrendiklerimizi.'' yine Gürsel lafı aldı
benden ''Bir kere mide de ki asit fazlasını alır, yağı çok azdır, tokluk hissi
verir, kilo vermek isteyenler için bire birdir, anne sütünü arttırdığı bile
söyleniyor hatta.'' Gürselin anlattıklarını dinleyince şaşırmadan edemedik...
Bir iki saat oyalandıktan sonra gitme vakti gelmişti artık. Bol leblebi
yediğimiz ve de üstüne bolca da su içtiğimiz için bağırsaklarımız bizi
zorlamaya başlamıştı. Bir an önce oradan çıkıp evin havasını kirletmememiz
lazım, acele etsek iyi olacaktı diye düşünürken. O arada başkalarının da
hızlanmış olacak ki küçüklerden biri dayanamayıp makineliyi ateşledi. Ta ta ta
ta ta ta ta. Ondan ilham mı aldı ne, bu seferde başka bir ufaklık sanki ona
nazire yapar gibi o da otomatiğe bağladı. Bayağı da uzun sürmüştü, bu ta ta ta
talar... Tabi ki çocuk oldukları için herkes gülerek geçiştirdi ben de Gürsel'e
dönerek ''Oğlum bu bağırsakları da müthiş çalıştırıyor gaz maz namına insan da
bir şey kalmıyor. Sen leblebinin ana vatanında neredeyse leblebinin her şeyini
öğrenmişsin, leblebi üzerine doktora yapmışsın'' dedim. O da ''Sorma birader
geçen sene gel bizim üniversitede leblebiyi anlat da sana Fahri Doçent payesi
verelim, üniversite rektörünü biz ayarlarız sen merak etme dediler de işlerimin
yoğunluğundan gidemedim bir türlü.'' Deminkini yesem de işte bunu yememiştim.
''Gürseeel!!! boş ver ne doçenti, sen benim gözümde yine de leblebi profesörü
sayılırsın oğlum Doğu Karadeniz bizi bekler haydi kal sağlıcakla ölmez sağ
kalırsak seneye yine görüşürüz yaklaşık bu tarihlerde...''