“ Uluyanlar Kurt muydu? ”
Orhan akşamın karanlığında bavulunu alarak, yolun sağına soluna göz attıktan sonra karşıya geçti. Benzinliğe doğru yürümeye başladı. Sadece beş kilometresi kalmıştı kasabaya.
Fakat yaşadıklarından ötürü, bu mesafe ulaşılması imkânsız merhale gibi gözünde büyümekteydi. Üzgün, kırgın, bitkin ve çaresiz hissediyordu kendini. Güçlüklerin üstesinden gelmesini bilirdi, iradeli ve pozitifti aslında. Bu kez olumsuzluklar üst üste gelmişti, enkazın altında kalmıştı tam anlamıyla.
Kendini eve atabilseydi, fakülte hezimetinin üzüntüsünü ayrıca yaşayacaktı belli ki. Ancak bu duyguların yerini beklenmedik başka sorunların hüznü almıştı şu anda.
Ağır olan bavulu el değiştirerek taşıyordu. Fakat yaşadığı hezimetin yükünü artık çekemiyordu. Ümitsizce benzinliğe yaklaştı, istasyon tenhaydı. Ortalarda kimse ve araç yoktu.
“Neyse, nasıl olsa kasabaya giden bir vasıta geçer” dedi kendi kendine. Buraya kadar gelebildiğine razıydı. Bu duygularla içeriye girdi. İki genç, sobanın yanında oturuyordu. Selam vererek kendini tanıttı.
“Hoş geldin hocam” dediler.
“Hoş bulduk” dedi bavulu yere koyarken. Gençler Orhan’ı tanımıyorlardı. Şimdiye kadar karşılaşmamışlardı. Orhan durumu kısaca anlattı. Vasıta bulup bulamayacağını sordu. Kasabanın minibüslerinin bu saatlerde olmayacağını biliyordu. Taksi kamyon ve benzeri araçları kastediyordu.
“Bazen çıkıyor hocam, buyurun oturun, çay ikram edelim” dediler.
Orhan ellerini ovuşturarak gösterilen sandalyeye oturdu. Delikanlılardan birinin uzattığı çayı aldı. Bardağı elinde azıcık tuttuktan sonra bir yudum içti. Yüzünü buruşturmamak için epeyce zorlandı. Yörenin suları tuzluydu. Kaynaklar Tuz Gölü’nden etkileniyordu.
Moralsizlikten, konuşmak istemediği halde, laf olsun diye gençlere döndü: “Nasıl gidiyor, işler iyi mi?”
“Eh işte” dedi delikanlılardan birisi. O arada bir motor sesi duyuldu. Diğeri dışarı çıktı, gelen bir kamyondu. Orhan içeridekinin yüzüne baktı. Delikanlı anlamıştı, cevapladı:
“Kasabaya gidiyorsa arkadaş haber verir endişelenmeyin”
“Tabii ki” dedi Orhan. Aceleciliğinden utanmıştı. Sabahtan buyana olanlara artık tahammülü kalmamıştı. Yoğun duygusal olaylar yaşamıştı. Hem de aksiliğin her türlüsünü. O sırada diğer genç içeri girdi:
“Aksaray’a gidiyormuş” dedi. Sobanın yanına oturdu. Kısa bir sessizlik oldu, sonra konuşmaya başladı:
“Hocam yatacak yerimiz var. Vasıta gelmezse burada yatarsınız merak etmeyin” dedi.
Orhan irkilir gibi oldu birden. İyi niyet gösterisi bu teklif korkutmuştu. Kalma fikrinden adeta ürktü:
“Yok yok, bu mümkün değil. Zaten az daha bekleyeceğim araç gelmezse yaya giderim. Rastlarsa yolda binerim, aksi takdirde bir an evvel eve gitmiş olurum” dedi.
Gençlerin ikisi de bu cevaba itiraz ettiler. Çünkü yol en az beş km. idi ve gittikçe dikleşiyordu. Hem de hava soğuk, kimi yerler karlıydı. Bir de kitap dolu bir bavul vardı ortada.
Aslında Orhan’da bu düşüncesinin zor olduğunu biliyordu. Ancak burada gecelemek istemediğinden de emindi. O yüzden yaya gitme fikri, kalmasına ağır basıyordu. Bu arada bir iki araç daha benzinliğe gelmiş, yakıt alarak kimi Hatay’a, kimi de Aksaray’a doğru gitmişti.
Vakit epeyce ilerlemişti, ümitler git gide azalıyordu. Orhan kararını verdi. Daha fazla beklemeden, teşekkür ederek kasaba yoluna koyuldu. Delikanlıların ısrarları işe yaramamıştı.
Orhan ışıklı bir istikametten, karanlığa doğru adım adım gidiyordu. Bu öyle bir şeydi ki, sanki güvenli mekânlardan bilinmeyen tehlikelere atılır gibiydi.
Bir süre yürüdü, yol git gide dikleşiyordu. Bavulun ağırlığından ve sıkıntıdan ter basmıştı. Bazı yerlerde yol çukurlaşarak iyice karanlıkta kalıyordu. Bu durum da, garip bir ürperme hissi vermeye başlamıştı. Acaba iyi mi etmişti yola çıkmakla.
On dakika kadar yürüdü tahminen, belki de daha azdı, fakat dakikalar geçmek bilmiyordu. Bilinçli ve sakin düşünemediğinden, tahmin etme melekesini kaybetmiş gibiydi. Ürkütücü bir sessizlik vardı etrafında, sıklaşan nefesi ve ayaklarının bastığı yerde çıkardığı gıcırtılar da olmasa daha bir korkacaktı. Azıcık durarak etrafı dinledi. Ortada vasıta sesi ve ışığı yoktu.
“Acaba geri dönsem mi?” diye mırıldandı. Vazgeçmeyi gururuna yediremedi. Tekrar yürümeye başladı. Bir süre daha tedirgin şekilde ilerledi. Olanlara, çektiklerine bir anlam veremiyordu.
Kendine kızmaya başladı: “Ne işin vardı bu yaşta okumaya kalktın. Rahatını, çevreni, sevdiklerini terk ederek bilinmeyen, katlanamayacağın yerlere geldin. Eşini, çocuklarını tehlikelere sıkıntılara sürükledin” diye söylendi.
Bu dalgınlıktan, kulağına hiçte hoş olmayan “uluma” seslerinin gelmesiyle uyandı. Orhan irkildi. Ne yapmalıydı bilemiyordu. Kurt sesi olamazdı ne de olsa kasaba yoluydu. “Bu kadar yakınlara kurt gelmez” diye kendi kendine telkinde bulundu.
Biraz daha yürüdü. Bu kez, yeniden aynı ulumaları duydu. Olduğu yerde çakıldı kaldı. Artık daha fazla ileriye gidemeyeceğini anlamıştı. İşi şansa bırakamazdı.
Bunlar kurt olmasa bile köpek tehlikesi vardı. Gece vakti huyunu suyunu bilmediği köpekler, kurtlardan da tehlikeliydi. Bu riski göze almak akıl karı değildi. Bir kere en uysal köpeğe bile güvenilmezdi. Böyle bir durumda köpeğin nesine güvenecekti? Hem de gecenin karanlığında.
Artık bu saatten sonra gururun hesabı, kahramanlığın adı edilemezdi. Bir hiç yüzünden canını tehlikeye atmak pek mantıklı olmasa gerekti. Bu kez, aklı duygularına baskın çıktı. Kararını değiştirerek geriye döndü. Korkudan, yorgunluk ve sinirden tükenmiş gibiydi. Gayri ihtiyari söylenmeye başladı:
“Nene gerek okumak , be aptal adam. Rahatını huzurunu teptin Afyon’dan buralara kadar geldin. Şimdi de olmadık maceralara atılıyorsun. Gece yarılarında şu işe bak.”
Orhan bunları, birilerine anlatır gibi sesli söyledi. Belki de kendine cesaret vermek içindi. Korkan insanların karanlıkta şarkı söylemesi gibi bir şeydi bu. Kat ettiği yol, işkence tüneline dönmüştü. Yürürken isteksiz ve yılgın bir hali vardı. Yorgunluktan ziyade işlerin ters girmesine kızıyordu.
Benzinliğe döndüğünde, terden sırılsıklam olmuştu. Üzüntü, kızgınlık ve bavulun ağırlığı sinirlerini darmadağın etmişti. Büroya yaklaştığında, ışıkların sönmüş olduğunu gördü.
Buradan ayrılalı ne kadar zamanın geçtiğini bilemiyordu. Saatine bile bakmak aklına gelmemişti. Uyumuşlar mıydı? Kestiremiyordu doğrusu, tahminin etmenin de önemi yoktu, olan olmuştu bir kere. Nazik ve anlayışlı davranmanın zamanı çoktan geçmişti. Tereddüt etmeden kapıyı çaldı.
“Bir dakika” diye bir ses duydu. Sonra da kapı açıldı. Gençlerden biriydi:
“Ah Hocam ah, arkandan merakta kalmıştık. Dönmeni hep bekledik. Buyur buyur ”dedi.
Orhan konuşmadan içeri girdi. Ayakta duracak halde değildi. Yorgunluk, sinir, korku ve mahcubiyet perişan etmişti. Delikanlı:
“Hocam sedirde yer var, battaniye vereyim azıcık uzanın.” Diye teklifte bulundu. Orhan kararlı ve üzgün bir sesle:
“Yok yok yatmayacağım, zaten istesem de uyuyamam. Sobanın başında sandalyede oturayım. Azıcıkta ısınayım, malum.”
“Evet, malum da, niçin gittin diyesi geliyor insanın. Neredeyse canından olacaktın ısrarın yüzünden. Birazcık ısın, sonra da şurada uyu, artık yarın gidersin” diyerek ısrar etti delikanlı.
Orhan’ın yarını bekleyecek niyeti yoktu. Fakat dile getirmedi. Konuşmadan sandalyeyi çekerek sobaya yakın oturdu. Belli ki gözü ve kulağı gelecek araçlarda olacaktı. Uyuma fikri aklının ucundan bile geçmiyordu.
Kapıyı açan genç; “hocam kusura bakma.” diyerek lambayı söndürüp tekrar yatağına döndü.
(Devam edecek)