B.





Başlarını üç numara tıraş ettirip , banyo faslından sonra üç kopçalı tozlukları , kayık kepi , asker elbisesi ve kösele postalları giydiğinde aynaya bakınca o bile kendini tanıyamamıştı .
Ahmet daha on dört yaşında , çelimsiz , 148 santim boyunda , sakal tüyleri bile çıkmamış ama asker olmuştu . İçtima ( toplanma) yerinde dizildiklerinde ellerine tutuşturulan piyade tüfeklerinin üzerindeki yazılardan Alman yapımı ve Birinci Dünya Harbinden kaldığı hemen anlaşılıyordu .
Ekmek torbası , meşin kütüklüklü palaska , uzun kasaturası ve 4,5 kilogram gelen tüfeğiyle Ahmet , askeri lisenin en kısa boylu dört öğrencisinden biri olarak yatmayı, kalkmayı, çökmeyi , sürünmeyi ve en önemlisi verilen komutlara itaat etmeyi öğreniyordu .
Boyuna yaklaşan tüfeği tek elle bile zor kaldırırdı. Tüfek çatıldığında sırt sırta verilerek toprağa oturduğunda gözleri karşıdaki Munzur Dağlarının karlı zirvelerine takılır içine tarif edilmez bir gurbet acısı çökerdi .
Beş mermi verilerek hedefe ateş ettirildiğinde körpe omzuna iyice yerleştiremediği tüfek dipçiğinin tepmesiyle canı yanmış ve on beş gün köprücük kemiğinin üstündeki morluk ve acı geçmemişti .
İntibak (uyum) eğitimi sürecinde bu körpecik bedeni ve ruhuyla askerliğin temeli olan itaat potasında şekillendirilecek ve sonra eğitim yılı başlayacaktı .

İstanbul çocuğu idi .Boğazın en güzel yerindeki yatılı askeri mektebe kaydolmak istemiş fakat kayıtlar doldu denilerek babasına Erzincan’da yeni açılan bir okula isterlerse kayıt yapılabileceği söylenmişti . Babası tercihi ona bırakmış ve o da küçücük aklıyla gurbeti tercih etmişti .

Başladığı işi yarıda bırakmamak gibi bir huyu vardı ama bu gurbet acısı yatılı mektep hayatı dayanılmaz bir şeydi . Lisenin sadece birinci sınıfı ve orta kısmının da sadece birinci sınıfı açılmıştı .

Ahmet kendi perişanlığına bakarken geceleri çalışma saatleri içinde nezaretçi olarak görevlendirildiği sınıfta , üzerinde asker elbisesi taşıyan , yıkanmasını bilemeyen , tırnak kesmekten habersiz 11-12 yaşlarındaki küçük öğrencilere de ağabeylik yapardı .

200 kişilik lise birinci sınıfın öğrencilerinden 120’ye yakını İstanbul çocuğu idi .Yuvalarından düşen leylek yavruları ,dar gelirli ailelerin gariban çocukları ..İlk günlerde neler yaşanmadı ki .. Pencerelerde oturup ağlayanlar , tel örgülerin altından firar edenler ..

Hafta sonlarında çarşı izni verildiğinde evlerin arasından geçerken aç bir mahalle kedisi gibi sokağa yayılan yemek kokularını içine çeken Ahmet yolda güzel bir kız görebilmenin de özlemini çekerdi .

Cumartesileri iple çeker en büyük eğlence olarak da bir gazete , bir külah çekirdek ve tek filimli bir sinema olurdu . Zaten sönük şehrin iki sineması vardı . Biri şehir sineması diğeri Jet Sineması .. Ama arkadaşları oraya Ahır sineması adını takmışlardı . Kerpiç ve çatısı saclarla kaplı bu köhne sinemanın kapısında elindeki kocaman teneke huniden bağıran bir çığırtkan “ Haydi Hemşerim , sinema başliiiy ! “ diyerek onları davet ederdi .

O hafta ceza alanların listesinde kendi ismi de okununca dünya Ahmet’in başına yıkılmıştı . Suçu büyüktü , yatağını iyi yapmadığı için iki hafta sonu izinsizlik ile cezalandırılmıştı . Kürek mahkumu gibi saat başı nöbetçi subayının odasına gidip imza atarak ve karlı dağlarını eteğinde bacalarından dumanlar tüten evlerdeki kızları hayal ederek bu iki hafta nasıl geçerdi ?

Ahmet pencereden ,etrafı dağlık ortası bağlık denilen bu şehre bakarken sakladığı gözyaşlarıyla ilk şiirlerini de yazmaya başlamıştı .Satın aldığı ilk kitap da bir şiir kitabı olmuştu .

Gurbet o kadar acı
Ki ne varsa içimde ..
Herkes bana yabancı
Her şey başka biçimde .

Dokuz nüfuslu bir ailenin reisi Polis Baba namusuyla hak ettiği maaşından ev kirasını verdikten sonra İstanbul’dan Ahmet’e posta havalesiyle her ay on lira gönderir ve Ahmet de onunla idare ederdi .

Bir gün postanenin önünden geçerken durakladı Ahmet .. Sonra elindeki kağıdı memura uzatarak o telgrafı çekmesini istedi .

“ Baba İstanbul’u mesken mi tuttun ? Gördün sağı solu beni unuttun .”

Yıllarca o telgraf Ahmet ile babası arasında bir sır olarak kaldı .

Ve yıllarca sonra kendisi de bir baba olunca , yaşlı annesinden öğrendi ki o telgrafı aldığı zaman o metin insan , o güzel baba ağlamış ..
( Haydi Hemşerim Sinema Başliiiyyy… başlıklı yazı A.Müfit KUTLU tarafından 4.11.2009 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.