1.Bölüm
- Mor Tüy Dövmeli Okyanus.
Bir tenin yakılır mı kolayca canı?
İçinden çıkartılır mı acımasızca kanı?
Bilseydim, senin mürekkep kokulu kaleminden;
Yayılan ihtirasın, kanlı defterlere bulaşacağını...
Ellerimi çekerdim, bedeninin üzerinden.
Saplayamazdın tenime, ihanetin sivri bıçağını...
Arkamdaki yaraya aldırmadan
Mürekkep kalemini, 0,7 uçlu kalemimden
Kopartıyor, benliğimi kanatıyorsun.
Yokluğumu yanına alıp gidiyorsun.
Bir dakika daha durmadan
Ardından birkaç kırıntı bırakıyorsun.
Eğer ben senin yerinde olsaydım.
Tozlarının adını tüy koyardım.
Her gittiğin adımlarından
Sürünerek her adımında topladığım
Düşmüş meleğin dökülmüş kanatlarından
Kendime bir taç yapardım.
"Ah," diye inler Okyanus. "Hayatım, biraz daha yavaş yapsana!
Canım acıyor diyorum!"
Ufuk, makineyi kızdan uzaklaştırıp Murat Boz'un Hadise'ye gitmemesi için kadın
hayranlarına attığı bir bakışla baktı karısına. "Bunu nasıl düşünürsün?
Gitmiyorum ben bir yere! Ayrıca seni bıçaklamak düşüncesi de nereden çıktı?
Olmaz! Kan ve ayrılık dolu şiirler söylemesen olmaz mı?”
“Ama? Kolum?” diye Okyanus söylenirken Ufuk;
“Söyleme. Tamam, mı?” diyerek baktı karısının gözlerine. Kendine yer edinmek
ister gibiydi o gözlerde. Fethetmek ve o mavi gözlerinin sahibi olmak. Ufuk tam
olarak bunları istemişti.
“Ağzından ayrılmamızla ilgili hiçbir şey duymayacağım,” dedi Ufuk makineyi
masaya bırakırken.
“Ufuk…”
“Söz vereceksin?” Soru anlamında söylese de, Okyanus biliyordu. Bu bir rica
değil, adeta bir emirdi.
“Söz veriyorum. Tamam, senin inadınla baş edemiyorum. Zaten kolumdaki acı da
nasıl geçecek hiç bilmiyorum.” Kolunda dövmenin etrafında oluşan kızarıklığa
baktı, kaşlarını çattı, sonra başını yana çevirdi.
Çenesini tuttu Okyanus’un, başını kendisine doğru usulca çevirdi. Gözlerini kendi
gözleriyle denk düşürdü. “Bir şey yok, geçecek inan bana! Sadece dövmenin küçük
bir parçası kaldı. Sen, şiir söylemeye devam et." Elindeki dövme
makinesini masanın üzerine bıraktı. Mor rengi tüy’ün üzerisine üfleyerek soğuk
nefesini verdi.
Okyanus, hem kızarmış hem de sinirlenmiş bir şekilde bakıyordu ona. Kocası için
söylemesi çok kolaydı. Gelsin, bir de kendisine dövme yapılsın. "Yok
canım! İstersen sana bir dövme yapalım! Makinenin ucunu batıralım koluna, canın
acısın!" Ufuk, makineyi eline aldı ve ucunu kızın tenine kondururken,
Okyanus bir kez daha inledi.
"Normal konuşmak sana yaramıyor hayatım. Bana şiir kusmaya devam et,"
dedi Ufuk ve tüyün detaylarını kızın kolunda şekil vermeye başlamıştı.
Sinirini ve acısını unutan kadın, şiir’ine laf edilmesine kırılmıştı. "Ama
böyle deme, Ufuk. Kalbimi kırıyorsun. Şiir kusulmaz, söylenir. Satırlar
söylesem, anlamlarından sana nefret kusacağım. Başka bir şey öner."
"Sayı say!" dedi ve umursamaz bir tavırla boşta kalan elini salladı.
Mürdüm rengi tüyü çizmeye devam ederken, kadının inlemesini umursamamaya
çalışıyordu.
“Keşke tenimi dövmeye bulaştırmasaydım,” diyerek sızlandı Okyanus. “Hiç gerek
yoktu hâlbuki.”
“Sayı say, benim edebiyat kokan sevgilim.” Kadının yanakları iltifatından ötürü
kolundaki kızarık gibi kırmızı kesilirken,
"Sayı, çocuklara göre değil mi?" dedi Okyanus.
“Sayı,” dedi Ufuk kaba tavrıyla. Kızın kolundaki mor tüyü bırakan Ufuk, kızın
başparmağına geçmişti. Orada bir yuvarlağı çizdi. Üstüne de küçük mor tüy
çizerek, bir yüzüğü andırmıştı.
"Tamam. Sayı olsun. Sayı."
Mini boyuttaki tüyün ucuna da bir ip çizip bileğine doladı ve kolundaki büyük
tüyle bir ip çizerek birleştirdi. Okyanus, dişlerini sıkarak saymaya
başlamıştı.
" Bir ayı. İki ayı. Üç ayı. Ah! Ufuk ayısı!"
“’Ufuk ayısı’ adında bir sayı olduğundan emin değilim,” diyerek Ufuk ona
şüpheyle bakmıştı.
“Biliyorum, yok. Ama dokuz adında bir sayı var. Oradaki ‘k’ harfini değiştirip,
‘m’ harfini koyarız. İşte bu senin sayın olur,” diyerek Okyanus, asıl noktasını
koymuş oldu.
“İşte, Laf Savaşçısı! Şimdi dövmen tamamdır,” dedi Ufuk ve makineyi
yanlarındaki masaya tamamen bırakmıştı.
“Bu çok… Çok mükemmel. Sahiden acı çektiğime değdi,” dedi ve oğlana bakarak,
“Sana değdi,” diye fısıldadı.
Ufuk, kızın elini ellerine aldı. Üzerindeki küçük tüyün üzerine dolgun
dudaklarını getirdi ve orayı öptü.
"Ah, Ufuk... Bu bir rüya olmalı!" diye fısıldadı kadın.
-*-
Bu bir rüyaydı. Gözleri birden açıldı. Yanına ellerini gezdirdi. Kimse yoktu.
Bir başınaydı. Göz kapakları hüzünle aşağıya doğru çekildi. Başına düşen bir
ağrı yüzünden Okyanus, gözlerini tekrar kapatmıştı. Kaşlarını çatmış, ellerini
alnına götürmüştü.
"Başım," diye inledi. "Ne kötü ağrıyor başım? İçkiyi başımla mı
içtim acaba? Hayır, ağzımla o mereti kullandığıma eminim ama…”
Etrafına baktı, şişeyi yanında buldu. Anlaşıldı, diye düşündü kız. Gece boyunca
uyuklamasına, eski kocası yerine kalbi kadar boş kalmış bir şişe eşlik etmişti.
“Seni bir kez daha elime almayı reddediyorum,” dedi şişeye bakıp kaşlarını
çatmadan evvel. “Ufuk!”
Eline aldığı gibi şişeyi fırlattı odanın diğer tarafına. Duvardan bir camın
kırılma sesleri doldu kulaklarına, alnını kapıya yaslamadan önce. Ellerini
başının iki yanına koyarak, kendisini kapıya yasladı. Başından evvel, içi
kanıyordu kızın. Yan tarafına baktığında, sol kolundaki dövmeyi fark etti.
Bileğinden başlayarak dirseğine doğru ilerleyen bir tüy dövmesiydi bu. Üzerine
dokunmak istedi, Okyanus. Hep isteyip de yaptırdığı ve Ufuk’un özenle işlediği
dövmesine dokunmak üzere yaklaşan parmaklarına, yine kendisi engel olmuştu.
Duraksamıştı ve sağ elini yumruk yapıp, duvardaki yerine konmak üzere hareket
ettirmişti.
“Unutmak istiyorum, onu,” diye fısıldadı duvara doğru. “Neden hep aklıma
geliyor?”
Alnını duvara yasladı, Okyanus. Elleri başının iki yanındaki konumunda
duruyorlardı. Ufuk’un önerdiği gibi, saymaya başladı.
"Bir kırık… İki kırık… Üç kırık…” diye yavaş yavaş sayarken, “Dört acı.
Beş kanıyor. Altı geçmiyor,” diyerek hızlandırdı kendisini. İşe yaramamıştı,
Okyanus hala rüyasını düşünüyordu. En önemlisi de, kendisiyle boşadığı eski
kocasını… Eski günlerini ve güzel hatıralarını hatırladığını fark etti. Duvara
alnını daha fazla yasladı, duvarın soğukluğunun vücudundaki sıcaklığını
kapatmasını ummuştu. Ama bu pek mümkün olmadı.
Okyanus’un şiddetle esen dalgalarını ortadan kaldırabilecek kadar tiz bir ses
duyuldu.
“Okyanus? Telefon sana geliyor, bebeğim,” dedi bir kız. Okyanus, aniden
kendisini duvardan çekti, gözyaşlarını iki eliyle sildi ve sağ omzunun
üzerinden arkasına baktı. Kendisine seslenen kişi, kardeşi Aydeniz’di.
Kahverengi saçlarının arkasına sarı rengi bandajlar attırmış, kâküllerine
dokunmamıştı. Kahverengi rengini belli etmek adına, pembe tonlarında farını göz
kapaklarında kullanmıştı. Siyah rengi sürmesini gözlerinin altına tek çizgide
çekmişti. Üzerinde ise yaza renk katabileceği yeşil rengi, askısız, mini bir
elbisesi vardı. Uçlarından tutarak eteğini sallayan Aydeniz, fırfır desenlerini
Okyanus’a gösterdi. Kardeşine mavi renkli panda desenli pijamalarıyla tezat
oluşturduğu için, tekrar kaşlarını çattı. Yüzünü duvara karşı dönerek
kardeşinden sakladı.
“Meşgule atar mısın? Kendime gelmem gerek.” Aydeniz, eteğini bırakarak,
saçlarını elleriyle havalandırdı ve omuz silkerek,
“Nasıl istersen. Ama hatırlatırım. Bir kez daha kaşlarını çatarsan,
kırışıklıkların çıkacak,” dedi Aydeniz, Okyanus’tan ayrılmadan evvel.
“Peki, Aydeniz. Dikkat ederim,” diye fısıldadı kendisinden uzaklaşan kardeşine.
Duyabileceğinden emin değildi, ta ki onun sesini duyana dek.
“Bana Ay demen gerekiyor! Aydeniz değil!”
Cevap vermemeyi seçti, Okyanus. Beyninde yanıt verecek kelimesi olmadığından
değil, kadının ruhundaki cümleleri konuşamayacak kadar yorgundu.
Odasına geri döndü ve pijamalarını çıkardı üzerinden. Sergi günü için önceden
hazırladığı kıyafetlerini giymeye başladı. Siyah renkli kalem etekle başladı.
Devamını yakası ile düğmelerini fırfırıyla saran, boğazının üzerinde bir bronşu
gümüş halkası olan gömlek ile siyah platform ayakkabıyla tamamladı.
Karşı kapıda kalan lavaboya girip elini yüzünü yıkadı. Başını yukarı kaldırdı.
Kendisine baktığında şok olmadan edemedi. Aynada yansıyan görüntüsü, kesinlikle
kendisi olamazdı. Dört bir yanına dağılmış, kabarmış, siyah rengi saçları,
kısarak bakan kızarmış mavi gözleri... Derya, acilen kendisini düzeltmek
zorundaydı. Gözlerinin altında birikmiş torbalarını saklamalıydı. Onca geceler
boyu uyumayı, kendisine haram kılmıştı; şimdi de bir görüntüsü yüzünden
kendisini harap edemezdi. Fondöteni ile yüzünü pudraladı, gözlerinin altına
kapatıcı sürdü. Dudaklarına koyu kırmızı bir ruj sürdü ve gözlerinin mavisini
belli eder gibi bir İçi güçlü olmasa bile, dış görünüşü bunu kapatacaktır.
Saçlarını taradıktan sonra çantasını alıp dışarı çıktı. Telefonun sesi
yankılandı, merdivenleri inerken tek tek. Son basamakta durdu. Ceketinin
cebinden müziği yayılan telefonu çıkardı. Okyanus’un arkadaşı Şule'nin adı
ekranda yazılıyordu.
"Efendim?"
"Kızım niye telefonlarıma bakmıyorsun? Neredesin sen? İki saattir
sergideyim, ayakta bekliyorum ve bir dakika bile oturmuyorum. Düşün artık, ne
haldeyim! Gelmenizi bekliyorum, Prenses Hazretleri!"
"Tamam, Şule. Hazırım, hemen geliyorum," dedi Okyanus. “Orada her şey
hazır mı?”
“Sen hariç her şeyi hazırladık, prenses. Kurabiyeler, kolalar, masa ve
sandalyelerin süslenmesi, organizasyon, misafirler derken her şey tamamlandı.
Senin varlığın da olsa, sergi muhteşem olacak!”
"Şule? Bana öyle prenses demeyi keser misin? Yakışmıyor bana.”
“Ben doğruları diyorum!”
“Tamam. Sadece bana bir sert kahve alabilir misin? Kafam bir milyon oldu. Acaba
açık attırmaya çıkarsam, satın alırlar mı acılar içindeki beynimi? Yoksa onu
içkiyle uyuşturduğumu görenler, benden tiksinirler mi? Ne dersin?”
"Okyanus? Ben…" derken Şule’nin sözünü kesti.
"Sorun değil. Ben hâlâ iyiyim. Bu günler de geçecek. Sen sadece kahveyi
getir, olur mu?"
“Elbette. Başka yapabileceğim bir şey varsa söyle hemen.”
Okyanus tam o anda söylemek istedi. “Beni bu acıdan kurtar,” diye telefona
bağırmak istedi. “Beni kocamın hatıralarından kurtar,” demek istedi. Haykırmak!
Daha çok haykırmak istedi. Ama bunu yapamadı. Üzüntüsünü gözlerine, güçlü
olmaya çalışan yanını sesine yansıtarak, “Teşekkür ederim,” dedi.
Telefon kapatıp başını kaldırdı ve son basamağını inip, kapıya doğru adımlarını
atmaya devam etti. Tam kapı koluna uzanacakken, birisi ona “Oknuus!” diye
seslendi. Arkasına baktı, Okyanus. Kendisine seslenen kişi ise, Gökdeniz’di.
Aydeniz, daima yeşil renginin kıyafetlerini tercih ederken; Güldeniz ise, pembe
renklerinin içine girmeyi tercih ediyordu. İkisini ayıran tek farklılıkları,
kıyafetlerinin renk tonları olmuştu.
“Oknus? Bekle kız!” dedi Gökdeniz, koşuştururken bir yandan da üstüne başına
çeki düzen vermeye dikkat ediyordu. Aydeniz, kızın yanında daha asi ve uslu
duruyordu. Koşturarak değil sakin ve yavaşça atıyordu adımlarını.
“Oknus ne demek?” diye sordu Okyanus.
“Okyanus’un kısaltılmışı diyebiliriz. Böyle olursa, daha havalı duruyorsun,”
diyerek havasını belli eder gibi ellerini beline koyarak kıza göz kırptı
Aydeniz.
Okyanus, yeni isminden epey rahatsız olmuştu. Bunu kardeşi Aydeniz’e kibarca
dile getirmek istedi.
“Arada eksilen ‘Ya’ kelimesine ne oldu?” Güldeniz, ikizine ‘Ne diyecek,’
düşüncesiyle bakarken Aydeniz, omuz silkti.
“İsmimin ters halini ele geçirmiş gibi olmuştun, o yüzden onu sildim ve Oknus
koydum. Sorun mu bu şimdi? Sergine geç kalacaksın!”
“Sorun olabilecek bir durum görmemiştim ki,” dedi Okyanus. Aslında arada geçen
durumu görmüştü ancak söylememişti. İsminin tamamını seviyordu, kısaltılmış ya
da değiştirmiş halini değil. Yine de susmuş ve kırgınlığını içine atmıştı.
“Ben de öyle düşünmüştüm, Oknus’um,” dedi Aydeniz, ikizi Gökdeniz’in omzuna
elini koyarken. Gökdeniz, o sırada telefonuyla fazlasıyla meşguldü.
“Siz de gelecek misiniz sergiye?” diye sordu Okyanus merakla. Kardeşleri
gelirse, sergide daha rahat olabileceğini düşünmüştü. Ancak, istediği
olmamıştı.
Dudaklarını somurtup büzerek gözlerini tırnaklarına dikmiş ve “Sergiyle
mergiyle işimiz olmaz, kardeşim,” demişti Aydeniz tırnaklarını törpülerken.
“Benim de,” dedi Güldeniz. “Resmi dilde konuşan insanlar arasında
boğulmaktansa, Serkan Çayoğlu’nun göğüs kaslarına gözümü dikmeyi tercih
ederim.”
Omuzlarını borsaların düşmesi gibi düşürmüştü Okyanus. Kendisinin tabirini
yapması istenseydi, üniversiteye yerleşemeyen bir kızın hayal kırıklığı olurdu.
“Tamam, ikizler. Sorumu aklınıza sormuştum, siz de kalbinizle cevapladınız.
Bunun için minnettarım,” dedi Okyanus. Arkasına döndü, kapıyı açmaya yeltendi.
Biliyordu ki; Okyanus, her zamanki gibi yalnız başına sergisine gidecekti.
Kapıyı açmıştı açmasına ama Okyanus’u bir demet çiçek buketi karşılamıştı. Bir
de onu tutan bir yabancı vardı. Üzerinde adamın postacı olduğuna dair kanıt
gösteren üniforması mevcuttu. Kaşlarını şüpheyle kaldırarak,
“Bu çiçekler de ne?” diye sordu Okyanus. Postacı, omuz silkerek,
“Hanımefendi, Okyanus Karacan siz misiniz?” diye sordu.
“Benim,” diye cevapladı Okyanus, çiçeği adamdan alıp elleriyle kavrarken. Sonra
arkaya doğru uzattı, birilerinin aldığına emin oldu ve kardeşlerine bakmadan,
“Aydeniz, bunu bir yere saklar mısın? Sergiye yetişmeliyim. Geç kalıyorum,”
dedi Okyanus.
“Ay diyeceksin bana, diye kaç kere söyleyeceğim!” derken Aydeniz, bir yandan da
ellerine verilmiş çiçeklere bakmayı ihmal etmiyordu. Okyanus, kardeşinin
hareketlerine başını iki yanına sallayarak tepkisini verdi ve postacıya baktı.
“Şurayı imzalayacaksınız,” dedi postacı, Okyanus’a kâğıdın üzerindeki yerleri
gösteriyordu. Onun söylediği her kutucuğa imzasını atmıştı. Zamanında
evliliklerine de, imzayı attığını hatırlamıştı. Ufuk’un damatlık içinde ve
Okyanus’un gelinliğinin içinde el ele tutuşarak nikâh dairesine doğru
koşmalarını hatırladı. O günlerde ikisi de mutluydular, şimdi ise… Gözleri
dolmuştu kadının. Tak diye, kalemi koydu ve postacının yanından hızlıca
geçmişti.
O sırada gülleri didik didik inceleyen ikizler, birden “Oknus!” diye
bağırdılar. Ama çok geç kalmışlardı. Okyanus, çoktan dış kapıyı kapatmış,
şiddetli kapanmasının sesini duyurmuştu. Aydeniz, omuz silkerek, buketin bir
sağına bir de soluna baktı. Gökdeniz, telefonu cebine koyarak, çiçeğe bakmaya
başladı. Bir not görünce onu alıp inceledi.
“Yokluğumda karanlık, kalbini kanatıyorsa; aydınlığın resmini çizmeme izin
ver.”
“Bu da ne demek böyle?” dedi Aydeniz. Satırlarından bir anlam çıkaramamış, nota
şüpheli bir şekilde bakarken kaşlarını çatmıştı.
“Çiçek Ufuk’tan gelmiş demektir, ikiz.” dedi Gökdeniz, imalı bakışlarını
kardeşine yöneltti. Aydeniz, omuz silkmişti ama içinde merakı ağır basıyordu.
İkizi, kendisinin yerine bir soru sormuştu bile.
“Ufuk, ne yapmaya çalışıyor sence? Seninle bir ilgisi olabilir mi?”
“Benimle mi?” diye soru sorarken kahkahasını atmıştı. “Yok, artık canım, o
durumlar artık imkânsız oldu. Ama…” derken bir an düşündü. “Bilemedim şimdi,
ikiz. Sadece bu şeyin ucu bana dokunmasa iyi olur,” dedi Aydeniz ve kapıdan
ayrılmadan evvel törpüyü kardeşinin eline tutuşturdu.
“Aynen, bana da dokunmasın. Tırnaklarım kırılır!” dedi Gökdeniz, notu yırtmak
istedi. Ancak notu Okyanus’un da okuması gerektiğini düşündü ve onu yanındaki
Kızılderili heykelinin avuçlarına bıraktı. İkizinin verdiği törpüsünü
tırnaklarına sürtmeye ve arkasına dönerek adımlarını atmaya başladı.
**
“Ay, Şule! Bu kahvenin kesinlikle patentini istiyorum. Ruhuma o kadar iyi geldi
ki, anlatamam.”
Okyanus’un kahveyi iştahla içmesine ve dudaklarının üzerinde bıyık resmini
bıraktırmasına gülümsemişti. Şule, timsah deriyle kaplı çantasından bir mendil
çıkarıp Okyanus’un hayali bıyığını silince, kız epey utanmıştı.
“Anaç tavrınla kırık kalmış benliğimi çocuk yaptın, iyi mi?”
“İyi iyi, hem de çok iyi! Sen açıldığına göre kahve sana epey yaradı. Ama ne
olur ne olmaz, sen yanına naneli şeker ile aspirini al,” diyerek Şule,
Okyanus’un çantasına tıkıştırdı şekerle aspirini. “Kahvaltı yaptın, değil mi?
Yaptığını söyle bana.” Meraklı ve anaç tavrıyla yavrusuna sorusunu yöneltmişti.
Okyanus, hayır anlamında cevabını verince; Şule homurdandı. “Kızım sen şaka
mısın? Kahvaltısız niye geliyorsun buraya?” Elinden tuttu. “Gel hadi,
gidiyoruz.”
“Nereye? Hani şimdi gelecekti, müşteriler?” diye sorarken yürürken bir sürtünme
yaşıyordu, Şule adında bir kuvvet tarafından.
“Kızım, sen harbiden safsın. Sırf buraya çabuk gel diye öyle dedim. Yoksa
onlar, 3 saat sonra anca varırlar. O zamana kadar adam gibi bir şeyler yersin.”
‘Yersin’ kelimesini duyduğu andan itibaren Okyanus’un karnında guruldama
sesleri çıkmıştı. Bir kez daha utanmıştı Şule’nin karşısında. Merdivenlerden
aşağıya indiğinde bir daha konuşmamıştı, sadece onu takip ediyordu. Mini bir
lokantayı andıran bir yere geldiğinde Şule kızın elini bırakmıştı.
“Tamamdır, kafeterya’ya geldik. Şimdi bir şeyler yeyince miden epey dolacak!
Zinde olacaksın!”
“Benim akıl, adam gibi olmadıktan sonra bedenim yokluk çekmiş, ne eylersin?”
Şule, sol elini öne doğru uzatarak durmasını işaret etti. “Hop dedik, Okyanus!
Bugün sana edebiyat ile konuşmak yasak! Sadece serginle ve midenle
ilgileniyoruz. Fark etmedim sanma ama canavarın içinde hala can çekişiyor!”
“Siparişiniz nedir?” Okyanus, garsona söz söyleyemeden Şule hemen atılmıştı.
“Arkadaşıma, içeriği bol olacak bir kahvaltı ve çay, bana da bir sütlü kahve
ile bir dilim kakaolu pasta.”
“Hemen geliyor, efendim,” dedi
“O kadarını yiyemem! Aç değilim.”
“Saçmalama! Hepsini bitireceksin! İşte o kadar!”
Garson, yarım saat sonra siparişleri getirdiğinde teşekkür ettiler. Ekmeğe
reçel sürüp ısırırken göz ucuyla Şule’nin kahveyi içtiğini fark etti.
Dudaklarının üzerindeki reçeli Şule, silmeye çalışınca gülümsedi. Gerçekten
Şule, anaç duyguları olan çılgın bir arkadaştı.
“Şule, iyi ki varsın. Gerçekten.”
“Asıl sen iyi ki varsın, Tüysüz Meleğim. İyi ki tee liseden beridir
arkadaşımsın.”
*
Sergiye geri dönerlerken Okyanus’u bir sürpriz karşıladı. Gürcan, sağ omzunu
boş bir duvara yaslayıp gülümseyerek kendilerine bakıyordu. Yürümeye
başlamıştı. Giydiği gri renkli takım elbisesi ve beyaz gömleğiyle salonun
içinde gayet resmi görünüyordu. Sarı saçlarını sağ elle dağıtmaya çabalaması da
dâhil, aynı abisine benziyordu. Abisi Ufuk’la olan fiziksel özelliklerinin
benzerliklerini görmezden gelmeye çalışarak el salladı. Gürcan da Okyanus’a el
salladı. Yanlarına ulaştığında,
“Merhaba, yenge,” dedi. “Nasılsın inşallah?”
“Seni gördüm ya, şimdi daha iyiyim.”
“İkizlerin nerede yen- Okyanus abla? Aydeniz gelecek mi?”
“Yok, Gürcan. Gelmeyecekler. Peyzaj’a, Ebruli’ye ya da portre resimlerine
bakacaklarını sanmıyorum. Onların tek bildikleri resimler, erkeklerin
kaslarından oluşan birkaç uzuvlardır sadece.”
“Anlıyorum,” derken sesindeki hayal kırıklığını gizlememişti, Gürcan. Ufuk’un
Okyanus’u istemeye geldikleri günden beridir; Gürcan, Aydeniz’e bakar bakmaz
âşık olmuştu. Ne var ki, Aydeniz, Gürcan’a hiç yüz vermemiş, oğlanın aşkını
karşılıksız bırakmıştı.
"Teşekkür ederim, Gürcan. Desteğin benim için çok önemliydi."
“Ne demek yen-” derken öksürdü Gürcan ve ‘yenge’ demekten son anda kendisini
kurtarmıştı. “Yeni sergin eminim mükemmel olacaktır, Okyanus. Sanat eserlerin
karşısında hakaret edenin, akıllarından şüphe duyarım.”
“Mükemmel olacak ama hiçbiri benim eserim değil. Böyle yaparak kaçakçılık
yapıyormuşum gibi hissediyorum. Sanki malına mülküne zarar veren bir hırsız
gibiyim. Bu adi değil.” Elinde olmadan sol kolunu ovuşturdu, üzerindeki tüy
dövmesinin üzerini tırnaklarıyla kaşıdı. Mor rengi tüy dövmesinin bile sahibi
Ufuk iken, onu görmek kıza rahatsızlık veriyordu.
“Yenge, saçmalama! Abim, serginin senin yapmana önceden izin vermişti zaten.
İstese de karışamaz sana,” diyerek sert sözlerini bir noktada bitirmiş, kızın
kaşınmasını durdurmuştu.
“Ama?” diyerek soru işaretini kattı ortaya Okyanus.
Gürcan, uzanıp tedirgin kalmış yengesinin elini tuttu. Okyanus, Gürcan’a
şaşırmış gibi bakınca, Gürcan gülümsedi. “Güven bana, yenge. İnadından dönmez
ama sözünden de geri dönmez. Yani, endişeleneceğin hiçbir şey yok.”
Başını salladı, Okyanus. Boşta kalan eliyle kömür karası saçlarının bir
tutamını kulağının arkasına attı, “Anladım,” sözünü söylemeden evvel. Diğer
elini Gürcan’dan kurtarıp ellerini birleştirdi ve önünde çapraz bağladı. Başını
kaldırıp Gürcan’a baktı. "Ağabeyinle ilgili bir şey konuşmasak olur mu?
Sergime yoğunlaşmak istiyorum. Aklımda kalacak tek anı, müşterilerimin güler
yüzü olmalı. Ufuk’un tavırları değil."
“Nasıl istersen öyle olsun, Okyanus,” deyip güven aşısını hastasına uygularken,
gülümseyen taraf Okyanus’a geçmişti.
“Çok mükemmel görünüyor!”
“Evet, kesinlikle! Bir tanesini eşime hediye olarak almalıyım.”
“Sanatçı, adeta ruhunu ortaya koymuş.”
“Bu resimler, sanki bir mucize!”
Müşterilerin iltifatları Okyanus, duyamamıştı. Karşısında ortaya dökülen resme
gözlerini kısarak bakıyor, kolunu kaşıyordu. Şule, Okyanus’a baktığında gülen
gözleri somurtmuş, azarını vermek üzere ağzını açmıştı.
“Kızım, kaşımasana ikide bir! Saçlarım gibi kolunu kıpkırmızı etmişsin!”
Okyanus, içine derin bir nefes çekerek, kollarını rahat bıraktı. Şule’ye sol
kolunu uzatarak üzerindeki dövmeyi gösterdi. Üstelik aynı dövmenin bir de
sergide işlenmiş hali vardı ki, tam karşılarında duruyordu. Aynı anda Şule, hem
sergideki tüy resmine hem de Okyanus’un dövmesine bakıyordu. İkisi aynı
renklerde ve tonlarda boyanmış, aynı stilleriyle işlenmişti.
“Vay canına! Ufuk, koluna resimle aynı dövmeyi yapmış! Kızım bunu bana niye
baştan söylemiyorsun?” derken Şule, şaşkın görünüyordu. Okyanus, dövmenin
olduğunu kolunu kızdan uzaklaştırarak, arkasında sakladı.
“Bir önemi yok. Geçti artık.”
“İstersen ameliyatla dövmeyi sildirebilirsin. Sana yardım edebilirim,”
dediğinde Okyanus, başını iki yanına salladı.
“Sırf bir dövme için tenimi kazıtacak ameliyatlara hiç gerek yok. Teşekkür
ederim.”
Omuzlarına dokunan bir el hissedince arkasına döndü, Okyanus. 30’lu yaşlarında
görünen siyah saçlı, mavi gözlü bir kadındı. Üzerinde Dalmaçyalı desenli
omuzlarından askılı uzun elbiseyi görünce aklına getirmişti, eğer kadının
saçları sadece kömür kadar siyah olmasaydı.
“Bakar mısınız acaba?” diye sordu.
“Elbette hanımefendi,” diyerek kadına yanıt verdi Okyanus. Şule,
“Adımız, Okyanus ile Şule. Evet, memnun olduk!”
Kadın, sağ çapraz yöne doğru emin adımlarıyla ilerledi; Okyanus onu temkin
adımlarıyla takip etti. Korkmadan edemedi. Acaba birileri kızın resimleri olmadığını
anlamış mıydı? En sonunda bir resmin önünde durdu ve işaret parmağıyla onu
gösterdi. Hayır, aslında gemiyle yolculuk eden çiftin resmindeki denizi
gösterdi.
"Bu mavinin hangi tonu? Daha önce bu renkte bir mavi gördüğümden emin
değilim."
İki arkadaş kadına bakmadan evvel birbirlerine baktılar, sonra Şule kızı koluna
çimdik atınca,
"O ton... Açıkçası o tonu ben hazırlamadım, eski eşim hazırladı,” dedi
Okyanus, yutkunma an önce. Resim için çalışmamasını diledim, diye düşündü.
“Öyle mi? Peki eski eşiniz nerededir acaba? Neden sergiye gelmeye teşrif
etmediler?”
“O…” derken yutkunarak Gürcan’a baktı. Sonra bakışlarını tekrar kadına çevirdi
ve “Öldü,” adında bir yalan fısıldadı.
Ölmesini dilemek istedim.
Gürcan ve Şule, Okyanus’a şaşırmış şekilde bakarlarken, Okyanus gözlerin sessiz
işkencesine, dayanmak adına eteğinin ucunu sıkıca tutmuş, avuçluyordu. İlk
avutma Şule’den gelmişti, elini tutuyordu. Sonraki adımını Gürcan, yaptı;
omzunu sıvazlıyordu. İçi biraz olsun rahatlamıştı, Okyanus’un.
"Öyle mi? Bilmiyordum. Başınız sağ olsun,” dediğinde başını sallamakla
yetindi ilk yalanın kızı.
“Adını verdiniz mi resme?" diye sordu kadın ve Okyanus’a düşünmek için
zaman vermişti. Ancak, bir yalan daha diyemeden;
“Okyanus’un 150. Tonu!” diye şakırdadı Şule. Kol dürtme sırası, Okyanus’a
geçmişti; Şule ise buna aldırmıyor, dürtmemesi için elini daha çok sıkıyordu.
“Bizzat bizim Okyanus’un adına verilmiş bir tonlamayla yapıldı bu resim. Ne
kadar tatlı öyle değil mi?”
Okyanus, hüzünle başını eğmişti. Ona göre bu ton ismi, tatlı değildi. İşkence
vericiydi.
“Öyle elbette. Çok tatlı görünüyor,” dedi kadın. Mavi gözlerini başını eğmiş
olan Okyanus’a çevirirken beklenti doluydu. “Acaba tablo hakkında daha fazla
konuşmak için sergiden sonra sizinle bir yemek yiyebilir miyiz?”
Şule bir kez daha Okyanus’u kolundan dürtmüş, düşünce selinden uyandırmıştı.
Okyanus, kadının ne dediğini duyamamıştı ama ona sormadan,
“Tabii ki,” diye cevap vererek teklifini kabul etmiş oldu.
“Biz iki dakika biz ikimiz bir şey konuşacağız,” dedi Şule. Okyanus’un
arkasından dolanarak, Gürcan’ın yanına geldi ve onun kolundan tuttu. Gürcan,
şaşırmıştı onun hareketine ancak karşı çıkmamıştı.
“Nereye gidiyorsunuz?” diye sordu, Okyanus.
“Çok sürmez tatlım. Sen serginin keyfine bak.”
Gürcan’ı yanına alarak, Şule sergi salonundan uzaklaşırken; Okyanus, resim için
kızın gözlerinin içine bakan kadınla kalabalığın ortasında yalnız kalmıştı.