Tercih
edilen görüşe göre tam adı “Kitâbu Fasli’l-Makâl ve Takrîru mâ beyne’ş-Şerîa ve’l-Hikme
mine’l-İttisâl” olan ve kısa adıyla “Faslu'l Makâl” olarak şöhret bulan eser,
takriben h.575/m.1179-80 tarihinde Ebu’l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b.
Rüşd tarafından kaleme alınmıştır.
Eser'in
Arapça nüshaları ilk iki asırda elden ele dolaşmış; daha sonraki birkaç asırda
İbranice çevirileri revaç bulmuş ise de sonraki asırlarda unutulup gitmiştir. Eseri
asrımıza yakın neşreden ilk bilim adamı M. J. Müller’dir. Müller, Faslu'l Makâl’i
Escurial kütüphanesindeki h.724/m.1323-24 tarihinde istinsah edilen yazmaya
dayanarak, 1859’da neşretmiştir. Sonra eser, farklı zaman ve mekânlarda başka
kişiler tarafından da neşredilmiştir.[1]
Aslen
felsefeyi kötüleyenlere karşı bir reddiye niteliğinde olan bu eserde, felsefenin
din karşısındaki durumu ve hükmü irdelenmiş, ayetler ışığında felsefenin
dindeki yeri açıklanmaya çalışılmıştır. Devrinin fıkıh alanında yetkin şahsiyetlerinden
biri olan İbni Rüşd, bu eserde yer yer felsefe ile fıkıh ilmi arasında
karşılaştırmalar yapmaktadır. Onun felsefe ile birlikte şer’î ilimlere vâkıf
oluşu, olaylara çift pencereden bakmasını sağlamış; dolayısıyla o, bazı
âlimlerce -özellikle de Gazali tarafından- eleştirilen felsefî konuları
objektif bir bakış açısıyla değerlendirme imkânı bulmuştur.
Eserin
başında, felsefenin konusu olan varlığın bilgisinin dinde farz olduğu kanısını,
ayetler ile ispatlayan İbni Rüşd, daha sonra bu ilmin gayrı-müslimlerden alınıp
alınamayacağının cevâzı üzerinde durmuştur. O, “İlim Çin'de bile olsa, onu
arayınız ve tahlil ediniz.” hadisini kendisine düstur edinerek, felsefenin
Müslüman olan ile olmayan alimlerden öğrenilmesi arasında herhangi bir fark
olmadığını dile getirmiştir.
Sonra
şeriattaki nassları tasdik etme şekillerinden bahsetmiş, akabinde de akıl ile naklin
çelişemeyeceğini anlatmaya çalışmıştır. Zahirî manası üzerinde burhânî bir
kıyas yapılarak te’vil edilmeyi iktizâ eden nassları yorumlayan filozofların
tekfir edilişinin sebebini icmâya muhalefet etmelerine dayandıran İbni Rüşd, hakikatte
nazarî meselelerde icmânın varlığından söz edilemeyeceğini ifade ederek
filozofları kurtarmaya çalışmaktadır.
Daha
sonra Gazali'nin filozofları tekfîr ettiği üç meseleyi -ki bunlar: Âlemin
kıdemi, Allah'ın cüziyyât hakkındaki bilgisi, cesetlerin haşrı meselesidir- ele
alarak; Gazali'nin hatâya düştüğünü beyan etmektedir.
Te’vîlin
hangi konuları ihtivâ eden ayetlerde yapılıp-yapılamayacağını ve te’vil
yapmanın kimlere caiz olup-olmadığını ele alan İbn Rüşd, bundan sonra dinî ve
dünyevî ilimlerin kısımlarını anlatmaya geçmektedir. Bu bölümde de aynı konu
üzerine yoğunlaşan İbni Rüşd’e göre, burhan kullanarak te’vil yapmaya kâbil
olmayanların yaptığı hatalı te’viller ile sıradan halka açıklanan bâtıni
yorumlar mezhepleri doğurmuş; mezhepler ise Müslümanlar arasında çekişme, bölünme
ve ayrışmalara yol açmıştır.
İbn
Rüşd, esere sonradan eklediği ez-Zamîme kısmında; filozofların tekfir edildiği
üç meseleden biri olan “Allah'ın cüziyyât hakkındaki bilgisi” konusunu -anlaşılması
güç bir mesele olduğundan dolayı- yeniden ele alma ihtiyacı hissetmiştir. Bu
konuda suçlanan filozofların yanlış anlaşıldığı üzerinde dururken, kelamcıları
ağır bir dille eleştirmeyi ihmal etmemiştir. Ona göre asıl tekfir edilmeye
müstehak olanlar, te’vili ifşâ ederek, toplumu ifsâd eden kelamcılardır.
Felsefe
varlıkları inceleyerek, varlığın hakiki bilgisine ulaşmayı kendisine amaç edinmekle
bütün âlemin yegâne sebebi olan Yaratıcının varlığına delil teşkil eden bir
ilimdir. Dolayısıyla dinde haram olması ihtimal dâhilinde bile değildir. Hz.
Allah, bir çok ayet-i kerimede kullarına nazar etmeyi yani varlıkları inceleyerek
onlar üzerinde düşünme, akıl yürütme ve çıkarımlarda bulunmayı emretmektedir. Bu
ayetlerden bazıları şunlardır:
1. “Ey basiret sahipleri, îtibâr ediniz (ibret alınız, düşününüz,
kıyas ediniz).” (Haşr 59/2.)
2. “Develere bakmıyorlar mı? Nasıl yaratıldı? Semâlara bakıp
düşünmüyorlar mı? Nasıl yükseltildi?” (Gaşiye
88/16-17.)
3. “Arz ve semâların yaratılışı üzerinde düşünmüyorlar mı?” (Âli
İmran 3/191.)
Bunlar
gibi daha pek çok ayet ile düşünme ve akıl yürütme emredildiğine göre, varlıklar
üzerinde tefekkür ederek Yaratanı tanımaya ve anlamaya çalışmanın hükmü farzdır.
Akıl yürütme yollarının en mükemmeli ise burhâni kıyastır. (Yani kesin öncüllere
dayanarak, kesin sonuçlar çıkarmaya imkan sağlayan akıl yürütmelerdir.)
Bir
fakih, fıkhî kıyas yapmanın gerekliliğine kâni olduğunda, onun çeşitlerini ve
kısımlarını öğrenmesinin gerekliliğine de inanmaktadır. Aynen bunun gibi nazarî
kıyas yapmanın farz olduğuna inanan bir ârifin de, öncelikle bu kıyasın çeşitlerini,
kısımlarını ve şekillerini bilmesi îcâb etmektedir. Yani kıyas yapabilmenin şartı,
kıyasın öncüllerine vâkıf olmaktır. Sanatı öğrenmeden sanat eserinin ne anlama
geldiği anlaşılamaz, sanat eserini anlamadan da sanatçıyı anlamak mümkün
değildir. Bunun gibi; burhânî kıyasın yapılışını bilmeyen, eşyanın mahiyetini
anlayamayacağı gibi, eşyayı anlayamayan da onu vücûda getiren Yaratıcıyı
tanıyamaz.
Gerekliliğine
kanaat getirilen burhânî kıyasları konu alan mantık ilmini, Müslüman ya da
gayrimüslim ilim adamlarından öğrenme arasında herhangi bir fark yoktur. Zira
bu ilim, gerçeğin bilgisine ulaştırma konusunda merdivenin alt basamağını
teşkil eder ve diğer bilimler için bir âlettir. Tıpkı bir âlet olan bıçak,
gayrimüslim bir insandan satın alınmış dahi olsa kesilen kurbanlığın
tezkiyesinin (dinen temiz olmasının) sıhhatine mâni olmadığı gibi, âlet
ilimlerini gayrimüslim olan âlimlerden öğrenmek de bu ilimlerin sıhhatine
herhangi bir halel getirmez.
Bir insanın tek başına bütün ilimleri elde etmesi mümkün
değildir. -Vahiy gelmesi müstesna- bir adam dünyanın en zeki insanı dahi olsa
bütün bilgileri tek başına kendi bünyesinde toplayamaz. Çünkü ilimler zaman
içerisinde birbirleri üzerine inşâ edilir ve belli bir seviyeye ulaşabilir.
Örneğin; Bir insan hiç astronomi ilmi bilmiyor olsa ve ona güneşin dünyadan
150-160 kat daha büyük olduğu söylense, buna asla inanmaz ve bunu tek başına
öğrenmeye ömrü yetmez. Ancak astronomi ilmini bilen bir kişi, bu iddianın
delillerini idrak ettiği için buna anlam verebilir.
Varlıkların
bilgisini içeren felsefenin durumu da bundan farklı değildir. Bir insanın bütün
felsefe konularını elde etmeye ne ömrü ne de zekâsı yeter. Ancak önceki
âlimlerin miras bıraktığı ilmî birikimi öğrenerek, üzerine yeni şeyler
ekleyebilir. Durum böyle olunca önceki filozofların bilgilerinden
yararlanmaktan daha doğal bir şey yoktur. Onların hakka muhâlif olmayan
görüşleri alınarak, onlara teşekkür edilir; hakka muhâlif olan görüşleri
ayıklanarak mâzur görülür ve eleştirilmez. Çünkü onlara hakkı öğreten bir
peygamber gelmediğinden dolayı, bütün çıkarımlarını akıllarıyla yapmışlardır ve
insan aklı hatâya düşebilir.
Şeriatin
emrettiği düşünme, inceleme ve çıkarsamalarda bulunma ehliyetine sahip olmanın
iki şartı vardır: 1) Doğuştan zekî olmak 2) Şerâitin istediği şekilde adalet,
dürüstlük ve ahlakî fazîlete sahip olmak. Bu iki özelliğe sahip olarak kıyas ehliyetini
elde etmiş insanları, düşünmekten ve kıyas yapmaktan alıkoymaya çalışanlar,
şeriatin emrettiği bir kapıyı kapatmaya çalışıyor demektir. Bu kapı, “düşünce
kapısı”dır.
(Bir
kasa sağlam meyvenin içinde çürükler olabileceği gibi) Felsefe yapan insanlar
arasında bozuk îtikatlı kimselerin olması gayet doğal bir durumdur. Bu insanlar
ya yaratılışlarındaki zeka eksikliğinden kaynaklı olarak bazı hususları yanlış
anlayıp yanlış yorumlamış, ya nefsânî arzularının peşinden koşmuş ya da felsefî
mevzuları kendisinden öğrenecek yetkin bir üstad bulamamış olduklarından dolayı
hatâya düşmüş olabilirler; ya da bütün bunların hepsi birden hatalı
davranışların sebebi olabilir. Ancak onlar sapkınlıklara düştü diye özünde
faydalı olan hattâ şeriatın emretmiş olduğu bir ilim olan felsefeyi, kökten
koparıp atmak insafsızlıktan başka bir şey değildir. Felsefeye sonradan ârız olan
bu gibi bozukluklar, bu ilmin zatından değildir. Zâtı itibariyle faydalı olan
bir şey, sonradan ârız olan bir zarar sebebiyle terk edilemez. Zira bütün
ilimlerde aynı durum söz konusudur.
Şeriat,
bizi Yüce Allah'ın ve onun yarattıklarının bilgisini elde etmeye ve bu
bilgileri tasdik etmeye davet etmektedir. Ancak her insanın tabiatı gereği
kavrama ve anlama kabiliyeti birbirinden farklı olduğu için, şeriatte üç yoldan
herhangi biri ile tasdik caiz görülmüştür. Bu yollar şunlardır:
1.
Burhan ile tasdik. (Buna ancak burhan ehli olanlar yani
ârifler/filozoflar kâbildir.)
2.
Cedelî sözler ile tasdik. (Bu yol kelamcıların izlediği
yoldur.
3.
Hatâbî yol ile tasdik. (Bu yol sıradan halkın anlayabileceği
bir yoldur; dolayısıyla en umûmi olan yol budur.)
Kur’an-ı Kerim'deki meseleler bu üç yol ile tasdik edilmeye
müsait bir şekilde ifade edilmiştir ki; bu durum Kur’an’ın îcâzını ortaya koyar.
Bu üç yoldan herhangi biri ile tasdikinin caiz olduğu şu ayetten
anlaşılmaktadır: “Rabbinin yoluna hikmetle (burhan), güzel öğüt ile (hatâbe) ve
en güzel mücâdele biçimi ile (cedel) davet et.” (İsra 16-125)
Şeriat haktır, hikmet de halktır; hak hakka zıt olmaz, ancak
delil olabilir. Burhana ve delile dayalı bir düşünce ile varlık hakkında bir
sonuca ulaşılırsa, iki durum ile karşılaşılır: Bu varlığın bilgisi konusunda ya
şeriat sükût etmiştir veya o varlığı tarif etmiştir. Sükut ettiyse ortada bir
problem yoktur. Eğer o varlık hakkında şeriat bilgi vermiş ise burhan ile elde
edilen bilgi, nassların zahirî manasına ya uygun olur veya muhalif olur. Eğer
uygun olursa yine bir problemin varlığı söz konusu değildir. Eğer muhâlif olursa
bu ayeti kurallara uygun bir şekilde te’vil yapmak gerekir.
Aslında şeriat, burhanla çelişmez. Bir nass ile burhan çelişiyormuş
gibi gözükse dahi o nassın te’vil edildikten sonra ifade ettiği anlam, başka
bir nassın zahirinde ifade edilmiş olabilir.
Bazı ayetlerin anlamı kapalıdır ve anlaşılması için te’vil edilmeleri
gerekmektedir. Şeriatin bu şekilde hem zâhir hem de bâtınının oluşu, tasdik konusunda
insanların yaradılışlarındaki farklılıklardan kaynaklanmaktadır. Şu ayet bu meseleyi
ifade etmektedir: “Kitab’ı sana indiren O’dur, Kur'an'daki ayetlerin bir kısmı
muhkemdir. Bunlar Kur'an'ın esasıdır, diğer kısmı ise müteşâbihtir (yetkili
âlimlerce te’vil edilir niteliktedir). Müteşâbih olan ayetlerin te’vilini bir
Allah bilir, bir de ‘ona iman ettik, hepsi de Allah'ın nezdindedir’ diyen, ilimde
râsih olanlar bilir.” (Ali İmran 3/7.)
Müslümanlar, bazı nassların zâhirî manalarının -olduğu gibi-
alınması, bazılarının ise te’vil edilmesi konusunda hemfikirdirler. Ancak
hangilerinde te’vil caiz olduğu hususunda ihtilaflar vâki olmuştur. Bazılarına
göre zâhiri ile amel edilmesi konusunda icmâ vâki olan bir nassta te’vil yapmak
caiz değildir. Bu nedenle buralarda te’vil yaparak icmâyı delenler, küfre düşmüş
olurlar. Ancak bu görüş eksik ve hatalı bir görüştür. Doğrusu ise şudur: Eğer
bir konuda vâki olan icmâ, yakîn ve kesinlik ifade ediyorsa, orada te’vil
yapılmaz. Ancak icmâ zannîyse ve ayet te’vil gerektiriyorsa, orada burhan ehli
için te’vil yapmak farz olur. Zaten hiçbir zaman nazarî konulardaki icmâ,
kesinlik ifade etmez; hattâ varlığından söz etmek bile zordur.
İcmânın vukûu için 4 şartın mevcut olması gerekmektedir:
1.
İcmâ yapılan asrın sınırlarının belli olması.
2.
O asırda yaşayan bütün âlimlerin sayılarının ve
şahsiyetlerinin bilinmesi.
3.
Her âlimin mezhebinin ve tuttuğu yolun tevâtür yoluyla
bilinmesi.
4.
Bu âlimlerin hepsinin, şeriatte zâhir-bâtın ne olursa olsun
hiçbir bilginin gizli tutulmaması gerektiğine inanması.
İcmânın bu sayılan şartları taşıması zordur. İlk üç şart
sağlanmış bile olsa, dördüncü şart nazârî konularda mümkün değildir. Çünkü
bilindiği üzere önceki alimler arasında, her ilmin herkese söylenemeyeceği,
halkın anlayabilmeleri için onlara seviyelerine uygun bir şekilde konuşmak
gerektiği düşüncesi yaygındır. Bu sebeple aklî meseleleri halka açıklamaktan
çekilmişlerdir. Ancak durum amelî hususlarda böyle değildir. Çünkü âlimler.
amelî meselelerin gizlenmeyip herkese anlatılması gerektiğine kânî olmuşlardır.
Dolayısıyla amelî meselelerde icmânın varlığından söz etmek mümkündür.
Netice olarak nazarî konularda
icmâ mümkün olmadığına göre burhan ehlini, “te’vil yaparak icmâyı deldiler”
gerekçesiyle tekfir etmek son derece anlamsızdır.
Gazâlî
filozofları 3 konuda tekfir etmiştir:
Gazâlîye
göre bu üç konuda filozofların küfre düşmüş olması muhtemel olsa da kesin
değildir. Çünkü bizzat kendisi Kitâbu’t-Tefrika’sında, icmâyı delmek sûreti ile
yapılan tekfirin ihtimal mahiyetinde olduğunu ifade etmektedir.
Gazâlî,
meşşâî filozoflarının “Allah cüziyâtı bilmez.” şeklindeki sözlerini yanlış
anlayarak, onları tekfir etse de; filozofların burada kastettiği anlam
farklıdır. Filozoflar burada “Allah cüziyâtı bizim bildiğimiz biçimde bilmez.”
anlamını kastetmektedirler. Çünkü Allah'ın bilgisi ile kulun bilgisi birbirinden
farklıdır. Allah'ın bilgisi, eşya vücûda gelmeden önce mevcuttur yani varlık
Allah'ın bilgisinin neticesidir. Allah'ın bilgisi varlığın sebebi ve illetidir.
Ancak kulun bilgisi, eşyanın vücudundan sonra vâki olur, eşyanın değişmesi ile
değişir, yani varlığın illeti değil, ma’lûlüdür.
İllet
olan bir bilgi ile ma’lul olan bilgiyi kıyas etmek son derece anlamsızdır.
Dolayısıyla Allah'ın ilmi, küllî ya da cüz’î diye nitelenmekten münezzehtir. Bu
konuda meşşâîleri tekfir etmek ya da etmemek bir anlam ifade etmez.
Gazâli'nin
filozofları tekfir ettiği diğer bir nokta ise âlemin kıdemi meselesidir.
Filozoflar ve kelamcılar varlığı üç kısma ayırmaktadırlar:
Dolayısıyla
üçüncü varlık, hem kadîm varlığa hem de hâdis varlığa benzemektedir.
Kelamcılara göre hâdis varlığa daha fazla benzediği için, bu varlığı “hâdis”
olarak; filozoflara göre kadîm varlığa daha çok benzediği için “kadîm” olarak
isimlendirmek daha uygundur. Buradaki ihtilaf yalnızca isimlendirme
farklılığından kaynaklanmaktadır. Yoksa filozoflarla kelamcıların bu konuda
söylediği şeyler birbirine çok uzak değildir. Görüşler arasındaki ufak ayrılıklardan
kaynaklanan isimlendirme farklılığı sebebiyle, bazıları tarafından bu iki görüş,
iki ayrı uç noktaymış gibi algılanarak ihtilaf konusu haline getirilmiş ve
durum karşıt görüşü benimseyenleri tekfir etmeye kadar gitmiştir.
Sünnî
kelamcılarda “Âlem yoktan var edilmiştir” görüşü hâkim iken, filozoflara göre
“Âlem heyûla denilen şekilsiz ve biçimsiz, kadîm bir varlıktan yaratılmıştır”.
Bu konuda kelamcıların görüşü ayetlerin zâhiri ile çelişmektedir. Zira Allah,
Hud sûresinin yedinci ayetinde âlemi, 6 günde yarattığından ve arzın su üstünde
olduğundan bahsetmektedir. Dolayısıyla bu ayetteki “6 gün” ve “su”
ifadelerinden yer ve gök yaratılmadan evvel “zaman” ve “madde”nin var olduğu
anlaşılmaktadır. Kelamcıların delil olarak kullandığı “Allah vardı, O’nunla
beraber hiçbir şey yoktu” hadisi ise aslı olmayan bir rivayetten ibarettir.
Anlaşılması
zor olan bu meselenin yorumunda hataya düşenler için bir sevap, isâbet edenler
için iki sevap vardır. Zira Peygamber Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Hakim ictihad
eder de isabet ederse iki ecir, eğer hatâ ederse bir ecir alır.” Ancak kıyas ehliyetine
sahip olmayanların, bu gibi mevzuları te’vil etmeye çalışması ve hatâya düşmesi
günahtır ve mazur görülemez. Tıpkı doktor olmayan bir kimsenin hastayı ameliyat
etmeye kalkışarak, hatâya düşmesi mazur görülmediği gibi.
Hatâ
iki kısımdır:
Nassları
üçe ayırmak mümkündür:
Ahiretteki
haşr ile cezâ ve mükafata inanmak birinci kısma girerken, bunların mâhiyeti ile
ilgili diğer hususlar üçüncü kısmın konusunu teşkil eder. Bu konuda Selefiler
te’vili caiz görmezken, Eş’ârîler biraz te’vil yapmışlar, Mutezile ise te’vili
artırmıştır. Gazâli ise önce cismânî haşrı inkâr ettikleri için İslam
filozoflarını tekfir etmiş, daha sonra kendisi de filozoflarla aynı kanaate
ulaşarak bu konuda te’vil yapmıştır.
İlim
ehli olmayanların te’vil yapması caiz olmadığı gibi; yapılan te’vili, te’vil
ehliyetine hâiz olmayanlara ifşâ etmek de caiz değildir. Çünkü onlar, te’vil kendilerine
sunulduğu vakit, ayeti zahiri üzerine almayı bırakırlar, bâtınî manasını
anlamaya da muktedir olamazlar. Dolayısıyla küfre doğru sürüklenmeye başlarlar.
Onlara te’vili anlatmak, küfre davet etmekten başka bir şey değildir. Küfre
davet etmek ise küfürdür. Halk, te’vil edilen ayetleri, ancak hatâbî ve cedelî tavsiyeler
ile anlayabilir.
Gazâli,
halka hitap eden eserlerinde te’vili ifşâ ederek, fesada yol açmıştır. Zira te’vili
anlamayan halk, şeriati kusurlu bulmuş veya felsefeyi kötülemiştir ya da her
ikisini birlikte yapmıştır. Ayrıca Gazâli, filozoflara geniş bir açıdan
saldırmıştır. Çünkü o, kelamcılarla kelamcı, sûfîler ile sûfî, filozoflarla
filozof olmuştur.
Halkın
önderleri, halka felsefe ve te’vili anlatan kitapları yasaklanmalıdır.
Özellikle Gazali’nin eserleri okutulmamalıdır. Böylece halkı inkardan
kurtarmalı, bu tür kitaplar ancak zeki, dürüst, istidatlı ve te’vil ehliyetine
sahip olan burhan ehli tarafından okunmalıdır.
Şeriatın
maksadı, insanlara hak olan bilgiyi ve hak olan ameli öğretmektir. Hak olan bilgi,
yaratıcıyı ve yaratılanları olduğu gibi bilmek, şeriati doğru bir şekilde
öğrenmek, ahiretteki mutluluk ve bedbahtlığı tanımaktır. Hak olan amel,
mutluluğa kavuşturacak fiilleri yerine getirip, ahirette cezayı gerektiren
fiilleri terketmektir. Bu fiilleri tanımaya “amelî ilim” denir. Amelî ilim iki
kısımdır:
Şeriatin
amacı, doğru olan ilmi ve ameli öğretmek ve kavratmaktır. Bu kavrayış tasavvur
ve tasdik yolları ile mümkündür. Şeriat, bu yolların hepsini kapsamakla
umûmîdir, yani herkes tabiatine göre bir yol tercih ederek aynı sonuca ulaşır.
Halkın çoğunluğuna farz olan, hatâbe yoluyla tasdiktir. Halk için te’vili
mümkün olmayan zahir nasslar konusunda halka: “ Bu müteşâbihtir, te’vilini
Allah’tan başkası bilmez.” demek lâzımdır.
Bir
doktorun tedavi konusundaki bütün bilgileri sıradan halka öğretmesi mümkün
değilse, burhan ehlinin burhânî bilgileri halka kavratması da mümkün değildir.
Çünkü şeriat ile birbirine benzemektedir. Tıp insanların bedenî hastalıklarını tedavi
ederek, bedeni sağlığına kavuşturmayı amaç edinir; şeriat ise kalbî
hastalıkları tedavi ederek, kalbi sağlığa kavuşturmayı amaçlar. Buradaki
sağlıktan maksat, “takvâ”dır. Pek çok ayette şeriatin nihâî gayesinin takvâya
ulaştırmak olduğu ifade edilmektedir. Ahiretteki mutluk, takvânın sonucudur.
Te’vil,
Allah’ın ilimde râsih olan kullarına yüklediği bir emanettir. Bu emaneti
herkese ifşâ etmek, mezhepleri doğurmuştur. Mezhepler ise halkı bölerek; kin,
nefret, husumet ve savaş gibi olguları beraberinde getirmiştir.
Eş’ârîler,
kendi kitaplarında Allah'ın varlığını açıkladıkları yolların dışında bir yolu
tercih edenleri kâfir saymışlardır. Böylece kendileri küfre düşmüşlerdir. Zira
onlar, şeriatin mübah gördüğü diğer yolları, teke indirgemeye çalışmışlardır.
Oysaki şeriati öğretmek için Kur'an'da zikredilen yolların dışında daha iyi bir
yol yoktur. Bid’atlerin çoğalmasının sebebi, Eş’ariye ve Mutezilenin yapmış
olduğu te’villerdir.
Allah'ın
ilminin kadîm ve ezelî oluşu, anlaşılması güç bir meseledir. Allah'ın ilminin eşyaya
teallukunun ne şekilde olduğu düşünüldüğünde akla şöyle bir soru gelmektedir:
“Eşya var olduktan sonra, var olmadan önceki hali ile yani Allah'ın eşya
hakkındaki bilgisi ile aynı mıdır yoksa değişmiş midir?”
Eğer
“Eşyanın mevcut hali, vücuda gelmeden önceki durumu ile yani Allah'ın bilgisi
ile aynı değildir” dersek, Allah'ın bilgisinde bir değişiklik olduğunu ifade
etmiş ve ona bir eksiklik izafe etmiş oluruz, bu ise imkânsızdır. Eğer “Aynıdır”
dersek mevcut ile yokluk aynı şey demiş oluruz. Bu da muhaldir. O halde bu
sorunun yanıtı şudur: “Allah açısından bakıldığında, Allah'ın eşya hakkındaki
bilgisi, eşya var olduktan sonraki bilgisinden farklı değildir. Eşya açısından
durumuna bakıldığında ise, eşya mevcut olduktan sonra, vücuda gelmeden önceki
durumu ile aynı değildir. Zira edem (yokluk) vücut bulmuştur ve varlık ile
yokluk birbirinden farklı şeylerdir.”
Allah'ın
ilmi, varlığın sebebidir. Bir şey, Allah bildiği için vardır; var olduğu için
Allah biliyor değildir. Dolayısıyla Allah'ın bilgisi illet, eşya ise ma’lûldür.
Ancak bizim için durum tam tersidir, biz bir şey var olduğu için bilebiliriz.
Dolayısıyla insanın bilgisi, eşyanın ma’lûludür, eşya ise illettir.
Allah'ın
bilgisi ile kulun bilgisi farklı olduğuna göre, ikisini kıyaslamak anlamsızdır.
Filozoflar Allah’ın cüziyâtı bilmediğini söylereken “Bizim bildiğimiz şekilde
bilmez.” demeyi kastetmişlerdir. Zira onların Allah'ın ilmini inkar ettiğini
söylemek, iftiradan başka bir şey değildir. Çünkü onlar sâdık rüya, vahiy ve
ilham gibi şeyleri, Allah'ın kullarına verdiği bilgiler olarak kabul
etmektedirler. Allah'ın bilgisini inkar eden bir insan, onun bilgi
verebileceğine inanmaz. Dolayısıyla Gazâli, bu konuda filozofları suçlayarak
hatayı düşmüştür.
İbni
Rüşd, filozofları Gazali'nin tenkitlerine karşı savunmak için, te’vilin
mahiyetini açıklayarak, filozofların tekfire konu olan görüşlerini detaylıca ele
almıştır. Dolayısıyla felsefenin din karşısındaki hükmünü beyan etme gereği
hissetmiştir. Ona göre din ile felsefe kardeştir ve çelişmez. Felsefenin
dindeki yeri konusundaki kanaatimiz, -önceden olduğu gibi- İbni Rüşd ile aynı
doğrultudadır.
Te’vilin
sıradan halka açıklanmasının uygun olmayışı konusunda da İbn Rüşd’ün
görüşlerine katılmaktayız. Eseri okumadan evvelki kanaatimiz de bu yönde idi.
İbn Rüşd'ün “İslamın ilk asırlarında te’vil, halka açıklanmadığı için, halkın
imanının daha kuvvetli iken; ilerleyen dönemlerde te’vil, bütün insanlara açıklanmaya
başlayınca, halkın imanının zayıfladığı, ayrışmaların meydana gelerek
mezhepleri oluşturduğu” tesbiti son derece isabetlidir. Bize göre de te’vilin herkes
tarafından anlaşılamaması durumunda, şeriatteki konular hakkında şüpheye düşmek
kaçınılmazdır. Ancak burada İbni Rüşd'ün te’vili açıklayanlara karşı takındığı
aşırı tavır pek tasvip edilir tarzda değildir. O, böyle kimseleri küfür ile
suçlayarak, muhatabını eleştirdiği bir konuda (âlimleri tekfir etme konusunda) aynı
şeyi kendisi yapmaktadır.
Gazâlînin
filozofları tekfir etmesine gelince; onun tekfiri, mutlak bir tekfir olmayıp
ihtimal dahilindedir. İbn Rüşd de onun tekfirinin bu nitelikte olduğunu kabul
etmektedir. Ancak yine de İbn Rüşd’ün Gazâlî’ye yönelttiği eleştiriler çok
acımasızdır. O, Gazali’yi başka bir konuda (te’vili açıkladığı konusunda)
tekfir etmiştir.
Gazâli,
Faysalu’t-Tefrika’sının sonunda, tekfir edenlerin durumu hakkında şöyle
demektedir: “Muhatabın, Hz. Peygamberi tasdik ettiğini yakînen bildikten sonra
onu tekfîr eden kâfir olur. Fakat karşısındakinin Hz. Peygamberi tekzip
ettiğini (yalanladığını) zannettiği için tekfîr ederse; bu onun tekzipçi
sandığı, fakat aslında böyle olmayan muayyen bir şahıs hakkında hüküm verirken
yaptığı bir hata sayılır. Çünkü bir şahıs, tekzipçi ve kâfir sanıldığı halde
böyle olmayabilir. Bu takdirde onu tekfir eden kafir olmaz.”[2] Gazali kendisi de üç mevzu
hakkında, peygamberin şerâitini tekzip ettiklerini zannettiğinden dolayı,
filozofları küfre nisbet etmek ile hataya düşmüştür. Fakat tekfir ettiği için
küfre düşmüş değildir.
Gazâlî’nin,
Allah’ın cüziyâtı bilmediğini söyleyen filozofların kastını anlayamamış olması
normaldir. Çünkü bu söz, ilk bakışta Allah’ın ilmini inkâr gibi gözükmektedir.
Biz de bu kitabı okumadan evvel bunun böyle olduğunu zannederek, Gazâlî ile
aynı görüş içerisinde idik. Lâkin İbn Rüşd’ün bu konuyu açık ve net bir şekilde
izah etmiş olmasıyla hataya düştüğümüzün farkına vardık.
Gazali'nin
filozofları tekfirine konu olan diğer bir husus, âlemin ezeliliği meselesidir.
Bu konuda ihtilafa düşülen nokta, âlemden önce “zaman”ın mevcut olup olmamasıdır.
İki taraf da (kelamcılar ve filozoflar) zamanın ebedi olduğu konusunda
hemfikirdir; ancak ezelîliği konusunda ayrılırlar. Kelamcılara göre zaman, sonradan
yaratılmıştır. Filozoflar ise ebedî olan
bir şeyin ezelî olması gerektiğini ifade ederek, zamanın ezelîliğine
hükmederler. Biz burada iki tarafın görüşünden farklı olarak, zamanın ezelî ve
ebedî olamayacağı kanaatindeyiz. Yani bizce zaman, başlangıçlı ve sonludur. Zaman,
beş duyu ile hissedilemeyen soyut bir kavramdır, onun varlığının alameti ise
yaşlanma ve eskimedir. Bu dünyada tüm nesneler eskiyerek, canlılar ise yaşlanarak
yok olmaya mahkumdurlar. Bu ise zamanın var olduğunun göstergesidir. Ahiretteki
varlıkların sonsuzluğu, zamanın ahirette son bulacağı anlamına gelmektedir. Zira
eskime, yaşlanma ve ölüm yoksa zaman da yoktur. Dolayısıyla zaman sonludur ve
sonlu olan bir şey ezelî olamaz.
İbn
Rüşd, zamanın ezeliliğine delil olarak, “yerin ve göğün 6 günde yaradılışı”
ayetini göstermektedir. Ancak bizim kanaatimize göre zamanın âlemden önce
mevcut olması, ezelî olduğu anlamına gelmez. Önce zaman, sonra âlem yaratılmış
olabilir; açıkça ifade edilmedikçe kesin olarak neyin doğru olduğunu kimse
bilemez. Âlemden önceki “su” ve “duman” gibi maddelerin mevcut olması konusunda
da durum aynıdır.
Filozofların
Gazâli tarafından tekfir edilmesine sebep olan üçüncü husus; ahireteki cismânî
haşrı inkâr etmeleridir. Filozoflara göre haşr ruhânî olacaktır. Bu gibi
konularda zahiri üzere anlaşılmayı zorunlu kılan bir nass olmadığından dolayı
te’vil yapmak caizdir. Bizim kanaatimiz de bu yöndedir.
Sonuç
olarak, te’vile ihtiyaç duyulan nasslarda yapılan yorumlar, birbirinden farklı
olabilir. Çünkü herkesin bakış açısı ve durumları değerlendirmesi birbirinden
farklıdır. Bu sebeple zahiri manası şeriatte kesin olarak bilinemeyen bir
mesele hakkındaki te’vili, kendi görüşüne muhâlif oluğu için tekfir etmek
hatalı bir davranıştır. Kanaatimize göre -te’vil caiz olsa da- en ihtiyatlı
yol, mümkün mertebe te’vilden sakınmaktır. Çünkü bir insanın -ilâhî bir bilgi gelmedikçe-
yaptığı bütün çıkarımlar zannîdir. Örneğin; Allah'ın ilminin mahiyetini
kavramaktan aciz olduğumuz aşikârdır. Nasıl bir akıl yürütme yaparsak yapalım,
asla bu çıkarım kesinlik ifade etmez. Âlemin ezelîliği konusunda da durumumuz
aynıdır. Zira Allah alemi yaratırken onun yanında değildik, onun bu konuda bize
bildirdiğinden fazlasını bilmemiz imkansızdır. Zaten bu meseleyi bilmek veya
bilmemek de bizim için çok gerekli bir husus değildir. Çünkü şeriatin amacı
takvaya ulaşmamızı sağlayarak, ahiret mutluluğuna eriştirmektir. Âlemin kadîm
ya da hâdis olduğu bilmek, bizim takvâmızda herhangi bir değişikliğe yol açacak
değildir. Zaten bu gibi meseleler bizim için önemli olsaydı Allah, bu
meseleleri herkesin anlayacağı şekide ifade ederdi. Ayrıca haşr dediğimiz şey
de henüz gerçekleşmiş bir olay değildir, biz onun ne şekilde meydana geleceğini
ancak ahirette haşr olunduktan sonra hakka’l-yakîn olarak anlayabileceğiz.