Geldiğinin dördüncü günü hem şehri dolaştı hem de dilendi. Hava karardığında ise gecelediği parktan çok uzakta olduğunu anladı. Kenar mahallelerden birindeydi. Yollar bozuk, evler gecekonduydu. Terkedilmiş bir ev aradı gece kalmak için. Yarısı yıkılmış, diğer yarısı da yıkıldı yıkılacak olan ahşap bir ev gördü. Kapısı açık küçük bir bahçesi de vardı bu evin. Çünkü menteşeleri koptuğu için kapı bir kenara konulmuştu, paslı bahçe kapısının yanından moloz ve tahtaların üzerinden atlayarak evin sağlam tarafına dığru yöneldiğinde içeriden cılız bir ışığın titrediğini fark etti. Işığa doğru yürüdü. Kapısı olmayan bir odaya girdi. Yerde bir sahanın içinde yanan mumun ışığının arkasında, görünüşü kendinden de kötü olan bir adam vardı. Bu, burayı mekan tutmuş olan bir ayyaştı.
Adam uzanmış yatıyor muydu yoksa oturuyor muydu, belli değildi. Adamın el salladığını, onu yanına çağırdığını gördü. Gitti. Oturdu. Hiç konuşmadılar. Konuşacak neleri vardı ki... Böylesi daha iyiydi.
Ayyaş, bir ara eliyle bir yerleri karıştırıp kocaman bir şişe şarap çıkardı. Üzerindeki tapayı attı, şişeyi kafasına dikti. Ona da ikram etmeden yapamadı. O da içti. Şişe bitinceye kadar bir fırt adam, bir fırt da o çektiler. Yattılar. Ayyaş, bu gece her zamankindan daha dar bir alanda uyumak zorunda kalmıştı. Çünkü misafire de yer açması gerekmişti. O nedenle söndürmeyi akıl edemediği muma oldukça yakınlaşmıştı. Üstelik sabaha yakın bir zamanda, sağa sola dönerken ayağı muma çarpıp devirmişti.
Sabaha karşı bu gecekondu mahallesi, itfaiye araçlarının siren sesiyle inledi. Mahalledeki yarısı yıkılmış ahşap bir ev yanıyordu. Söndürmek için yalnız itfaiye değil bütün mahalleli seferber olduysa da ev tamamen yandı, geriye sadece bir kül yığını kaldı. Polis ekipleri de olay yerindeydi ve vatandaşlardan içeride insan olup olmadığını öğrenmeye çalışıyorlardı. Kimi vardı, kimi yoktu diyordu...
İfadeler polisi tatmin etmemiş olmalı ki, külleri karıştırmaya başladılar. Mahalleli bir yandan yangını kolay atlattıklarına seviniyor, bir yandan da küller arasından bir şey çıkacak mi diye merak ediyordu. Meraklarının giderilmesi fazla zaman almadı; çünkü bir polis çığlık atarak kendisini birkaç adım geri atınca, ıslak küller arasından bir gövdenin ayağa kalktığı görüldü. Bu gövde elleriyle üzerini silkelemeye çalışıyordu, her tarafından simsiyah sular süzülüyordu.
Daha sonra, ayyaşın yanmış cesedi de bulundu.
Polisler adamı karakola götürüp ifadesini aldılar, üzerinden kimlik çıkmayınca onun kim olduğunu araştırmaya gerek görmediler. Garibanın, dilencinin biri işte. Şanslıymış, mucizevi bir şekilde kurtulmuştu. İtfaiyenin hep aynı yere, onun üzerine doğru su sıkmış olması bu mucizeyi yaratmıştı. Ona yeni giyecekler verip, cebine biraz para koyup, karakoldan gönderdiler.
Adam, karakoldan çıkar çıkmaz yoldan geçen bir otobüse bindi. Nasıl olsa yol masrafını karşılayacak parası vardı. Otobüsün son durağında indiğinde, kendini bir başka şehirde buldu. Burası öncekinden daha büyüktü. Cebinde sadece bugünkü yemek ihtiyacını karşılayacak kadar parası kalmıştı.
Bu şehirde de bir talihsiz olay daha yaşadı: Kanalizasyona düştü. Kapağı olmayan bir kanalizasyona düştü. Daha doğrusu kanalizasyonun kapağı önceden tabii ki varmış ama çalınmış. Kelimenin tam anlamıyla bir “Bok adam” oldu. Bereket versin kanalizasyon fazla derin değilmiş de boğulmaktan kurtuldu. Boğazına kadar battı, ama düşme sırasında etrafa saçılan pis su yüzünü ve kafasını da kirletti. Kendi çabasıyla bu pis yerden kurtuldu, kanalizasyonun içinden çıktı. Keşke çıkmasaydı, çıkamasaydı. Çünkü çıkar çıkmaz insanlar tarafından horlandı. Onun bu halini görenler burunlarını kapattılar, yüzlerini ekşittiler, başlarını yan tarafa çevirdiler.
Üzerindeki pislik kokusu metrelerce öteden duyuluyordu. İnsanların ondan kaçmalarını, tiksinmelerini o nedenle doğru buluyordu. Kendi bile kendine karşı o insanların besledikleri duyguların aynısını besliyordu. Yani iğrenç bir varlık olmuştu.
İnsan olmayan bir yer aramalıydı. Neresi olabilirdi insansız bir yer? Şehrin dışına çıktı yürüyerek. Hava çok sıcaktı. O yüzden kısa sürede üzeri kurudu. Islaklık gitmişti ama koku aynı kalmıştı. Tekrar şehre döndü, yiyecek ya da para dilenecekti. Bırakın yiyecek ya da para vermeyi, hiç kimse onu yanına bile yaklaştırmıyordu. Sadece tek bir kişi açık olan avucunun içine bir kâğıt para bırakıp, yanından hızla uzaklaşmıştı. Bu da ona yeterdi. Hiç olmazsa bu para ile yiyecek alabilirdi. Bir büfeye yanaştı, elindeki parayı uzatıp sandviç istedi. Büfedeki adam küfür ederek onu kovdu ve:
-Boklu paran sende kalsın pislik şey. Diyerek bir köpeğe verir gibi uzaktan bir sandviç attı önüne. Sandviçin içindeki peynir ve domates etrafa saçıldı. Yerden bunları toplayıp sandviçin içine koydu ve yedi.
Burada barınamayacağını anlamıştı, tekrar şehrin dışına çıkmak için yürümeye başladı. Daha önceki gidişinde gözünden kaçan mezarlık, bu sefer dikkatini çekti. Geceyi orada geçirip ertesi gün erkenden yayan olarak yola koyuldu.
***
Vakit öğlen olmuştu bile. Yoruldu ve susadı. Seyrekleşen evlerin önünden geçen bir yoldan giderken gördüğü insanlardan su istedi, bunlardan biri eliyle burnunu kapatarak, elli metre ileride bir mahalle çeşmesi olduğunu söyledi. Oraya varınca kana kana su içti, elini yüzünü yıkayıp ferahladı.
Az sonra da kendini tahtadan iki kanatlı büyük bir kapısı olan bir dergâhın önünde buldu. O, buranın ne olduğunu bilmiyordu; açık olan kapıdan içeriye bakınca yerleri taş döşeli geniş bir avlu gördü. Avluda çiçekler, ağaçlar vardı, kulağına kuş cıvıltıları geliyordu. Sağ tarafta kesme taşlardan yapılmış bir türbe, onun hemen yanıbaşında sekiz mezartaşının yer aldığı bakımlı bir mezarlık, mescit ve şadırvan bulunuyordu. Avlunun etrafında sıralanmış çeşitli amaçlar için kullanılan odaları da gördü. Bu odaların aşevi, çilehane, misafirhane, derviş hücreleri, erzak deposu, tilavet odası, çamaşırhane ve hamam olduğunu daha sonra öğrenecekti.
(Devam edecek...)