-Bir düşünür diyor ki: “Eğer deli, delilikte direnseydi; bilge olurdu. “
-Pekiyi bilge, delilikten vazgeçerse ne olur?
**
Dileğim gerçekleşmedi, yani mucize filan yok. Ancak çok önemli bir olay oldu:
Toprak Baba’da bir hareketlenme gözüme ilişti. Dikkatimi ona yönelttim. Oturduğu yerden yavaş hareketlerle kalktı ve kimseye hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp yatakhane binasına doğru yürümeye başladı. Onun bu davranışı; olanları onaylamadığını, bundan sonraki olacaklara da tanıklık etmek istemediğini gösteriyordu. Darbecilere yardım ettiği için çok pişman olmalıydı. O zannetmişti ki yeni bir devlet kurulduğunda tüm kötülükler, haksızlıklar, adaletsizlikler sonlandırılacak ve insanlar özgür, mutlu bir yaşam sürecek. Oysa daha işin başında beklentisinin tam aksi gerçekleşmiş, yeni devletin temellerine insan kanı karıştırılmak istenmişti.
Bu davranışı, İmparator’a göre bir protestoydu, kendisine karşı yapılmış bir hakaretti. Böyle önemli bir günde haber vermeden, izin almadan gitmenin başka bir izahı yoktu. Ona en kısa zamanda bunu ödetecekti. Toprak Baba’nın arkasından nefret dolu gözlerle bakıyordu. İmparator’un bu hali oradakilerin dikkatinden kaçmadı. O anda kötü bir şeyler olabileceği beklentisi içine girenler bile oldu ama İmparator zor da olsa kendini frenlemeyi başardı.
Bodur Onbaşı ölüme doğru ilerliyordu. Bu nasıl bir şeydi böyle? Bir insanın yaşama hakkı, diğer insanlar tarafından alınıyordu. Yüzlerce insan da bunu onaylıyor ve hatta heyecanla izliyordu. Belki de izleyenlerin içinde, bundan haz duyanlar bile vardı!
Bir an Bodur Onbaşı’nın yerine kendimi koydum, yani empati yaptım. Aynı durumda ben olsaydım acaba ne yapardım: İşte karşımda üzerine çıkacağım tabure ve boynuma dolanacak urgan duruyor… Ve dakikalar içinde hayata veda etmek zorunda kalacağım. Bağırır mıydım, isyan eder miydim, tabureye çıkmamak için direnir miydim? Yoksa İmparator’un ayaklarına kapanıp affedilmeyi mi isterdim? Ya urgan boynuma takıldığında ne yapardım? Tek kelimeyle çok korkunçtu… Sorularımın hiçbirine cevap veremiyordum.
Bir elimle kafamı tuttum ve olanca gücümle salladım. Kendimi toparlamam gerekiyordu. Bu ölüme giden yoldan ayrılmalıydım. Zor da olsa kendime döndüm.
Bodur Onbaşı’yı taburenin yanına gelince durdurdular. O da gözlerini açtı. Son bakışlarını fırlattı dünyaya. Ne gördü, ne düşündü? Gördüklerini anlamlandırabildi mi? Sanmam. Bence sadece bakıyordu, ama algılayamıyordu.
Yanındaki adamlar tabureye çıkması için yardım ettiler, sonra da urganı boynuna geçirdiler. Hepimiz ne olacak diye beklemeye başladık…
Bekleyişimiz fazla sürmedi. İmparator hızla yerinden kalktı, öfkeliydi. Bütün gücüyle tabureye öyle bir tekme attı ki… Ön sıralarda bulunan bir güvenlik elemanı başını eğmeseydi tabure ona çarpabilirdi. Bu öfkenin arkasında tabii ki Toprak Baba’nın davranışına duyduğu kızgınlık vardı.
Bodur Onbaşı’nın bedeni urganın ucunda sallanmaya başlayınca içim bir tuhaf oldu. Önce midem ağrıdı, bunun açlıktan olduğunu düşündüysem de canım herhangi bir şey yemek istemiyordu. Sonra kusacağım zannettim. Kusmak istemiyordum. Bunun düşüncesi bile beni rahatsız ediyordu. Kusmukla beraber çıkan asitli suyun yemek borumu, boğazımı hatta ağzımı yakıp kavurmasından nefret ediyordum.
Bodur Onbaşı’nın bedeni sallanırken kalabalık sevinç içindeydi. Alkışlayanlar, bağıranlar, kahkahalarla gülenler, hatta göbek atıp oynayanlar vardı. Garip! Bir yanda bunlar diğer yanda ise halatın ucunda çırpınan bir can… Keşke çabucak ölse de bu çektiği işkence sona erse!
-Sıradakini de asalım! Diye bir ses duyuldu. Buna birkaç kişi de eşlik etti.
İmparator bu isteği duymuştu. Bağıranları eliyle susturup:
-Bugünlük bu kadar eğlence yeter! Sıradakiler daha sonra… Dedi.
Bu adam tam bir cani olmalıydı. “Eğlence” demesi de bunu gösteriyordu. Öldürmekten zevk alan, gözünü kan bürümüş bir cani… Bodur Onbaşı’nın çırpınan bedenine bakarken, İmparator’un alt dudağı biraz kıvrılmış, sol yanağında bir gamze oluşmuştu. Hafif gülümsüyor gibiydi.
Kalabalık birden karıştı. Birkaç güvenlik görevlisi bir hastayı etkisiz hale getirmeye uğraşıyorlardı. Bu arada hastaya tekme, tokat da atıyorlardı. Hasta sesinin çıktığı kadar bağırıyordu:
-Alçaklar, şerefsizler! Hepiniz katilsiniz!
Demek ki olanlara daha fazla tahammül edemeyen biri isyan etmişti. Bunun bedelini çok ağır bir şekilde ödeyecek olmasına rağmen bu tepkiyi gösterebilmişti.
Bağıran kişiyi etkisiz hale getirmek uzun sürmedi. Ellerini kelepçeleyip tecrit bölümüne doğru götürdüler. Ortalık yatıştı. Kalabalık Bodur Onbaşı’yı izlemeye devam etti.
Uzunca bir zaman geçmesine rağmen hâlâ ipin ucundaki beden çırpınıyordu. Tam olarak ne kadar süre geçtiğini bilemem ama sanırım birkaç saat olmuştur. Bu arada ipteki adamın sağ ayağındaki ayakkabı yere düştü. Fark eden oldu mu acaba?
Buradan gitmek, kaçmak istiyordum. Toprak Baba’daki cesaretin azıcığı bende olsaydı isteğimi yerine getirirdim. Benden başka da mutlaka gitmek isteyenler vardı ama korkularından benim gibi bu işkenceyi çekmek zorunda kalıyorlardı. Mecburen İmparator’un iznini bekleyecektik.
Ve nihayet, Bodur Onbaşı’nın çırpınmaları bitti. Son nefesini vermişti, kurtuldu. Buna rağmen tekrar çırpınmaya başlar mı diye bekledim, ama en ufak bir hareket yoktu.
Kalabalığa baktım. Tüm gözler ceset üzerindeydi. Gözlerin çoğu artık ürkek ürkek bakıyordu. Çünkü ölümün soğukluğunu hissetmeye başlamışlardı. Ne oynayan ne de sevinç çığlıkları atan vardı. Derin bir sessizlikle birlikte şiddetli bir korku tüm benlikleri kuşatmıştı. Bodur Onbaşı’nın görüntüsü kolay kolay hafızalardan çıkmayacaktı.
İmparator da, Bodur Onbaşı’nın öldüğüne karar vermiş olmalı ki yerinden kalkıp yürümeye başladı. Hemen onlarca güvenlik elemanı etrafını çevirip korumaya aldı. Kimden mi koruyorlar? Bizden, yani özgür yurttaşlardan… Sanki bizim başkana suikast yapacak bir gücümüz, ondan da önemlisi cesaretimiz varmış gibi!
Hepimiz yemekhaneye yöneldik. Bugün sabah kahvaltısı, öğlen yemeği ve akşam yemeği birleşmişti. Çünkü akşam olmasına az kalmıştı. Sanılır ki bütün gün aç duran bu insanlar yemeklere hücum edecek ve ne varsa silip süpürecek. Tam tersi oldu. Birkaç lokma alıp bırakanların sayısı oldukça fazlaydı. Yemekhanenin her zamankinden çok daha kısa bir süre içinde boşaltılmış olması da yurttaşların iştahlarının kaçtığını gösteriyordu.
Odama koştum. Yatağa üzerimi değiştirmeden uzandım. Zor bir gece beni bekliyordu. Her şeyi unutup gözlerimi kapayıp, karanlığın içinde kaybolup uyumak istiyordum.
Bu amaçla biraz sonra elbiselerimi çıkarıp pijamamı giydim. Yattım ama sanki yatak da yastık da bana batıyordu. Sağa dön, sola dön, tavana bak, duvarlara bak, dışarıdan bir ses duymak için kulak kabart… Ya uyku? Yok, yok… Ne zaman gözlerimi kapatsam hemen darağacında sallanan bir insan görüntüsü karşıma çıkıyordu. Ah bir sabah olsa, bir sabah olsa!
Biz cennete gitmek için yola çıkmıştık. Bu yolculuğun sonunda, uzaktan çok güzel görünen bir yere geldik. Önceleri anlamadık ama meğerse bu görüntü bir serapmış. Çünkü daha sonra bir de baktık ki cehennem ateşinin içinde yanıyoruz. Burada pis pis sırıtan zebaniler vardı ve bunlar bize, buranın cennet olduğu yalanını söylüyorlardı.
Cehennemden kaçış var mı?
(Devam edecek...)