Posta kutuma düşen Donanma Komutanı imzalı davetiyeyi görünce hem sevinmiş hem de gururlanmıştım.  Her merhalesinde görev aldığımız mühendis arkadaşlarla birlikte TCG Heybeliada Korvetinin Donanma Komutanlığı’na devir, teslim törenine davet edilmiştik. Anılan gün ve saatte Gölcük’e avdet ettik. Benim ilk gelişimdi. Limana kıçtankara bağlı savaş gemilerinin hepsi bayrak ve renkli flamalarla süslenmişti. Askeri erkân ve sivil davetlilerin yüzlerinden, Milgem Projesi dâhilinde inşa edilen ilk Türk savaş gemisine sahip olmanın erinci okunuyordu.


Bir bayram coşkusu hâkimdi ilçenin her tarafında. Törenin akabinde orduevinde yemek yenmiş sonra da bilgilendirme toplantısına katılmıştık. Gece yaptığım yolculuklar sırasında; körfezin karşı yakasını safir gerdanlık gibi ışık seline boğan manzarasına hayran olduğum Gölcük ve Değirmendere sahilini dolaştık. Yeşil ile mavinin sarmaş dolaş olduğu Değirmendere’yi görür görmez Napoli’yi anımsadım birden. Aynı manzara, aynı dinginlik… İçimden, “tam da yaşanacak yer,” dediğimi bugün gibi hatırlıyorum…


Üç-beş sene sonra geçici görevle Gölcük Tersane Komutanlığı emrine verildiğimi öğrenince çok sevindim açıkçası. Metropol yaşamının zorluklarını çok iyi bilen biri olarak; sükûnetin ve huzurun hâkim olduğu bu ilçede kısa da olsa yaşama fikri heyecanlandırdı beni…


Deprem sonrası yaralarını hızla saran Gölcük ve Değirmendere Beldesi sahile kıyısı olan diğer kentler gibi ılıman bir iklime ve bitki çeşitliliğine sahipti. Değirmendere fındığı olarak bilinen ve taze olarak tüketilen; uzun ve ince bir dış kabuğuna sahip bu fındık yöre florasının zenginliğinin göstergesiydi. Yeni Gölcük’ün inşası sırasında talan edilen kiraz bahçelerinde ve köylerinde yetişen Napolyon kirazının lezzetine doyum olmuyordu.


Temmuz ayında yapılan “Değirmendere Fındık ve Kültür Sanat Festivali” yaz aylarında boşalan bu yöreye hareket ve dinamizm kazandırmıştı. Festival süresince; kum futbolu, plaj voleybolu, sokak basketbolu, yüzme dallarında çeşitli turnuvalara da yer verildi. Açık hava film gösterimlerine, nostaljik konserlere, meydan sergilerine rağbet büyüktü. "Ulusal Fotoğraf Yarışması" ve "Uluslararası Zühtü Müridoğlu Ahşap Heykel Sempozyumu" da festivalin kültür sanat kapsamında yer alan büyük organizasyonlardı. Festival kapsamında yer alan "Fındık Yetiştiriciliği Teşvik Yarışması"na katılım çok fazlaymış duyduğum kadarıyla. Festivalin son akşamı Çınarlık Meydanı’nda yapılan törende en iyi fındık ödülüne sahip olan üreticiye ödülü verilmiş, Leman Sam’ın açık hava konseriyle halk iyice coşmuştu…

 

Ben bu capcanlı aktiviteler sırasında yöreye yeni geldiğimi unutacak kadar kendimden geçmiştim. Hele bahar ve yaz akşamları Yüzbaşılar sahilinde yer alan amfi tiyatroda gençlerin gitarla çalıp söyledikleri o gönül çelen şarkıları yok mu? İş çıkışı ve ailemin yanına gitmediğim zamanlardaki mekânım Değirmendere Çınarlık Park’ı ve sahil boyunca denize paralel olarak yan yana dizilmiş çay bahçeleriydi. Balık tutanları, simit ve ekmek parçacıklarıyla martıları besleyenleri, bardak bardak darı atarak güvercinleri etrafına toplayan çocukları çay içerek seyretmek yorgunluğumu alıyordu. Belediye daha önce sokak köpeklerinin eğleştiği sahili dökme kumla doldurup genişleterek yeni bir oyun alanı yaratmıştı. Son günlerde yularından tuttuğu midilliyle çocukları belli bir süre dolaştıran bir seyis peyda oldu. Ânı resimleme hevesine düşün ebeveynlere seslenen büyüklerin nasihatleri hengâme içinde boğulup gidiyordu:


“Eyvah! Çocuk düşecek kızım! Aman, ha! Korktu bak… İndir, indir… Hemen indir!”


İstanbul birkaç saatlik yol olmasına rağmen on beş gün de bir gidiyordum ailemin yanına. Hafta sonları bir başka güzel oluyordu Değirmendere sahili. Nezih bir kalabalık vardı kafe ve çay bahçelerinde. Körfez vapuru arkasında tülden bir yelpaze bırakarak salınıyordu iki yaka arasında. Martıların çığlığı duyuluyordu arada bir. Karabataklar siyah bir leke gibi mavi suların içinde bir görünüp bir kayboluyordu…


Yalova’dan gelecek bir, iki arkadaşımla buluşma yerimizi Değirmendere sahili olarak belirlemiştik. Misafirhaneden erken çıkıp sahil boyunca yürüyüş yapmak için Değirmendere’ye geldim.  Park ve bahçeler çok kalabalıktı. Yürüyüş yolu boyunca aralıklarla konulmuş tahta banklar bile yükünü almıştı. Hafif hafif esen rüzgâr, balıkların kıpraştığı mavi su, bulutsuz gökyüzü, çimenlere sere serpe uzanıvermiş âşıklar içime çocukça sevinçler pompalıyordu…


Sahil boyunca volta atmaktan yorulmuş oturacak yer bakınıyordum ki birkaç dakika önce yaşlı bir adam ile çocuklu bir çiftin oturduğu bankta bir hareketlenme olduğunu gördüm. Seri adımlarla o tarafa doğru yürüdüm. Yaşlı adam, şişe dibi kalın gözlükleriyle yanından uzaklaşan çifti ve atın yanına doğru koşan çocuğun hareketlerini takip etmeye çalışırken yanına yaklaşıp:


“Merhaba dayı, oturabilir miyim?”


“Merhaba, otur evladım.”



“Teşekkür ederim dayı. Sizin torun mu koşan çocuk?”

“Bizim çocuklar, o da torunum evladım. Çocukluk işte… Şehir hayatında nereden görecek merkebi, atı? Gelin köye derdim, gelemezdi yavrucaklar. İş aslanın ağzında değil midesinde evladım. Yazın ayda on beş gün gelirlerdi. Sonrası hep hasretlik… Ekmek parası n’ideceksin. Buldumcuk oluyorlar bacak kadar atı görünce.”


“Memleket neresi dayı?”


“Çorum’un Dodurga ilçesindenim evladım. Sen asker misin? Nere memleket?”


“Asker değilim dayı. Memleket İstanbul.”


“Ne iş tutarsın gurbet elde?”


“Gemi makine mühendisiyim dayı.”


“Bahriyeli misin?”


“Zabit değilim dayı, sivil personelim.”


Bak, şimdi! Bahriyeli, zabit deyince askerlik anımı getirdin yâdıma. Çocuklar da nerde kaldı bilmem? Neyse askerliğimi bahriye eri olarak yaptım. Yılını sorma, bilemem. Akşam yediğimi unuturum. Ama sor askerliğimi, sor seyyarlığımı kitap gibi okuyayım sana.”


“Ne iş yapardın Dayı?”


“Ne yapmazdım ki evladım seyyar işi işte. Rahmetli yengen nurlar içinde yatsın, bir Şam tatlı, revani yapardı şerbeti yerinde, nar gibi kızarmış… Sonra nohutlu pilav yanına yayık ayranı, bir de hıyar, acur turşusu… Seyyar arabaya yüklediğim gibi müşterilere yetiştirmek için fellik fellik arşınlardım sokakları… Seyyar Tahir dedin mi herkes tanırdı beni memlekette. Yengen rahmetli olunca hiçbir şeyin tadı kalmadı. Gözümün feri, yüreğimin kandili söndü… Leblebi işine girdim sonra. Şekerlisi, baharatlısı, tuzlusu, çikolatalısı… Bir ömür böylece akıp gitti… Gözümü toprağa diktim artık… Sözüm meclisten dışarı;  “Kurt kocayınca köpeklerin maskarası olur.” diye bir atasözü vardır. Maskara olmadık o belli de işte… Otur baba, kalk baba, gel baba… Torun mızmızlandı ata bineceğim diye. Gelirler şimdi. Nerde kaldılar bilmem?”


“Askerlik anısı demiştin dayı?”


“Ha! İhtiyarlık evladım. Gemide askerim. Cıva gibiydim gençken. Seyyar olduğum için gözüm açık. Komutanın postasıyım. Gemi dediysem öyle kocaman savaş gemilerinden sanma. Çıkartma gemisi. TCG Karamürsel adı. Akdeniz’den kıvrıldık Ege’ye doğru yoldayız. Akşam olmak üzere… Hava bozdu, gök ile deniz karıştı birbirine. Fırtınaya tutulduk anlayacağın. Çırpınır dururuz gri maviliğin içinde. İstiğfar edene patlak yetiştiremiyoruz o şekilde anlayacağın. Yol yok, iz yok, ışık desen zifiri karanlık her yer. Sabah olmak bilmedi. Çırpındıkça çatırdadı gemi, dalgalar yalayıp geçti güverteyi. Kaldık mı geminin içinde hapis? Epey zaman sonra çok ileride ışık demeti görmüş nöbetçiler. Gemiyi tornistan yapıp fenere doğru yol aldırdık. Sakin sulara sığındık, demirledik. Hepimiz yorgunluktan bitap düşüp uyumuşuz anlayacağın…



Gemi komutanının anonsuyla açtım gözümü. Erzak, tütün ikmali için bakkala gönderdi beni. Şafak sökümü başlamamıştı henüz. Martılar bile uyuyordu anlayacağın. Etrafıma bakındım küçük bir bakkal dükkânının ışıkları yanıyor. Vardım, selamladım cevap yok. Ekmek, tütün isterim dilimi bilmez, gâvurca konuşur benle. Para gösteririm elleriyle işaret eder. Anlaşamadık bir türlü anlayacağın…



Yüz geri döndüm gemiye. Komutana anlattım, şaşırdı. Yüzü allak bullak oldu. Seğirtti güverteye. Baktı ki ne görsün meğerse biz Türk yurdu diye Sisam mıydı, susam mıydı her neyse Yunan adasına demir atmışız anlayacağın. Bayraklarımız karşılıklı birbirlerine selam verir durur. Anonslar edildi, görev yeri emrini alan personel fırladı yataktan anlayacağın. Bir gidişimiz vardı ki sanırsın arkamızdan yunan kovalar. Gerçi biraz daha geç uyansaydık o da olacaktı ya anlayacağın. Gerçi sulh zamanıydı ama… Yunan bu belli mi olur?”



Gülümsedim, öyle tatlı anlatıyordu ki o günkü olanları sanki bugün olmuş gibi. Kendisine seslenen çocuklarının sesini duyunca ayaklandı. Giderken bana dönüp:



“Evladım helalinden kazan, hayırlı eş bul, evlatlarına helal lokma yedir. Bir de güzel anılar biriktir. Benim yaşıma gelince bir tek o anıların kalacak elinde… Gençler ümidiyle, ihtiyarlar anılarıyla yaşar… Hadi kal sağlıcakla…



“Selametle dayı.”


 

Birkaç cümleyle hayatı özetleyen yaşlı adam, çocuklarının peşi sıra ayağını sürüye sürüye kalabalığa karıştı...


Fatma TÜRKDOĞAN

 

 

 

 

   

 

 

 

 

 

 

 

 

 

( Hayat Dersi başlıklı yazı F.TÜRKDOĞAN tarafından 1.10.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu