Ahmet, okuldan çıkınca, hiç oyalanmadan, bir an önce eve gitmek istiyordu. İlk gelen otobüse bindi. Biraz kalabalık, hatta tıkış tıkıştı, otobüs. Ama Ahmet, gerçekten oyalanmak istemiyordu. Kendi durağına gelince o kalabalık, tıkış tıkış otobüsten çıkabilmesi için bir kaç kişi inip, ona yol verdi. Hiç tanımadığı bu gençler de kendisiyle aynı okula gidiyordu. Onların gözlerine bakmamaya özen göstererek teşekkür etti. Kendisine yol vermek için inen gençler tekrar binince, otobüs hareket etti. Ahmet, büyük bir suç işlemiş gibi kulaklarına kadar kızardı. Hemen evin yolunu tuttu. Hızlı adımlarla kapıya geldiğinde, deminki kadar acele etmiyordu. Yavaş yavaş anahtarını çıkardı, titreyen elleriyle kapıyı açtı.
 
     Ahmet, o sene 3. sınıfa gidiyordu. sınıfındaki diğer arkadaşlarından bir kaç yaş büyüktü. Arka sıralarda otururdu. Her lafa karışmaz, hocalara fazla görünmez, görüş ve düşüncelerini söylemez, alabildiğine sessiz, sakin bir gençti. Daha önce başka bir üniversitede okurken alta çok ders bırakmış, bazılarından geçememişti. O yüzden, yeniden ÖSS'ye girmiş, aynı bölümü kazanmış, bu yeni okuluna dikey geçiş yapmıştı. Üç sene önce yaşadığı, okuldan atılma korkusunu bir daha yaşamamak için, derslerine dört elle sarılmış, nihayet bu sene alttaki derslerinin tamamını temizlemiş, sadece dönem derslerine odaklanmıştı. Zaman'ında okulu bitirmemek, Ahmet'in hayatını "parasızlık" olarak etkilemişti. Anne-babası yaşlanınca yeteri kadar çalışamamışlar, oğullarına para göndermekte zorlanmaya başlamışlardı. Ahmet,  yörük çocuğuydu. Ailesi yazın yaylaya, kışın ovaya, keçilerinin arkasından göçerlerdi. Bütün hayatlarını oğlaklarının doğumu, sağlığı, yaşamı şekillendirirdi. Ama şimdi iyice yaşlandıkları için bu işi yapamıyorlardı. Ahmet'i okuldan kaçar gibi uzaklaştıran, eve gelince de kapıyı hemen açtırmayan şey buydu; parasızlık...
 
      Kapıyı açınca, ev arkadaşı Yavuz, uzandığı yerden kalktı. "Bir şey aldın mı, kardeşim?" diye sordu. Ahmet, önce bir şeyler söyleyecek gibi dudaklarını kıpırdattı, bunu hep yapardı. "Yarım paket püsküütüm var, gece acıkırsak diye." dedi. Yavuz  "Ben bizim uşaklara gideyim, misafircilik yaparsam, belki doyarım. Gerçi hergün makarna pişiriyorlar ya, büsküvütten iyidir. Sen de gelir misin?" dedi. Ahmet yine, dudaklarını bir kaç defa oynattı. Kim bilir aslında, içinden ne söylüyordu. "Yok, sen git, ben... Böyle iyiyim." diyebildi. Yavuz ısrar etmedi. Ahmet'in eski okulundan bir arkadaşının kardeşiydi. "Bizim uşaklar" onun hemşerileriydi. Öğrenci Milleti deriz ya... öyle ya da böyle bir sofra kurduklarında mutlaka eve gelenlerle paylaşırlar. Her gün makarna da olsa... Yavuz'un da parası gecikmişti, onun da durumu Ahmet'ten farklı değildi.
 
       Ahmet, son bir haftadır, okulun kantininden bisküvit alır, bir kısmını öğle tatilinde yer, geri kalanını eve getirirdi. Bir kaç gece açlıktan uyuyamamış, kalkıp bisküvit yemişti. Ama ağzında kalan şekerli tattan çok bıkmıştı. Gece uyanırsam diye getirdiği bisküviti de hafiften tiksinmeye başladığından yiyeceğini sanmıyordu...
 
        Sabah, namaz için kalktığında Yavuz'u yatağında, uyurken gördü. Abdest alıp geldiğinde Yavuz da uyanmıştı. Zorla kalkmaya çalışırken "Ağbi dua et de Allah bize para göndersin." dedi. Ahmet "O, bizi bizden iyi tanıyor, şu anda ne yaşadığımızı da biliyor, belki bizi de böyle imtihan ediyor, sabret, Allah büyük." dedi.    
 
         Ahmet okula geldiğinde, kendi sınıfından Hayati'yle Sedat hemen kollarına girip onu ortalarına aldılar. Hayati "Dün nerdeydin? Hemen gitmişsin, aradık, bulamadık." dedi. Ahmet, yine dudaklarını kıpırdatmaya başlamıştı ki Sedat "Ağbi paranın gelmediğini duyduk, çekinme bize takıl. Bizim de paramız gecikince sana takılırız, lütfen bir daha kaçma!"'dedi. Ahmet, asıl bundan kaçıyordu. Kimseye belli etmeden, kimseye minnet etmeden... Onlar ikindiyi kılmaya, mescite gittiklerinde hemen bir otobüse atlayıp eve gidecekti yine... Hayati "Biz arkadaş değil miyiz, bir sıkıntın olunca söyleyeceksin!" diye ısrar etti. Ahmet bir müddet dudaklarını kıpırdatmaya devam etti, sonra "Önemli bir şey yok, hem Allah büyüktür. " dedi. Sedat, "Allah tabi büyüktür ağbicim işte bizi iyi arkadaş yapmış, birbirimize destek olalım diye." dedi. Ahmet aklından geçenleri bir türlü söyleyemiyordu. " Allah sana yardım ederse bunu arkadaşlarına yaptıracak, Allah büyüktür derken vesileleri de düşün. " dedi. Ahmet dudaklarını kıpırdatıp "Allah bana yardım edecekse kimi vesile edeceğini,nasıl edeceğini bilir." diye düşündü. Ama sadece "Teşekkürler, eksik olmayın." diyebildi. Birlikte sınıfa girdiler.
 
          İki blog dersten sonra öğle tatili başladı. Hava çok güzeldi. İlkbahar, yönünü yaza dönmüştü. Güneş, okulun mermer merdivenlerini göz kamaştırıcı hale getiriyordu. Bahçedeki kestane ağaçları, beyaz salkım çiçeklerini açmıştı. Bütün sınıf dışarı çıkmaya can atıyordu. Ahmet de Hayati'yle Sedat'a görünmeden kalabalığın içine karıştı.
          Dışarı çıkınca ne yapacağını bilmiyordu. İki gün önce, cebinde 10 lira vardı. Şimdi büyük ihtimal 2 lira 80 kuruş... Ne yapabilirdi, düşündü; bir tost yaptırsa akşama yiyecek bir şeyi yoktu. Yine bisküvite karar verdi. Bu arada ayakları, onu çoktan kantine sürüklemişti...
 
           Kantine girdiğinde göz gözü görmüyordu. O zamanlar kapalı yerlerde sigara içme yasağı yoktu. Kantinde sigara dumanından, nefes almak mümkün değildi. Satış Bölümü'nden küçük bir paket bisküvit aldı, 80 kuruşa. Çay almadan hemen geri döndü. Nefesini tutup kendini dışarı attı.
 
           Dışarı çıkar çıkmaz derin bir "Oh!" çekti. O sırada birden bire Handan'ı gördü. Handan, kendi sınıfındandı. Önceleri sessiz,çalışkan,ciddi bir kız olarak tanımıştı Handan'ı. Normalde bakışları çok ciddi olduğu için herhangi birinin selam vermesi bile kolay değildi. Ancak ilk intibanın aksine, tanıdığı kişilere samimi ve güleryüzle davranan canlı, neşeli, cıvıl cıvıl bir kız olmuştu Handan.
 
            Handan Ahmet'e doğru bir kaç adım yaklaşıp "Aaa Ahmeet! Bundan mı aldın ama ben susamlı severdim." deyip, Ahmet'in bisküvitini elinden kaptı. Ahmet, kocaman gözlerle, büyük bir şaşkınlıkla Handan'a bakarken dudakları kıpırdamaya başlamıştı bile. Handan, Ahmet'in konuşmasına fırsat vermeden " Senden bir iyilik isteyebilir miyim? Bana bir iyilik yapar mısın? Yurttaki oda arkadaşlarım Kampüsten beni ziyarete gelmişler. E mecburen onlarla ilgilenmem lazım. Şimdi gidip yemek için vakit kaybedemem. Yemek kartımı sana versem, benim yemeğimi bugün sen yer misin lütfen lütfen lütfen!" deyip elindeki kartı Ahmet'in eline tutuşturdu. Ahmet ne diyeceğini bilemedi, biraz duraksadı, sonra "Senin yemeğini ben mi yiiceem?" diye sordu. Handan, küçük bir çocuğun anne-babasından bir şey isterken yaptığı gibi hafif boynunu büküp, gözlerini kırpıştırdı. "Bana bu iyiliği yaparsın di mii?" dedi. Ahmet'in bakışları, bu defa mutluluktan büyüdü; "Memnuniyetle, ne  zaman istersen..." dedi. Handan "Ben biliyordum  canım senin ne kadar iyilikperver olduğunu. Teşekkürler!" deyip, kestane ağacının altında oturan arkadaşlarına doğru yöneldi. Ahmet de yemekhaneye koşarken "Allahım sen ne büyüksün, ne büyüksün!" diyordu.
( Bisküvit başlıklı yazı Seferii tarafından 29.11.2016 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu