Hastanenin uzun koridorlarında, okları takip ederek (-1). kata geldim.Kapısında "Phsyotherapyzentrum" yazan salona girdim. Her zamanki gibi temiz, aydınlık, rahatlatıcı bir havası vardı. İlk geldiğim gün de öyle düşünmüştüm. Böylece "Ter kokuyor, çok havasız, kalabalık..." deyip fizyoterapiden kaçma bahanem kalmamıştı. Terapistim Rebeka gelmeden, biraz bisiklet çevireyim diye düşündüm. İlk gün sadece binmem beş dakikamı almıştı. Bir beş dakika da pedal çevirmiştim. Epey zorlanmıştım. Bugün bakalım ne kadar yapabilecektim?..
...
Annem uzun yıllar kalp, tansiyon, şekerden çok çekmişti. 14-15 yaşlarındayken evlendirilmiş, her doğumda da bir araz sahibi olmuştu. Ben de yaş aldıkça, hem genlerimden hem yaşam tarzımdan dolayı kilo almış, bu kilolarla da yaşamaya çalışan biri olmuştum. Annemin "ölmek bir şey değil de hastalığın kahrını çekmek zor, benim sana vasiyetim; bu kilolarından kurtulmaya bak, yoksa benim gözüm açık gider" sözünden sonra doktorun, hastanenin kapısını aşındırmaya başlamıştım. Önce troidlerimi tedavi ettiler, sonra kilolarımdan kurtulmam için beslenme danışmanına gönderdiler. Yemeklerden önce şeker, tansiyon ölçümleri, yemeklerin fotoğrafını çekme, uykudan önce tekrar ölçüm, dosyalama vs. derken "Böyle olmuyor, spor da yapacaksın " dediler. "Yarım saatlik yürüyüşten sonra iki hafta diz veya sırt ağrısı çekiyorum." deyince de beni, buraya gönderdiler.
İlk geldiğimde; sağ ayağımı pedale yerleştirip ağırlığımı ona verecek, yerdeki ayağımı kaldırıp diğer pedale koyacak ve seleye oturacaktım. Bu nasıl mümkün olacaktı, acaba? Sağ ayağım, ağırlığımı kaldıracak, sol ayağımı da ben yerden kaldıracaktım. Önce yapamadım... Rebeka, "Hadi bir daha deneyin Herr Sefi, yapacağınıza inanıyorum." dedi. Ah serde erkeklik var... Bu, kızım yaşındaki cici terapistimi nasıl kırarım?.. Üçüncü denememde bisiklete çıkabildim. O zamandan beri azar azar süreleri uzatıyoruz.
...
Bugün de bisiklete çıktım, pedalleri çevirmeye başladım. Geçmek bilmeyen saniyelere bakmamak için karşımdaki camdan bahçeyi seyrediyorum. Biraz sonra Rebeka geldi. "Günaydın Herr Sefi, nasılsınız?" dedi, elini uzattı. Ben de elimi uzattım, "Daha iyiyim" dedim. "Çok güzel... 7 dakika olmuş." dedi. "Ağrınız var mı?" diye sordu. Ben de müthiş Almanca'mla(!), ağrıyan yerimi tarif etmek için "Eğer insanların kuyruğu olsaydı, şu anda kuyruğum ağrıyor, derdim" dedim. Rebeka, demek istediğimi anlamadı. "Hmm güzeel, yani ağrınız yok!" dedi. Bilmiyorum, belki bu çocuklar hiç Almanca şiir okumuyorlar, belki de Almanca'da mecazlı anlatım yok. Rebeka, kararlı bir şekilde; "Bugün 20 dakika yapalım" dedi. Ben de kendime fazla güvenmemekle beraber "Denerim" dedim. Durmadan pedalleri çevirmeye devam ediyordum. Rebeka, yanımda ayakta duruyordu, gözucuyla göstergeye bakıyor, bir yandan da dosyama bugünkü bilgilerimi yazıyordu. Ben camın dışındaki kırağı tutmuş yaprakları seyrediyordum. Bu arada, kendimi nasıl motive ederim diye bir yol bulmaya çalışıyordum.
...
Küçükken bir dönem anneannemlerde kalmıştık. Yaşım küçüktü ama bana çocukluğumu soran olursa sadece o dönemi anlatırım. Komşunun, akrabadan daha yakın olduğu bir mahalledeydik. Büyüklerin küçükleri koruduğu, arkadaşların sık sık oyuna çağırdığı, ağabeylerimizin, Fenerbahçe-Galatasaray maçları yaparken kaçan topları toplama görevini bize verdiği dönemler... Ceplerimizde rengarenk misketler (biz gulle derdik) veya sakızlardan çıkan ünlü resimleri... Gullelerimiz hazinemizdi ama, artist resimlerini değiş tokuş yapardık. Mesela, "Bende iki tane Türkan Şoray var, birini sana vereyim, sende fazla varsa bana bir Cüneyt Arkın verir misin?" gibi. Televizyon, hayatımıza henüz girmemişti. Akşamları, babam ablalarımın ödevini yaptırır, mutlaka evde bir misafir vardır ve sohbetler edilir. Uzun kış gecelerinde, mangala alınan közün üstünde, anneannem mısır patlatırdı. Dedem de bir hikaye anlatırdı. Bazen kendi tabiriyle "menkabe", bazen "mesel" anlatırdı. Mesela:
"Zamanın birinde... Ben deyim 80, siz deyin 90 yaşında bir koca karı varmış. Çok genç yaşta dul kalmış. Uzuun zaman çocukları yetiştireceem, evlendireceem diye kendisi evlenmemiş. Çocukları evlendirmiş, torunları olmuş, onlar da evlenmiş, torunun çocuğu, torunun torunu... derken bir gün oğluna "Yalnızlık zor iş, keşke benim de bir eşim olaydı..." diye dert yanmış. Oğlu çok şaşırmış, "Ana ne eşi? Senin elinde fer, gözünde nur kalmamış, evlenip ne yapacaan?" Koca karı ısrar etmiş; "Şimdiye kadar sizden bir şey istemedim, hepinizin eşi, yoldaşı, evi, barkı var...Akşam olunca hepiniz çekip gidiyorsunuz, ben yalnız kalıyorum, hiç mi insafınız yok... yanımda bana yoldaş olacak bir can, bir nefes lazım." demiş. Bu konuşma, oğluyla koca karı arasında her gece oluyormuş. Bir sabah çok sinirlenen oğlu, anasının önüne on tane ceviz koymuş, "Ana bu cevizleri akşama kadar kır, seni evlendireceem." demiş. Kadının ağzında diş yok, elinde güç yok, oğlu cevizi kıracak bir taş veya bir alet de vermemiş. Koca karı akşama kadar uğraşmış, ancak bir tanesini kırabilmiş. Akşam oğlu geldiğinde "Ne yaptın ana?" diye sorunca "Dokuzcuğu kaldı." demiş. Oğlu bakmış anası çok kararlı, "Ben sana ne yapacağımı bilirim." deyip, anasını omuzlayıp ormana götürmüş. Ormanda bir ayı inine bırakmış. "Ana sen burda otur, birazdan kocan gelir, onu bekle" demiş, gitmiş. Koca karı büyük bir merakla beklemeye başlamış. Bir müddet sonra ayı gelmiş, bakmış ki ininde biri var, önce onu tanıyabilmek için yavaşça kadına doğru yürümüş. Koca karı "Usul usul geliyon meshlice misin?" demiş. Ayı, kadının sağını-solunu koklamaya başlamış. Koca karı, "Ateş gibi soluyon nefeslice misin?" demiş. Ayı, iki ayağı üzerine kalkıp kükremiş. Koca karı, "Bağırmandan belli ki seslice misin?" demiş. Ayı, kadının elbisesine tırnağını takıp havaya kaldırmış. Koca karı elini uzatıp ayının başına dokunmuş, "Efendi mi cahil mi, feslice misin?" demiş. Ayı iyice kızıp koca karıyı yere çarpmış, kadın el yordamıyla, sürünerek ayının yanına gelmiş, kürkünü tutmuş, "Yumuşacık esvabın postluca mısın?" demiş. Ayı bu defa kadını kolllarının arasına alıp sıkmaya başlamış. Ayılar, avlarını önce nefessiz bırakır, sonra sıkarak kemiklerini kırar, öyle yermiş. Koca karı bu kadar güçlü bir koca ummuyormuş, hâlinden gâyet memnun; " Bu ne... acı... kuv...vet... kassss...lı...ca...mı...sınnnn""
...
Rebeka, göstergeye ve pedal çevirdikçe yüzümün aldığı şekle dikkat ederek; " Nasıl gidiyor?.. İyi misiniz?" diye sordu. Belimin ve olmayan kuyruğumun ağrısından kıpkırmızı olmuşum. Nefes nefese kalmışım. Göstergeye baktım, on birinci dakikadayım. Sırf kendimi motive etmek için, gerçekten yanlış anlaşılmasın, sadece motive için, içimden tekrar ettiğim o cümleyi yüksek sesle söyledim: "Dokuzcuğu kaldı!"...
Not: İnsanların kuyruğu olsaydı...: Wenn die Menschen Schlange...(Cümleye böyle başlamıştım. Burdaki anlamı; İnsanların kuyruk olmasıymış, bilet kuyruğu, maaş kuyruğu gibi... Yani Almanca'da mecazlı anlatım varmış da benim, derdimi anlatacak kadar Almancam yokmuş.)