Öteki Kim
Adana’dan otobüse binmiş, Kozan’a doğru yola çıkmıştık. Buruk Mezarlığı civarında büyük bir kalabalıkla karşılaştık. Bir cenaze töreni vardı. Yüzlerce insan, vali, garnizon komutanı, askerler... Cenazenin önünde yürüyen zayıf, uzun boylu bir emmi keman çalıyordu. Kimse bu densizliğe(!) müdahale etmiyordu. Biraz sonra korteje katılan diğer emmiler de ellerinde çalgılarıyla kemana eşlik etmeye başladı. Aynı şarkının nağmeleri tekrar tekrar çalınıyordu:
- Baş koymuşum Türkiye’nin yoluna!...
*****
Göreve başladığım seneydi. O gün okuldan çıkmış eve doğru yürüyordum. Toprak yolun bir tarafında okulumuzun bahçe duvarı, diğer tarafta geniş bir dere yatağı vardı. Derenin etrafındaki iğde çalıları, aralarında birdenbire yükselivermiş kavaklar, bana hep eski yazı “âh” ı hatırlatıyordu.
İçinde, bir bardak su dahi bulunmayan bu derenin yatağı niye bu kadar geniş diye merak ederdim. Bir gün muhtar; “Hocaanım biliyon mu, bu derede her bahar daşkın olurdu. Gide gele gide gele Köy Hizmetlerinin gapısını az aşındırmadım, genişletdirdim dere yatağını” dediğinde “Hepsi bu muymuş, yatak genişleyince halloluyor muymuş?” diye sormuştum. Şaşkın şaşkın bakmış, “Başka ne olucuudu ki?” demişti.
Birden iğde çalılarının arasına, kırmızılı yeşilli göz alıcı renkte bir şeyin kaçıp saklandığını farkettim. Genelde henüz okula başlamamış çocuklar, beni görünce saklanırlardı. Gene orda böyle bir çocuk var diye düşündüm. Usulca yanına gidip kırmızı-yeşil basma entarisinin ucunu kapıverdim. “Nereye böyle küçük tavşan?” Kirli, yapış yapış saçlarının altında ışıl ışıl parlayan gözleriyle bana baktı. Kırmızı yanaklarında, kiraz dudaklarında biraz önce yediği şekerli bir şeyin bulaşığı duruyordu. Burnunun ucunda devamlı akan, kuruyan, sonra yine akan sümüğü, belirgin bir izle yol yapmıştı. Uzanıp elini tuttum. Minik parmakları elimin içinde kayboldu. Toprakla, belki çamurla oynamış gibi tırnaklarının içi siyah, elleri de epey kirliydi.
-Gel bakalım tavşan. Burda naapıyorsun? Annen nerde?
Minicik işaret parmağını yolun sonuna doğru uzattı.
- Burda yalnız dolaşma. Gel seni annene götüreyim.
Cebimden bir mendil çıkarıp, burnunu sildim. Hiç itiraz etmedi. Eli elimde beraber yürüdük. Onun küçük adımlarına uymaya çalışıyordum.
Dere yatağı; köyün bakkalı, camii ve kahvesinin olduğu yere giderken, yol ile aynı seviyeye geliyordu. Orda bir köprü yoktu. Genellikle suyu olmayan bu dere, taşkın mevsiminde, bu yoldan akmaya devam edebilirdi. Yatağını istediğin kadar genişlet ne olacak ki... Oraya geldiğimde gördüğüm manzarayla irkildim.
Dere ile yolun birleştiği, basılıp geçildikçe düzleşmiş alanda eski püskü bir çadır vardı. Kirlilikten renk değiştirmiş, yırtılan yerleri kabaca yama yapılmış bir branda bezi, çadır diye kurulmuştu. Kapı gibi kullanılan açıklığın üstüne, yine eski bir çul bağlanmıştı, çulun sarkan ucu toplanıp kenara asılmıştı. O açıklıktan, içeri görülüyordu. Yerde kenarları pörsümüş hasır, tam ortada küçük teneke soba, çadırın delik çatısından dışarı çıkan -baca niyetine- soba borusu... İçerden çok genç bir kadın çıktı. Basma entari, örgü ceket, ayak bileklerinden lastikli, allı-güllü bir şalvar, başında beyaz tülbent... Simsiyah saçları omzundan aşağı dökülürken beyaz tülbentinin bir ucu da diğer omzundan sarkmıştı.
-Gıız... nere gittin gene?!
Yanımdaki küçük, elimi bırakıp ona doğru koştu. Kadının eteğinin ucundan tutup arkasına saklandı. Bana ordan bakmaya başladı.
-Annengil nerde canım? Bu küçük tavşan okulun ordaydı da yalnız dolaşmasın diye getirdim.
-Anamgılı ne edeceen ki?
O sırada iki oğlan çocuğu da yanımıza geldi.
- Kardeşlerine sen mi bakıyorsun?
Kıkır kıkır gülerek
- Bunlar benim çocuklarım...Anamgıl memlikatta..
- Aaa senin yaşın ne ki?
Konuşma belki daha da uzardı ama öğrencilerim Ramazan’la Mehmet Ali koşarak yanımıza geldi.
-Öörtmeniim... öörtmeniim.
Nefes nefeseydiler:
- Öörtmenim bunlar sepetçiler... Sepet örerler, satarlar. Her yıl bu zamanda gelirler, buraya çadır kurarlar, korkmayın. Bişii itmezler...
- Daha neler?.. Çocuklar ayıp... öyle denir mi? Hem ne korkması?.. Ne diyorsunuz siz bakayım?!
Ben büyük mahcubiyet içinde kıvranırken, genç anne;
- Boşver sen örtmenim. Biz alışgınık bööle laflara. Çocuklara gızma... Onlar çocuk ne de olsa...
- ...
Evet... bunu biliyorum, abdallar çocuklarına kızmaz, çocuklarını dövmez. Küçükken annemin her azarında “Ben de abdalların çocuu olaacaam iştee.” diye kaçıp kaçıp onların çadırları arasına gittiğim, ordaki arkadaşlarımla oynadığım çok olmuştur. Beni evin önünde bulamayınca, “Memmed Ede” nin yurdunda aramaya gelirlerdi. Bir gün annem gözümü korkutmak için “oraya gitme bak seni kaçırırlar” diyecek olmuş, ben de “onların çocukları var, beni niye kaçırsınlar... hem ben davul bile çalamıyom” demiştim.
Eve döndüğümde, çocukluğumun en güzel zamanlarını geçirdiğim günlere doğru gidip, hafızamdaki Asan Süslü’nün kemanını, Sülüman Süslü’nün gırnatasını ama ille de davul-zurna sesini yeniden duymaya çalıştım.
Okula başlayıncaya kadar, en yakın arkadaşlarımı sayarken, Kezban, Nilgün, Meral’den sonra Maamıt, Beyti, Aşır, Üsüyen, Saali’yi de sayardım. “Üsüyen”in “Hüseyin” olduğunu tahmin ederdim de “Asan”ı o zamanlar anlayamazdım. Meğer o da “Hasan”mış.
O esmer, akıllı, hazır cevap arkadaşlarımın babalarına da adları ne olursa olsun, “emmi” derdik. Emmilerin bir çoğu davul çalardı, bir çoğu da zurna. Davulcuyu izlerken daha çok, küçük çubuğu nasıl kullandığına bakardım. Davula tokmakla vuruyor, “güm güm güm...” tamam da öbür eliyle tuttuğu, “meçik”i hangi düzende vuruyor, bir türlü anlayamazdım. Zurnacı emmi daha bir ilginçti. Genelde şişman, tombul yanaklı olurlardı. Zurnayı üflerken yanakları biraz daha şişer, ben de merakla “patladı, patlayacak” diye beklerdim.
O zamanlar anlamadığım ama sonraları her duyduğumda yüreğimi parçalayan “Asıl memleket nere, nerden gelmişiniz?” sorusuna hepsi aynı cevabı verirdi: “Orasan’dan berri göçüyok.”
****
Hava çok soğuktu. Rüzgar uzun uzun inlemeler, belki ulumalarla esiyordu. Kavaklar, nerdeyse yerlere kadar eğiliyor, geri kalkarken de çatırdılar çıkarıyordu. Biraz sonra kapı çalındı, gelen ev sahibimdi:
- Hocaanım, aman deyim bu ağşam sobayı yakma... Ürüzgar var... Allah muhafaza baca çekmez, zehirlenir galırsın... Benden söölemesi...
*****
Ev sahibim gittikten sonra “Ne de olsa cemreler düştü, ne kadar soğuk olabilir ki...” diye düşündüm. “Cemreyi geçtik, zaten Nisan ayındayız, çok soğuk olmaz herhalde” dedim. Dedim de bu, ne soğuktu öyle... Kat kat giyindim, battanelerin içine büründüm, hem dişlerim zangırdıyor hem de bütün vücudum tir tir titriyordu. Utanmasam “Anneee... anneee...” diye ağlayacağım ama tutuyorum kendimi. Rüzgarın “vuuu... vuuu...” sesleri bir türlü susmuyor. Camdan dışarı bakmaya korkuyorum. Bütün kavaklar cemaat olmuş, bazen secde, bazen rüku hâlinde eğilip doğruluyorlar. Ev sahiplerimin dışarı lambası yanıyor, demek ki misafirliğe gitmişler. Şimdi bu kocaman avluda yalnız mıyım?..
Birden bire ortalık karanlığa büründü. Elektrikler kesilmişti. Bu havalarda sık olurdu. Eğilip doğrulan ağaçlar, telleri koparırdı. Zifiri karanlığın içinde hem nefes almaya çalışıyor hem de bir el lambası arıyordum. Oldu bitti karanlıktan korkarım. Karanlığın elleri, ağzımı-burnumu kapatır, beni boğmaya çalışır. Bu yüzden her ulaşabileceğim yerde el lambası bulundururum. Ama arayışlarım sonuçsuz kaldı. Panik içinde sağa sola çarpınırken, sobanın yanındaki çakmağı hatırladım. El yordamıyla sobaya kadar geldim ve çakmağı buldum. Hemen yakıp etrafıma bakındım. Farkında değildim ama salya-sümük ağlıyordum. Çakmağın alevinin aydınlığında el lambasını buldum, onu yaktım. Çakmağı da söndürüp cebime attım. Bir yandan keskin soğuk, bir yandan karanlık beni epey sarsmıştı. Şu anda en ihtiyacım olan şey, sıcak bir dost yüzüydü.
Perdeyi iyice açıp dışarı baktım. Ay ışığının cılız aydınlığı, kavakların eli kırbaçlı devler olmadığını ispatlayamıyordu. Ama uzakta belli belirsiz bir ışık görünüyordu. Bazen perdeleniyor, bazen daha da parlıyor, mütemadiyen titriyordu. Yolunu kaybetmiş bir yolcunun deniz fenerine doğru istemsizce yürümesi gibi ben de o ışığa doğru yürümeye başladım.
Dışarı çıktım. El lambasının rehberliğinde merdivenlerden inip, yola koyuldum. Gözlerim ilerde titreyen ışıkta, ben de titreyerek durmadan yürüyordum. Rüzgar ıslıklarına devam ediyor, devler kırbaçlarını sürekli şaklatıyordu. Yere düşsem de kalkıp yeniden yürüyordum. Elim, dizlerim acıyordu. Bir yandan da “en yakın komşum ne kadar uzakmış” diyordum. Gele gele yol ile derenin birleştiği düz alana geldim. O ışık, derme çatma çadırdan geliyormuş meğer.
Çadırın bezi rüzgarda sallanıyor, dikişlerinden kurtulmuş koca bir parça bayrak gibi dalgalanıyordu. Kopan yerler, başka iplerle bağlanmış, açılan parçaların önüne yastık, minder dayanmıştı. Küçük bir köpeğin geçebileceği kadar bir açıklık buldum, sürünerek kendimi içeri attım.
Kirli bir yorganın altında birbirine sokulmuş oturan üç küçük çocuk ve genç anneleri bana soran gözlerle bakıyordu.
- Korkmayın benim.
-Asıl sen korkma... ne bu hâlin?
Genç kadın cesur ve güven veren bir ses tonuyla, biraz da merakla sormuştu.
- Rüzgar var diye sobayı yakmadım. Sonra elektrik de kesildi. Ben karanlığı pek sevmem de. Komşuma kadar bir gideyim dedim.
- İyi etmişin. Biz de sobayı yakamadık. Benim herif, kibriti cebine atıp gitmiş heral. Öyle kaldık.
- Nereye gitti ki, bu soğukta?
- Gündüzün gitti. Yelatan’ın bazarı varmış da sepetleri satmaya götürdüydü.
- İyi işte isabet olmuş. Soba zehirlermiş bu havada.
- İlahi öörtmen... Ne zehirlemesi? Bizim soba, seninki gibi kömür yakmıyor, bu tıngırdak mı zehirliicek bizi? Yakabilseydik ısınırdık.
O anda cebimdeki çakmağı hatırladım.
-Bende çakmak var, yakarız sobayı sorun değil.
Deyip çakmağı uzattım. Kadın biraz şaşırdı, sonra sevinerek aldı.
- Ya Rabbim, güzel Allahım bizi bu soyukta dondurma diye dua ettiydim demincek. Heeç bu gadar kolay duam kabul edilmediydi. Şükürler olsun.
Dedi, gülerek. Ben de “şükürler olsun” dedim. Biraz da merak ettiğimden sordum;
-Ne yakıyorsun?
- Bakkalın tahta kasalarını, bulduğum çalı çırpıyı, bazen köylülerden tezek istiyom onu... Gomşular eski gaste de verir ara sıra. Şimdi hepsi vardı da kibrit yoktu sadece.
Soba gürül gürül yanmaya başlayınca çocukların yüzünde gözle görülür bir mutluluk belirdi. Genç annemiz -adı Güllü’ymüş- sobanın üstüne bir çaydanlık koydu.
- Evimize mısaafır gelmiş, çay koyak baarime.
- Gerek yoktu, zahmet etme, benim için.
- İçimiz ısınır iyi olur. Allah kimseyi soyukta bırakmasın.
- Âmin! Et... et... sen dua et, duaların kabul oluyor ne de olsa. Allah kimseyi karanlıkta da komasın.
-Âmiin! Ya Rabbim âmiin güzel Allahım!
Gecenin ilerleyen saatlerinde küçücük çadır, sıcacık bir yuva oluvermiş, çocuklarla sıkı bir sohbete dalmıştık. Evlerine gelen “mısaafır”a en iyi, en güzel ikramlarını sunuyorlardı:
Henüz yedi yaşında olan Asan, parmaklarının nasıl yetiştiğine hâlâ aklımın almadığı gırnatasıyla müzik ziyafeti verdi, altı yaşındaki (H)Ali, ağabeyine kusursuz ritm duygusuyla, defle iştirak etti. Hele benim küçük tavşanım beş yaşındaki Atçe, bir “Dönülmez Akşamın Ufku” çekti ki bu küçücük kızdan o ses, o nağme nasıl çıktı, hayretler içinde kaldım.
Bir ara Asan, ters çevirdiği leğeni darbuka yaptı, ağzıyla da “dırı dırının dırı dırı niin” diye melodi tutturup gözlerini kapatarak, boynundaki damarları şişirerek “Yaz dostuuum...güzel sevmeyene adam denir mii” ile başladı, Dargın ayrılllmıyalım... Aşkın kanununu yazsam yeniden...’lerle devam etti. Bir gece ansızın gelebilirim’i tam bir Yaşar Özel yorumuyla söyledi. “Kapına gelirim, bak ölürüm gibi laflar hiç bir garıya yakışmaz, ölecekse erkek ölsün” diye de süper bir felsefe yaptı. Ama “Bakarsın hiç gitmem kölen olurum”u söylemek istemedi. Ben unuttu sanıp hatırlatmaya çalıştım. Kesin bir dille “ şarkı da olsa ben kimsenin kölesi olmam” dedi. Orayı “lay lay lay” la geçiştirdi.
****
Bayrağa sarılı tabut, omuzlar üstünde taşınırken, “Şehidler ölmez vatan bölünmez” nidaları yeri göğü inletiyordu. Cenazenin ardından yürüyen kalabalıkta gözyaşı yoktu. İnsanlar çok mutluydu. Gururlu baba, gururlu akrabalar, anne ve teyzeler içlerinin acısını bastırmak istercesine haykırıyorlardı: “Ya Rabbiim güzel Allahım... çok şükür sana... bizim de evladımız bu vatan için şehid oldu... Herkes görsün, herkes duysun biz de şehid verdik, biz de bu vatanın bağrına bir fidan diktik...bizim de kanımız-canımız feda oldu...artık bizim de farkımız kalmadı!..”