YOL ARKADAŞI
Sonbahar kendini keskin rüzgarlar, bu rüzgarla dallarından koparılıp atılmış sarı yapraklar, dumanlı bacalar, topladıkları elmalar gibi yanakları kıpkırmızı olmuş insanlar şeklinde iyice göstermeye başlamıştı. Köy mü şehir mi ilk bakışta belli olmayan bu küçücük -kazârâ kaza olmuş- ilçenin tek caddesinde rüzgar, düşürdüğü yapraklarla yerde de oynamaya devam ediyordu. Bazen bir hortum edasıyla kıvırıp yükseltiyor, bazen hepsini bir yerde topluyor, sonra birden bir üflemeyle tekrar dağıtıyordu. Yaprakların, bu oyundan mutlu oldukları ıslığı andıran kahkahalarından belliydi.
Siyah paltosunun yakalarını yukarı kaldırmış, yanakları soğuktan kızarmış, kirpikleri ıslak, gözyaşları akmaktan o an için vaz geçmiş gibi duran biletçi, taze ceviz soymaktan simsiyah olmuş parmaklarını saklamak için ellerini cebine soktu.
-Hocam yerinize otursanız...
-Tamam, geliyorum.
Bizi Niğde'ye götürecek otobüs, her zaman kalabalık olurdu. Geçerken uğradığımız köy yollarından da çok yolcu iner veya binerdi. Niğde'ye gidene kadar otobüs tıklım tıklım dolardı. Neyse ki gönülleri geniş köylü ağabeyler ve emmiler önce hanımları ve çocukları oturtur, sonra kendileri yerleşirdi. Kısa bir süre sonra ayakta, sadece tutunacak bir yer bulmuş, birbirlerine yaslanan, yanındakinin omzundan dışarıyı görmeye çalışan, ilk bakışta çok samimiymiş gibi duran insanlarla ortak bir hedefe doğru yol alacaktık.
Camdan dışarı baktığımda rüzgarın sarı yapraklarla oyununa bir tekir kedinin de karıştığını gördüm.
O sırada, yanımda kıpır kıpır bir hareketlilik hissettim. Başımı çevirince onu gördüm. Yemyeşil gözleri, sonbahara inat, çimenler arasından şırıl şırıl akan küçük, hırçın bir dere gibiydi. Esmer yüzünde, esmerliği kapatmak istercesine, inadına kızarmış elma yanakları, mevsimin sonbahar olduğunu tekrar hatırlatıyordu. Annesi kucağına oturtmuş, parmaklarını da birbirine kenetleyerek, onu sarmış, adeta hapsetmişti. Çocuk, annesinden kurtulmaya çalışıyordu. Ancak her hareketinde annesi onu biraz daha sıkıyordu:
-Bak bu abla öğretmen... rahat dur...bak sonra sana kızar...
Ben öğretmenim, rahat durmayan çocuklara, bahar gözlü, elma yanaklı, taze ceviz kokulu olsalar da kızarım... Aman Allahım... Nasıl kızayım? Çocuğun elma yanaklarını öpmemek, kıvırcık siyah saçlarına burnumu dayayıp koklamamak, o küçücük parmaklarını avucumun içine alıp sevmemek için kendimi zor tutuyordum.
-Cam kenarına oturmak ister misin?
Cam ile benim aramda küçük bir yer ayırdım, ona gösterdim. Başını belli belirsiz salladı, öyle ki sadece ben görebildim. Çocuğu annesinin kucağından alıp, gösterdiğim yere oturttum. Hemen camdan dışarı bakmaya başladı. Kedinin, uçuşan yaprakları kovalamasını seyrediyordu. Otobüs hareket edince, arkasını dönüp bize baktı. İnsanların üst üste, tıkış tıkış görünen manzarasını beğenmedi, tekrar dışarı bakmaya başladı.
Aa o da ne?.. Bir otobüs de dışarda var. Bu otobüs siyah, ama bizimki gibi ayakta değil, yere yapışık gidiyor... Bizimkiyle aynı hızda gidiyor hem de... Acaba yarışıyorlar mı?.. Bizimki geçer canıım...Yok... Geçmeye çalışmıyor... Bizim otobüs tümsekten, çukurdan geçerken zıplıyor... o otobüs de zıplıyor... Hem de aynı anda...
Çocuk, oturduğu yerden biraz yükselerek şoföre doğru baktı... Şoförün haberi var mıydı acaba bu inatçı takipçiden?...
Yine burnunu cama dayayıp, dışardaki otobüsü izlemeye başladı.İlerde bir ağaç var, kesin ona çarpacak... çarpacak... çarpııyoor... çarpmadı. Otobüs ağacın üstünden kırılmadan akıp geçti. Belki suya düşecek... düşecek... düşmedi. Sudan da geçti. Taş, toprak, hendek, ağaç, kaya... bana mısın demiyor. Hepsinin üstünden geçebiliyor. Bir ara yerdeki otobüste kendisi gibi bir çocuğun olduğunu düşündü. Küçücük elini önce cama dayadı. Sonra el salladı, sadece kendisinin görebildiği küçük çocuğa.
Dışardaki siyah otobüsün dere-tepe, tarla-çayır, ağaç-kaya demeden akarcasına geçmesini seyrederken gözleri önce donuklaştı, göz kapakları kapandı, uyumaya başladı. Belki de rüyasında, siyah otobüsün içindeki siyah çocukla arkadaş oldu, camdan cama, sadece ikisinin anladığı bir dille konuşuyorlardı.
Sonbaharın baskın rengi sarının yanında, yer yer kırmızının, bordonun, kahverenginin, yeşilin bol bol kullanıldığı bir tabloya bakar gibiydim. Dışardaki ressam, renklerde hiç cimri davranmamış, üstelik, hepsinin üstüne ara ara beyaz, çoğunlukla gri bulutlara da yer vermişti.
Çocuğun başı hafif eğildi, sallanmaya başladı. Alıp arkasına yaslasam uyanabilirdi, o yüzden sadece kolumu onun başının altına destek yaptım. Bizim göremediğimiz arkadaşıyla ayrılmasını istemiyordum.
Otobüsümüz, Kayseri yoluna çıktığı zaman yol boyu bizimle gelen diğer otobüs de arkamıza düşmüş, hem de kısalmıştı. Onu görmemiz artık mümkün değildi. Çocuk uyumaya devam ediyordu, benim de kolumda yüzlerce karınca dolaşırken biraz sonra hepsi ısırmaya başlamıştı bile. Neyse ki yolumuz bitti ve Niğde Otogarı'na girdik.
Terminale gelince, önce ayaktaki yolcular indi. Annesi çocuğa;
-Hadi kalk oğlum geldik.
Deyince çocuk birden irkildi, hemen dışarı baktı. Aradığını bulamadı.
-Nerde?.. Nerde?..
Diye çırpındı. Annesi;
-Ne nerde? Geldik işte... hadi iniyoruz.
Çocuğun zümrütlü gözlerinin hüzünlü bakmasına gönlüm razı olmadı.
-Gitti... Onlar güneşi pek sevmezler... Güneş çıkınca kaçtılar.
Dedim. Biz de otobüsten indik, uyuşan kolumu hareket ettiremiyordum, çantamı diğeriyle taşıdım. Konya otobüsü için bilet alıp, dışarı çıktığımda, çocuğu annesinin elinden tutmuş, ayaklarının altında iyice küçülmüş olan gölgesine basmamaya çalışarak yürüdüğünü gördüm. Annesi;
-Doğru yürüsene, ne zıplayıp duruyorsun!
Diye kızıyordu.