Anne Kucağı
Dışarda yağmur vardı. O yüzden herkes içerdeydi. Öğle tatili bitmiş, yeni başlayacak dersi bekliyorduk. Ders... yine ders... öğle tatili... ( o da tatil değil, gene yapmak zorunda olduğumuz şeyler)... sonra yine ders... Hayat böyle akıp gidiyor. Hepimiz buraya gelebilmek için sınavlara girmiştik. Hâlimizden memnun olmamız lâzımdı. Belki bitmek bilmeyen kış, yerden kalkmayan kar ve buz, belki de sonu gelmeyecek gibi görünen bu yağmurlar bana bunları düşündürüyordu.
Üstten gelenler, lisans tamamlayanlar, arada bir kaç tane yüksek lisans öğrencisi ve biz... sınıfın gerçek sahipleri 4’ler... bu geniş salon bile, hepimize birden, dar gelmişti. Kapının önünde -hoca gelene kadar- toplaşıp konuşan, bu dönem beşinci senelerini okuyan grup... içerde bir yer bulma rahatlığı içinde ders notu alış-verişi yapanlar... oturdukları yerde yığın olmuş, o hafta çıkan dergileri okuyup, yazı ve şiirleri tartışanlar... Salonda devam eden sürekli bir uğultu...
Şöyle gözlerimi kapatsam, hemen, ama kimse farketmeden memlekete gidiversem... sadece güneş batınca sobaların yakıldığı, sokaklarında karda-buzda kayma tehlikesi olmadan, yüründüğü, gündüzleri pencereyi açınca içeri sadece temiz havanın girdiği, portakalın, mandalinanın dalından koparılıp yenildiği, “ideal yer” anlatımlarında sıkça tekrar edilen “ temiz hava, bol güneş”in olduğu memleket... Ama en çok ayakkabıları çıkarıp, halıya çorapla basmak, çıtırdayan sobanın üstünde kaynayan çaydanlık...çay kaşığı şıkırtısı... annemin ve babamın güven veren, koruyucu varlığı... bir sorun olunca çözümünü bize bırakmayan, sırtımızı dayadığımız yüce dağlar...
Sıcak memleketle birlikte sıcak ana kucağını hatırlayınca “hangisi geçici, hangisi asıl?” demekten kendimi alamadım. Bura asılsa, burdan sonra, vatana hizmet için dağılacağız. Okulumuz, hayat yolunda, geçerken uğradığımız bir han olarak kalacak. Asıl olan aileyse, nerde olursak olalım dönüp oraya geleceğiz. Belki sadece bayramlarda... ama yıllar sonra bizi arayanlar, bizi yine o aile adresinde bulmaya çalışacak.
Bu uğultulu sınıfta dersin başlamasını beklerken, sobanın sıcaklığını, çaydanlığın buharını, annemin yakayı, sırtı, kolu üstümüzde ölçtüğü örgüsünü, babamın bulmacasını özlediğimi farkettim. Başımı kaldırıp kapıya baktığımda onlardan birinin içeri girdiğini görmek istedim.
Birdenbire tam karşımda kasketli, ak sakallı, güleç yüzlü bir amca belirdi. Kasketiyle aynı kumaştan ceketi-şalvarı, ayaklarında el örgüsü çorapları, lastik pabuçları...Arkasında kalın başörtülü, örgü hırkalı, kadife şalvarlı bir de teyze duruyordu. Bu, görmeye alışık olmadığımız yaşta ve samimiyetteki güzel insanlara gayri ihtiyâri sordum:
— Kime baktınız amca?
— Ben Mehmet Ali’yi arıyorum, bu sınıfta mı?
Hiç cevap vermeden arkamı döndüm. Gözlerimle Mehmet Ali’yi aradım. Belki kıskandığımdan, belki sadece sınıf kalabalık olduğundan, yerimden kalkmadan seslendim:
—Mehmet Alii... Mehmet Alii...
Benim sesimle birlikte uğultu kesildi. Bütün gözler bana çevrildi. Bu defa ne diyeceğimi bilemedim. Sorar bir tonla ve daha kısık bir sesle:
— Mehmet Ali...?
Duvar kenarında, hatta en köşede oturan Mehmet Ali’nin etrafı, yakın arkadaşlarıyla doluydu. Büyük ihtimal Dergah, belki Dolunay belki de Türk Edebiyatı dergilerinden birini okumuşlar, tartışıyorlardı. Benim ikinci seslenmemden sonra hepsi kenara çekildi. Mehmet Ali, oturduğu yerden, sadece gözleriyle “Ne?” dedi.
Önümde duran amcayı elimle gösterip;
— Misafirlerin var!
Bu defa arkadaşlar iyice kenara çekilip Mehmet Ali’nin görmesini sağladılar. İlgisiz bir şekilde eğilip baktığında;
— Bab... bab... babb...
Diye kekeledi. Yavaş yavaş yerinden kalktı. Kendisine yol açan arkadaşlarının önünden sendeleyerek yürümeye başladı. Her adımda “Bab... bab...” diyordu. Tam karşısına gelince, alıp da veremediği bütün nefesleri bir anda boşalttı:
— Babaaa
Amca, oğlunun yüzünü iki eli arasına alıp gözlerinden öptü. Teyze, kocasını ani bir hareketle itekleyip oğluna sarıldı:
— Yavruuum... guzum!
Başını göğsüne bastırdı, saçlarını öpüp kokladı. O anda, annesinin bağrına bastığı yavrusu, Mehmet Ali değil de sanki bendim. Kadının tertemiz sabun ve leylak kokusunu kendi içimde hissettim. Dönüp babaya baktığımda, titreyen elleriyle mendilini çıkarmış, gözlerini siliyordu. Kıpkırmızı olmuş gözleri ve kıpır kıpır dudaklarıyla, belli belirsiz “Sağol kızım” dedi. Yanağımda bir ıslaklık hissettim. Baktım ben de ağlıyorum.
O ak sakallı, tombul yanakları parmaklarımla sıkıştırıp şapır şupur öpmek istedim. Mehmet Ali’yi kenara itip, “Çekil ben de accık sarılayım, ben de özledim anne kokusunu” demek istedim. Bunun için yerimden kalkmaya teşebbüs ettim. Ama daha tam olarak kalkamadan “pat” diye geri oturdum. Acaba kalkarken bir yere mi takılmıştım. Elimle sağımı-solumu kontrol ettim. Takılan bir yer yoktu. Yine denedim. Fakat yeniden, hatta daha sert bir şekilde tekrar oturdum. Döndüm, arkamda oturan arkadaşa:
— N’oluyor be?
— Nereye böyle?
— Çok duygulandım, teyzeyi ben de öpeceem.
— Öpemezsin.
— Niye?
— Seni Mehmet Ali’nin sevgilisi sanırlar. İhtiyarcıkların kafasını karıştırma!
— Ne alaka canım? Sınıfımıza bir anne gelmiş, elini öpmeyelim mi?
— Hayır! Bırak Saadet öpsün.
— O öpsün... mecbur öpecek. Ama ben uzaktan mı bakacaam?
— Evet!
Kestirip attı. Saçları daima kısa kesim, gömleğinin yakası sonuna kadar ilikli, ciddî, çalışkan, otoriter bir arkadaştı. Bu özelliğinden olsa gerek hepimiz ona direkt ismiyle seslenmez, “Yüksel Hanım” derdik. Yüksel Hanım’ın otoritesini geçemeden, bu sevgi yumağını sadece seyretmekle yetindim.
Nasıl bir yasaktı böyle? “İhtiyarcıkların neden kafası karışacak” ki? Arkadaşımızın annesi bizim de annemiz gibi değil mi? Küçükken, bayramlarda, sokaktan geçen bütün yaşlıların elini öpüp bayramlaştığımız günler çok mu geride kaldı? Bu nasıl bir yasak? Sadece eyleme değil, duygulara da... Sırf yanlış anlaşılma korkusuyla, en sıcak duyguları, özellikle özlemi saklama, hatta yasaklama...
Biraz sonra koridordan, koşarak gelen topuklu ayakkabı sesi duyduk. Biri koşa koşa bizim sınıfa yaklaşıyordu. Gözlerim kapıda, tahmin ettiğim kişiyi beklemeye başladım.
Evet yanılmamıştım, gelen Saadet’ti. Mehmet Ali’nin kız arkadaşı.
— Teyzemm!
deyip, sarıldı. Yaşlı kadın neye uğradığını şaşırmıştı. Bu abartılı sevgi gösterisine bir anlam veremedi.
— Ayy teyzem... bana dediler, Mehmet Ali’nin annesi-babası geldi dediler. Hemen koştum, geldim. Biz onu çok severiz... Ayy iyi ki de geldiniz!
Kadın da bu heyecanlı genç kıza sarıldı. Ama Mehmet Ali’de bir tereddüt vardı:
Ayağının biri içerde, biri koridorda tam eşikte duruyordu. Gözleri endişeli ve sorarak bakıyordu. Aklından geçeni tahmin etmek zor değildi.
Mehmet Ali çalışkan bir çocuktu. Derslerini günü gününe takip eder, hiç devamsızlık yapmazdı. Bir ayağı annesigille birlikte gitmek istiyordu, bir ayağı derste kalmak... Dayanamadım, olaya karıştım:
— Tamam Mehmet Ali, gidebilirsin. Ben burdayım merak etme!
İşaret parmağını bana uzatarak;
— Senden alırım, ona göre.
— Tamam Mehmet Ali alırsın. Hadi şimdi git, anneni babanı derse sokmuucaan heralde...
— Bak alırım dedim, başkasına vermiiceksin... sadece bana...
Bu arada teyze, teyzenin koluna girmiş olan Saadet, amca, Mehmet Ali’nin yakın arkadaşları... onunla benim aramızda tenis maçı varmış gibi her konuşmamızda başlarını bir ona bir bana çeviriyor, bizi dikkatle dinliyorlardı.
— Mehmet Ali tamam dedim. Merak etme sadece sana vereceem. Hadi git.
— Bak söz ver, kimseye vermiiceen, ona göre...
— Tamam söz... Sadece sana vereceem.
O sırada tam aramızda bulunan Cihangir bir kahkaha attı, Mehmet Ali’nin kolundan tutup dışarı çıkarırken, tane tane;
— Tamam Mehmet Ali... sen git... bak sadece... sana... verecek...
Arkadan amca, teyze ve Saadet de çıkıp gittiler. Tam o sırada sırtımda bir acı hissettim. Yine Yüksel Hanım’dan, bu defa, darbeli bir müdahale vardı:
— N’oluyor be?
— N’olacak... gene yaptın yapacaanı...
— Ne yapmışım ki?
— Ne alıyonuz, ne veriyonuz öyle?
— Ders notu...
— Ne?
— Ders notu... Bu derse giremeyince benden notlarımı istedi. Ne var ki bunda?
— Haa...
.....