1.3-) ‘Cihad’ Kavramından Yola Çıkılarak, Kabuğun Özsel Yorumuna Bir Bakış
Burada bir parantez açarak, öneminden dolayı yukarda verdiğimiz (29/6) ayeti üzerinde biraz duralım. Ayet, Hak uğrunda yapılan cihadın sadece toplumsal boyutlu, kâfirlere karşı yapılan bir savaş olmadığını işaret eder. Asıl olan haliyle, kişinin kendi nefsindeki kâfirliğe karşı yapılan bir savaş olduğunu vurgular. Zira nefsin kâfirliği (kâfirliğin kelime anlamıyla alacak olursak, gerçeği örtüşü), Allah’ı İslami anlamda anlatmaya
çalıştığımız şekliyle bilememe
halidir. Çünkü bilinç Mutlak varlığı değil ; izafi, geçici, yok olucu
varlıkları algılar. Her an Mutlak gerçeği örtme halindedir. Kişi Allah’ı bilme
yolunda ilerlediğinde, bunu ancak kendisinin yararına, kendi gelişim ve
ilerlemesini sağlayıcı yolda yapmış olacaktır. Allah Gani olduğundan, kişinin ‘O’nu
bilmesine ihtiyacı yoktur. Cihat da aslen, kabuk nefsi törpüleyerek özsel nefsi
açığa çıkarma çabasıdır (Nefsin bu 2 yönü için Bölüm
Bu bağlamda; Allah’ın âlemleri bilinmek için yarattığını söyleyen kutsi hadis Allah’ın zati istekleri için değildir. Varlıklara bahşettiği lütfu açısından ele alınmalıdır. Allah’ın isteklerini, (deyim yerindeyse tatmin etmek için değil) insanın huzuru bulması için Allah’ı bilmesinin gerekliliği üzerinde düşünülmelidir. Yani bilinç, Allah âlemleri bilinmek için yaratmıştır. O zaman kişi ‘Allah’ı bilmekle yükümlüyüm ve bunu gerçekleştirdiğim oranda huzur içre olurum’ diyerek bir pay çıkarmalıdır. Bu yüzden Hak uğrunda cihat eden, ancak kendisi için cihat etmiş olur. Bu, Allah’ın yararına olacak bir şey değildir ( Haşa!). Çünkü kesinlikle Allah âlemlerden ganidir.
Mümin; her an kendisini arzularının ve geçici dünya hayatının esiri yapmak isteyen, batıl yolların zevk ve çıkarlarıyla kandıran ve de böylece özündeki sonsuzluğa açılmasını engelleyen, onu dünya hayatının metalarıyla, kendi bedensel bütünlüğüyle sınırlandıran nefsinin karanlık yüzünün işbirlikçisi şeytanla savaşmak zorundadır. Bu durumda ise ibadet; emir ve yasaklara uyma ve benzeri tüm dini vecibeler, insanın çetele tutan bir tanrıya karşı borçlarını ödemesi değildir. Toplumsal düzene yaptıkları katkının özünde esas itibariyle, toplumsal düzeni sağlayanın da o toplumu oluşturan bilinç düzeylerinin gelişmişliği olduğu gerçeği düşünülmelidir. İnsanın bilincini geliştirici yönüyle dikkate alınmalıdır. Bu kitapta üzerinde duracağımız en önemli konulardan biri de budur.
Hak uğrunda cihat ediş, savaş alanında yapılacak bir çarpışma değildir. Hasan Basri’nin(10) dediği gibi, "İnsan hiç kılıç kullanmaksızın bile Allah yolunda cihad edebilir." esasıdır. Hayatın her cephesinde yapılacak olan bir savaştır. Allah; insanın kendisini geliştirip ilerletmesi için, cihat yoluyla kötülükleri silmesini ister. Hak yola ulaşması için, dünya hayatında iyiliğin baskın unsur halini almasını sağlaması ve bundan dolayı bu hayatın özünde hali hazırda işler durumda olan ahiret hayatının iyilikle dolu Cennet yönüne katılması için cihadı emretmektedir. Mümin, böyle bir cihatla Allah'a bir iyilik yapmış veya zoraki bir eyleme girmiş olmaz. Sadece kendisine iyilik ve yardımda bulunmuş olur.1
Hz. Muhammedi’in, Mekke’nin müslümanlar tarafından alınmasından sonra söylediği “Küçük cihat bitti, büyük cihat devam ediyor.” mealindeki hadisi,
günümüzde ve gelecekte de bu anlamıyla geçerliliğini sürdürecektir. Savaş anlamındaki cihat, müslümanlığın başlangıçta var olabilmesi için yapılmıştır. Ortadan kaldırılıp gelecek kuşaklara yansımasının engellenmemesi için zaruri olarak müminlerin kendilerine karşı yapılan savaşa verdikleri cevaptır. Artık savaş anlamında bir cihada hacet yoktur. Fiili saldırılar vukuunda ancak küçük cihada yeniden başlanabilir. Fikri ve felsefi alan da dahil olmak üzere, Müslümanlığın insanlık tarihinde ve dolayısıyla şuurunda yer almış olduğu andan itibaren, artık yapılması gereken sadece tebliğ ve büyük cihatdır.
Bu anlamda küçük cihatla ilgili bir çok ayet Kur’an’da yer almaktadır. Böyle bir cihadı tasvip etmeme halimiz, bu ayetleri inkâr olarak anlaşılmamalıdır. Zira böyle bir cihada ihtiyaç duyulduğu an o ayetler yine yürürlüktedir. Bu da aslında ayetlerin hükmünün daim olduğunu gösterir. Zira her an ya da gelecekte bir an küçük cihada yine ihtiyaç olabilir.
Ancak kitabımızın ileriki bölümlerinde yer yer üzerinde duracağımız gibi, İslam’ı yorumlamada en önemli kriter; vahyin ona bakan bilince göre şekillenmesidir. İnsanın idrak düzeyi oranında Kur’an’dan nasiplenmesi gerçeğidir. İslami düşüncenin temel unsurlarını tam olarak kavrayamamış zihinler, kendi idraksizliklerini vahyin metinlerine yansıtmaktadırlar. Bunun sonucu olarak İslam’ı bir vahşet ve toplumsal hukuk dini olarak algılayıp, algılatmaktadırlar. Bu anlamda Kur’an’daki toplumsal hukuk kurallarına yönelik birçok ayet de, o zamanki hukuksuz bir topluma hukuk bilincini kazandırmaktır. Toplumu örgütlü bir devlet sistemiyle yöneterek İslamiyet’i güçlendirmek yönünde inmiş ayetler olup, o zamanki koşullar için geçerlidir. Her an ve yine gelecekte bir an böyle bir cehillik dönemi ortaya çıkarsa veya bazı toplumlarda boy gösterirse ayetler o an ve orada yine geçerlidir. Bu da yine şer’i ayetlerin de hükmünün daimliğini gösterir. Ayrıca bu tür şer’i ayetlerin aslen ruhu daimdir. İnsansal hukuk sisteminde bu ruhu çeşitli aygıtlarla yansıtıp toplumda etkin kılmada kullanılmalıdır.
Şu iyi bilinmelidir ki; Kur’an’ın tüm ayetleri, zahiri (görünen, ilk bakışta anlaşılan) yönüyle ezelden ebede geçerli olan ayetler değildir. Toplumsal hukuka yönelik ayetler, özleri itibariyle hep geçerlidir. Ancak şekilsel anlamda sadece o anki toplum yapısına yönelik olan ayetlerdir. Günümüzde hukuk alanında medeniyetin kat ettiği yol, o zamanki topluma tavsiye edilen şekli uygulamaların uygulanmasını engeller. Zira artık bu bilinç oturttulmuş ya da gelişmeye başlamıştır. Ancak özsel olarak bu tür ayetlerin hükmü her zaman geçerli olmak zorundadır. Zaten hukuk sisteminin de özünü oluşturmak durumundadır. Klasik bir örnek olarak:
“Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah'tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (5/ 38)
ayeti gereğince her hırsızın tutup da elini kesmezsiniz. Geçmiş çağlarda, İslam tarihinde ve de daha yakın dönemlere örnek olarak tüm Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde, gerçek
anlamda fiili ‘el kesme’ cezası çok az sayıda gerçekleştirilmiştir. Ama hukuk sisteminizde, toplumsal refahı koruyacak derecede hırsızlığa hak ettiği cezayı vermek, insanları hırsızlıktan ‘el çektirmek’ zorunluluğu unutulmamalıdır. Emri bu öz yönünde gerçekleştiremezseniz toplumun hırsızlar cenneti haline gelme ihtimali vardır. Ancak bu ihtimali engellemek içinde gerçek anlamda el kesmek zorunluluğu yoktur. Burada önemli olan, suçluya ceza verirken bile zulme yol açmamak, aşırıya kaçmamaktır. Ancak en az aynı derecede önemli olan şey, mazluma zulmü engellemek için suçu hafif cezalarla geçiştirmemektir. Dengeyi bulmak, kurmak ve uygulamak hukuk biliminin görevidir.