3-) Ezelden Ebede

 

                                   Amerikalı astrofizikçi Hugh Ross, yaradılışı şöyle açıklar:

 “Ateizm, Darwinizm ve 18. yüzıldan başlayıp 20. yüzyıla kadar uzanan felsefelerden doğan tüm ‘izm’ler, evrenin sonsuzdan beri var olduğu varsayımına, bu yanlış varsayıma dayanmışlardır. Big Bang'ın tekilliği ise, bizleri evrenin ardında yer alan bir Sebep'le yüz yüze getirmiştir ki, bu Sebep, hayat dahil her şeyin asıl kaynağıdır. Bu sebebe dayanarak oluşta olan cansız dünyada atomların ne kadar hassas dengelerle düzenlendiklerini, canlı dünyada ise bunlar kullanılarak yapılan proteinler, enzimler, hücre gibi yapıların ne denli olağanüstü mekanizmalar olduklarını gözlemleyebiliriz.”

                                  İşte bu sebep, evreni gözlemlediğimizde karşımıza çıkan planlamanın ve yaradılışın kurucusu olan sebeptir. Bu sebep’in dayanağı olan yaratıcı’yı ise evren içre gözlemleyebilmek muhal olup; ‘O’, ancak yarattıklarının vasfında kendini gösterebilir. Bu, ‘O’nun her varlıkta içkin olduğu kadar, evrenden aşkın da olması gerekliliğinden gelir. Bu düşünce; varlığın, evrenin birinci açıklaması ya da yoludur.

                                  Evreni yaradan, onda içkin ve ondan aşkın bir gücü kabul etmememiz halinde mevcut olan bu evrenin tek açıklaması, evrenin sonsuza kadar uzanan bir madde yığını olduğu ve bu halin sonsuz zaman içre sürüyor olması gerekliliğidir. Yani evrendeki varlıkların ve dengenin, evrenin kendi eseri olabilmesi için, evrenin ezelden ebede hem de bilinçli bir halde oluyor olması gerekmektedir.  Bu da ikinci yoldur.

                                   Ancak ikinci yola göre de, evrende gözlemlediğimiz hiçbir şey Mutlak Yaratıcı değildir. Evrenin kendisi yani düşünebileceğimiz her noktası yaradandır. Yani evrende nereye gidersek gidelim Allah’la karşılaşamayız.                                                          

                                   Bu durumda Allah’a inanan ve inanmayanların yani 1. ve 2. yolun ortak noktası; ironik bir bakışla Allah’ın evren içre gözlemlenemeyeceği gerçeğidir. Fakat Allah’ın olmaması halinin kabulü, ancak evrende bize yaratılmışlık olarak gelen oluşumun evrenin kendisinden kaynaklandığını felsefi temelde ispatlamakla mümkün olabilir. Ya da 1. yola yönelip, gözlemlediğimiz yaradılışın, evren içre herhangi bir yerde bulunan bir yaratıcının değil, hem boyutsal özdeki madde ötesi olan, hem de evrenden aşkın olan bir Yaratıcı’nın işi olduğunu kabul etmek gerekir. Öyleyse bu iki yoldan başka izah yoktur.

                                    Bazı düşünürler, Allah’ın (mesela denizin balıkları, atmosferin bizi kuşatması gibi) evreni kuşattığını söylerler. Ama bu insanlara göre, aslında evren ve yaratıcısı ikiliği söz konusudur. Bu fikrin iyice düşünüldüğünde, olamayacak bir şey olduğu ortaya çıkar.

                                     

 

                                   1. yolu kabul eden İslam’a göre ise, her şey Yaradan’dan südur etmiştir. Evren, Allah’ın varlığıyla ve varlığından vardır. Ancak Allah, evrenin varlığıyla sınırlı değildir. İşte bu kabulün zıddı olabilecek tek açıklama,  eğer madde Tanrı tarafından yaratılmamışsa ; ezeli ve ebediliğini, zaman ve mekanda sonsuzluğunu kabul etmektir . İşte bu , Materyalizm olarak isimlendirilir.

                                      Materyalizmin bu görüşünün, özellikle son dönem bilimsel gelişmelerle kabul edilmesi mümkün değildir. Çünkü bilim bugün Big- bang teorisiyle, maddi evrenin bir yaşının olduğunu yani ezeli ve ebedi olmadığını ortaya koymuştur. Bu nedenle biraz daha mantıklı olabilmesi için Materyalizm düşüncesinde şöyle bir iyileştirme yapabiliriz:  Madde, gözlemleyip madde diyebileceğiz formda olmasa da, şu anda, geçmişte ya da gelecekte farklı bir formda olsa, ya da bürünse bile aslen sadece gerçekte olan odur. Maddi özün, gözlemlediğimiz hale gelerek madde kalıbına bürünüşü dolayısıyla maddi âleme bir yaş biçebiliriz. Ancak dayanağı olan öz, ezelden ebede vardır. Fakat bu durumda Materyalizm, ister istemez bir nevi Panteizme(16) bürünmüş olacaktır. Dolayısıyla Materyalizm ve Panteizm, Allah’a ait vasıfları maddeye ya da özüne ve son tahlilde evrene vermektedir. Allah’ı inkâr için bunu da yapmak zorundadır. Çünkü daha önce de üzerinde durulduğu gibi, bu vasıfların evrende bir şekilde olması zorunludur. Örneğin;her şey değişiyorsa değişmeyen bir şeyin, ezelden ebede olan bir ya da bütüncül bir varlığın bulunuyor olması zaruridir. Ki; şu anki değişim üzere varlıklarını devam ettiren tüm varlık alemi ona dayansın. İşte Materyalizmin dediği, bu değişmez ve ezelden ebede olan şeyin maddenin ve evrenin özü olduğunu, ancak bu özde bir doğaüstü ya da evren üstü güç bulunmadığını belirtmekten başka bir şey değildir.                                                                       

                                 Tam bu noktada ezelilik ve ebedilik vasfını, maddenin özü almış olur. Zira bu vasfı maddenin alması, çok basit olarak,( sadece yıldızların maddi varlığını ele aldığımızda bile), kabul edilebilir bir görüş olamaz. Yıldızları oluşturan hidrojen gazı, nükleer tepkimeyle helyuma dönüşmektedir.  Bu, yıldızların muazzam enerjilerinin de kaynağıdır. Eğer maddi evrenin bir başlangıcı olmayıp madde sonsuzdan geliyor olsaydı, yıldızlardaki tüm hidrojenin tamamen tükenmiş ve helyuma dönüşmüş olması gerekirdi. Bu noktada belki sonsuz başlangıç noktasına şu anda yakın olduğumuzu, o yüzden yıldızların yakıtlarının daha tükenmemiş olduğunu söylenebilir. Ama bu anlamsızdır. Çünkü aslında sonsuz başlangıca yakın olabilecek bir anda yoktur . Sonsuz başlangıç fikrini kabul ettiğinizde ise bir başlangıç noktasından bahsetmek abes olur ve sonsuz son fikri de kendiliğinden kabul edilir. Yani ezelden olan şey, ebede olmak durumundadır. Fakat yıldızlarda bulunan hidrojen gazının henüz tükenmemiş olması ve bu gazın sürekli helyuma dönüşerek enerji üretmeye devam etmesi, maddi evrenin sonsuz olmadığının ve bir başlangıcı olduğunun, dolayısıyla sonu da olacağının (örneğin bünyelerindeki tüm hidrojenlerin helyuma dönüşerek, tüm yıldızların, deyim yerindeyse, ölecekleri anın öngörülebilmesi gibi) kanıtlarından birini oluşturmaktadır.

                                

 

                                     Öyleyse ezelilik ve ebedilik maddi evrene değil, belki ancak onun özüne verilebilir. Böyle durumda da yukarda belirtildiği gibi bir nevi Panteizm kabul edilmiş demektir. Maddesel öz, ezelden ebede olarak vardır. İçinde bulunduğumuz evrensel kesitte, maddi olarak yansımaktadır. Ama bu maddi evrenin sonunda, maddi evrenin başında olduğu gibi, tekrar sadece özsel haliyle mevcut olma durumuna dönecektir. Öyleyse bu öz, şu anda da gözlemlediğimiz maddi halinin içinde (derununda), halen mevcut olmalıdır ki madde ona dayanarak olsun. Yani bir nevi suyun buz haline geldikten sonra da buz içinde mevcut  olması gibi... Öyleyse bu öz,  sadece madde kalıbı içinde olmak durumunda olmayabilir. Şu anda da maddeye bürünmüş ve bürünmemiş halde mevcut oluyor olabilir. İşte bu noktada, Panteizm düşüncesi de yavaş yavaş 1. yola dönüşmeye başlar.

                                    Öz, gözlenen evrenin haricinde de oluyor olmalıdır. Hatta gözlenen evreni bilinçli bir şekilde oluşturuyor olmalıdır. Aksi hal bizi, maddede ve sadece maddi yönden ele alındığında maddenin bir uzantısı olan insanda açığa çıkmış olan bilincin kaynağının meçhul olmasına götürür. Evrende gözlenen oluşun bilinçsiz bir özden geliyor olması, bizim gibi düşünen 1. yol mensupları için olamayacak bir şeydir. Ancak aksini düşünenlere, hiç şüphesiz olarak kabul ettirebileceğimiz bir gerçek de değildir.

                                  Sonuçta tüm bu felsefi ve bilimsel çıkarımlar inanç noktasında kilitlenip kalır. Ama en azından bilimsel ve felsefi çıkarımlarla, ezelilik ve ebediliğin olması gerektiği ve bunun da maddenin bizatihi kendinde değil, ancak özünde olabileceği şüphesiz bir biçimde ortaya sürülebilir. Bundan ötesi ise, kişinin kendi sağduyusuna bırakılmak zorundadır.

 

       3.1-) Yoktan Var olmanın Gerçek Yüzü: İzafi Yoktan İzafi Var oluş

 

                                    Maddi evren ister maddesel özden, ister Allah’ın yaratmasından olsun, Big-bang teorisiyle de ortaya konduğu gibi, yok iken, yokluktan var olmuştur. Artık var olmuş olan evrende maddenin yoktan var, vardan yok olacağı söylenemez. Ama belki, bilimsel ve felsefi çıkarımlar, bizi, maddenin başlangıçta yokken ve yoktan var olduğunu kabul etmeye zorlamaktadır. Bu ise bilinçli bir müdahale yani yaratılmışlık anlamına gelir.

(“O Allah gökleri ve yeri yoktan var edendir.” (Enam Suresı, 101))  

Ancak bu noktada, ilerde inceleyeceğimiz, varlık vardan meydana gelmiştir görüşünün bir çelişki olduğu düşünülmesin. Bu, olaylara bakılan boyut ve bu boyuttaki fikrin doğduğu idrakle alakalıdır. Bizim yokluk sandığımız ve yok olarak bildiğimiz şey; daha önce belirttiğimiz ilerde de sık sık üzerinde duracağımız gibi mutlak hiçlik değildir. Bize zaruri olarak yokluk

 

şeklinde görülen Allah’ın varlığıdır. Yani ‘O’nun ‘Hu’ mertebesidir. Allah’ın varlığını yokluk bilen ya da ‘O’na yok diyen felsefi görüşler, yani 2. yol da dayanağını bu temelden almaktadır.

                                 Materyalist fizikçi A.S. Eddington, bilimsel çevrede Big-bang teorisinin kabulünün doğurduğu durum için "felsefi olarak doğanın şu anki düzeninin birdenbire başlamış olduğu düşüncesi bana itici gelmektedir" derken, aslında ezeli ve ebedi bir dayanak noktasının zaruriyetini itiraf etmektedir.  Bu dayanağın maddenin bizatihi kendisi olduğunu düşündüğünden, maddi âlemin birden bire bir noktadan oluşmaya başlamış olmasının saçmalığını dile getirmektedir. Öyle ya, yokluğa, gerçekten mutlak yokluk gözüyle bakarsak tüm bu evrenin birden bire yokluktan oluşması gerçekten saçmadır.

                                 Ünlü Ateist felsefeci Anthony Flew de, bu konuda şunları söyler:

"İtiraflarda bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini söylerler. Ben de bir itirafta bulunacağım: Bıg- Bang modeli, bır Ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir. Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir: Evrenin bir başlangıcı olduğu iddiasını. Sadece evrenin bir sonunun ve başlangıcının olmadığını kabul ettiğimiz sürece, evrenin şu anki varlığının mutlak bir açıklaması olduğunu savunabiliriz. Ben hala bu açıklamaya inanıyorum, ama bunu Big- Bang karşısında savunmanın pek kolay ve rahat bir durum olmadığını itiraf etmeliyim.”

                                 Buradaki ‘”Sadece evrenin bir sonunun ve başlangıcının olmadığını kabul ettiğimiz sürece, evrenin şu anki varlığının mutlak bir açıklaması olduğunu savunabilmek’” düşüncesi daha önce dediğimiz gibi, değişenin değişmeze dayanmak zorunda olmasının zaruri bir sonucudur. Ancak bu madde ötesi değişmezi kabul etmeyip, değişmezin maddenin mutlak kendisi olduğunu söylerseniz, üzerinde durduğumuz gibi, mutlak hiçlikten oluşan bir varlık âlemi fikrinin saçmalığıyla karşı karşıya kalırsınız.

                                Ünlü Amerikalı astrofizikçi Hugh Ross ise, bu durumda varılması gereken çözümü şöyle açıklamış oluyor: "Eğer zaman ve madde, patlamayla birlikte ortaya çıkmışsa, o zaman evreni meydana getiren nedenin, evrendeki zaman ve mekandan tamamen bağımsız olması gerekir. Bu bize Yaratıcı'nın evrendeki tüm boyutların üzerinde olduğunu gösterir. Aynı zamanda Yaratıcı'nın bazılarının savunduğu gibi evrenin kendisi olmadığını ve evreni kapladığını, ama sadece evrenin içindeki bir güç olmadığını kanıtlar."

 

         

 

 

3.2-) Bilinç

                                  Maddi evrenin sonsuz büyüklüğü hakkında artık gelişen astronomi sayesinde hemen hemen her insanda bir fikir oluşmuş durumdadır. Bu muazzam mekansal ve zamansal büyüklüğü düşünmeye dalan insanın, maddi varlığının ve çok değerli yaşam süresinin hiçliğini idrak edip ürpermemesi pek zordur. Ancak bu düşünemediğimiz büyüklükler karşısında fark ettiğimiz hiçliğimiz, sırf bunu fark eden bilincimiz açısından, bizim sanıldığı kadar değersiz olmadığımızın da ispatıdır. Sonsuzluğu bu ölçüde kavrayabilen bir bilinç, deyim yerindeyse bilinç boyutu itibariyle sonsuzluğa da ulaşmış demektir. Yani insanın maddesel varlığı bir hiç olabilir. Ancak bilinci, kolaylık açısından bilinçsel varlığı da mekansal bir büyüklük olarak düşünürsek, neredeyse sonsuz büyüklüktedir.

                                   Muhiddin Arabi: “Küçük insan, büyük alemin (makro-kozmos) bir minyatürüdür. İnsan varlığı, alemden daha da küçük olsa da, o büyük alemin bütün hakikatlerini kendisinde toplamaktadır. Bu sebepledir ki, bilge insanlar, bu aleme büyük insan (insan-ı kebir) adını veriyorlar...’’ derken, insanın maddi olarak değil ama bilinçsel ve manasal yön itibariyle büyüklüğünden bahseder. İnsanda içkin olan bu büyüklük, ileriki başlıklarda ele alacağımız gibi nefsin Zat’tan gelen yönüne, izafi zatın ilahi Zat ile olan irtibatına dayanır.

                                Makro ve mikro kavrayışı gerçekleştirebilecek bir yetiyle donanmış olan insan, bilinç boyutu itibariyle evrensel ölçekteki bir büyüklüğe sahiptir. Bu büyük bilinç, ait olduğunu sandığımız küçücük bedeninin haricindeki evreni, dünyayı, yıldız ve galaksileri kavrayabilecek bir düzeydedir. Böyle bir kavrayış böylesine küçük bir maddi varlığa hapsedilemez. Daha doğrusu bilincin hiçbir düzeyi, en basit tek hücreli canlı bilinci ya da bir elektronun bilinci bile, evrene yakın bir büyüklükte bile olsa, bir maddi varlığa atfedilemez. Çünkü madde, ne kadar büyük olursa olsun, küçüktür. Her halükârda onu içten ve dıştan kuşatmış bir sonsuzluğun içindedir. En basit düzeydeki bilincin büyüklüğü ise, onu meydana getiren Mutlak bilincin, evreni ve diğer her şeyi de meydana getiren, içten ve dıştan kuşatan bilinç olmasından kaynaklanır. Yani her türden bilinç, Allah’ın İlim sıfatıyla bağlantı içindedir. Ve bu nedenle büyüktür. Burada elbette ‘büyük’ ifadesini, bilincin zaman ve mekan mefhumunun üstünde olduğunu belirtmek için kullanmaktayız.

                                    Hatırlayalım ki; aslında bizim evren diye isimlendirdiğimiz, nesnelerden ibaret olan şu içinde olduğumuz yapı, sadece beş duyumuzun duyarlılık kapasitesine göre algılayabildiğimiz bir kesittir. Tüm bu nesneler ve tüm bu dünyamız, duyularımızın sınırları içerisinde kalan kesitsel yapıdır. Duyularımızın duyarlılık sınırları dışında kalan yapıdan ise habersiziz. Örneğin gözün algılayabildiği, gözün duyarlılık sınırları içerisinde kalan dalga boyları, gerçekte var olan sayısız dalga boyları içerisinde çok çok küçük bir kesittir. Gözün tespit edebildiği ve şu anda görmekte olduğumuz nesneler, aslında, evrende var olan sayısız dalga boyları, sayısız imajlar içerisinde, belki de hiç mertebesindedir. Zira biz evreni ya da

 

atomu aslında muazzam bir boşluğa serpiştirilmiş küçük maddi yığınlar olarak algılamaktayız. Algıladığımız bu maddi yığınlardan hareketle bile Kuantum fiziğiyle gördük ki, evrenin orijinal yapısı bütünsel bir enerji kütlesidir. Bu evrensel enerji de, aynı zamanda, var olan düzeni yürüten evrensel bilincin bir tasarrufudur.

                               İşte tüm metafizik disiplinlerin üzerinde durduğu “Kendini tanı ilkesi, bilinci maddi evrenin bağımlılıklarından sıyırıp, zaman ve mekanla kayıtlı olmayan evrensel bilinç boyutuna yaklaşmayla ilgilidir. Yani ‘O' na giden yol, insanın kendi özünden geçmektedir. Demek ki insan, sonsuz evrendeki hiç mertebesinde bir gezegende debelenip duran küçük mü küçük bir maddi varlık değildir. Aksine sonsuz Evreni meydana getiren bilinç ve enerjinin varlığıyla oluşmuş bir bilinçtir. İşte insanın sırrı budur. Bu nedenle dinlerde maddi hayata bağlanmamak ortak bir noktadır. Maddi boyutlu bir yaşam, tek hazine değildir. Hatta bunun bir hapishane olduğunu bilmek, bilinci bu maddi hayatın dert ve neşesiyle oyalanmaktan ve bunun sonucu olarak maddeye bağlanmaktan kurtarır. Bu durumda bilinç, kendini asıl boyutunda bulacaktır.

                               Dinin fiili yönü aslında sadece ve sadece bunu gerçekleştirmeye çalışmasıdır. Bir şekilde dünya hayatıyla maddeye bağlanmış olan bilinci, asıl vatanına döndürmektir! Dünya hayatında, maddeye daha da çok onu bağlamamaktır. Ancak elbette bu, maddi hayatı hor görmek anlamına da getirilmemelidir. Çünkü biz nede olsa bu maddi bedenimizle ve bu maddi ortamda var oluşumuzun bu seviyesini sürdürmekteyiz. İslami tabirle yapmamız gereken, bu gerçeği yok saymak ya da yıkmaya çalışmak değildir. Bu gerçeğin ardındaki hikmeti aramaktır. Öyle ki dünya hayatı bilincin hapsi olsa da, hapse düştüm diye kendini harap etmek, hapse mâhkum olmaktır. Hapis içinde kendini tutsak tutmaktır. Yani gerçek hapis, hapiste olmak değil, bilinci hapse tutsak etmektir. Bu hapis, nimetleri tadacağımız ama onlara ölesiye bağlanmayacağımız bir Cennet bahçesine dönüşebilir. Çünkü her şey bilinçtedir.

( Ya Hu Ve Adem - 14 - başlıklı yazı KENAN KOÇ tarafından 18.01.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu