12.2-) İmam Rabbani’den Hakikatin Cevherleri
Aşağıda Rabbaninin Mektubatından italik harflerle bazı örnekler vererek, kendi görüşlerimizi nacizane, parantez içinde belirttik. Şimdi, Rabbani, 30. Mektuptan başlayalım:
“Maddeden yapılmış olan, his organlarının esiri bulunan bir kimse, maddesiz olandan ve his organlarıyla anlaşılamayandan ne söyleyebilir? Yok iken sonradan yaratılmış olan bir kimse, hiç yok olmayandan ne anlayabilir? Maddeli, zamanlı ve mekanlı olan, maddesiz, zamansız ve mekansız olana nasıl yol bulabilir? Zavallı mahluk, kendi aleminden dışarıya nasıl çıkabilir?
Çok iyi ve çok fena olsa da bir zerre,
Ömründe dolaşsa, gezer kendi aleminde!”
(( Bu kendi aleminden çıkamayacak mahluk ! Gelin görün ki, kendi zanlarından ördüğü aleminden izafi; yok hükmündeki varlığından Asıl olana ve Tek Varolan Mutlağa ulaşabildiğini, onunla hemhal olabildiğini sanır. Oysa bu zavallı mahluk, O’nun halifesi olmanın aslında asla O ya da O’nun unsuru olamayacağının veya O’na karışamayacağının ispatı olduğunu, zira halifeliğin kulluk olduğunu, en yüce mertebenin Abdul(Al)lah olduğunu unutur. Unutur da zannının zavallığına aşıladığı en büyük şeytana köle olur. O’nun kulu olmanın O’nun ilelebet yolunda olmak olduğunu ve tam da bu nedenle “O” veya “O’ndan” olunamayacağını bilmez mi?
Allah’tan gelmek, Allah’ın ruhundan üflemesi, Allah’tan olmak değildir. O’ndan oluşmak demek, O’nun tarafından oluşturulması, O’nun yaratması, O’ndan sudur edilmesi demektir. O sanır ki her şeyin özünde olan Mutlak, kendi özündede olduğundan, özünden Mutlağa karışabilir ve izafiliğinden kurtulabilir. Bu ham hayalden, zan ötesi bir zandan başka nedir? Bilmezmi ki benliği yoksa kendi de olmayacaktır ve özgürlüğü sandığı şey kendine hapsolmaktır. Yaşayabileceği tek özgürlüğün O’nun yolunda olmak olduğunu, bu yolun bizatihi kulluk olduğunu ve ne dünyada ne ahrette, hiçbir an nihayetlenmeyeceğini bilmek istemez. O’nda yok olmadıkça O’na asla kavuşamayacaktır. Yok olduğunda ise O’na kavuşan bir şey kalmaz.
O ne artar ne eksilir. O, O dur! Her an ulaşılamayacak olarak kalandır. Diyebilir ki,
“O’ndan olduğumu bilmem, olan bir şeyi idrak etmemdir, öyleyse bu idrak ediş, O’nda bir artırma yapmak demek olamaz” Biz de deriz ki, “Gerçekten O’ndan olduğunu bilmen demek, O’ndan ancak her an değişen, varlıkla yokluk arasında gidip gelen ilmi suretler olarak olabileceğini bilmen demektir; Zat’ından olman demek değildir” Sen ancak an ve an değişim üzre kurulu, yok hükmündeki varlığının izafiliğini bil, bil de ne kadar istesen de yokluğundan Varlık olamayacağını kavra. Yoksa en büyük mertebeye Yokluk derlerdi, Abullah değil. Senin yok hükmünde varlığın senin eserin olmadığı gibi, asıl varlığın olan yokluğunu da kendinden kazanamazsın.))
Rabbani, 30. Mektuptan:
“Vilayet derecelerinde, Abdiyyet makamının üstünde hiçbir derece yoktur. Bu makamda, kul ile sahibi arasında, kulun sahibine muhtaç olmasından ve sahibinin kendisinin ve sıfatlarının hiçbir şeye hiç muhtaç olmamasından başka hiçbir bağlılık yoktur. Burasını iyi açıklayalım ki, kendisiyle O’nun kendisi arasında ve sıfatları ile O’nun sıfatları arasında ve kendi işleri ile O’nun işleri arasında, hiçbir bakımdan bir benzerlik bulunmayacaktır. O’nun zilli, görüntüsü olduğunu söylemek de, bir benzerlik, bir bağlılık olur. Bundan da kaçınmak lazımdır. O’nu yaratıcı, kendisini yaratılmış bilmelidir. Bundan başka hiçbir şeye ağız açmamalıdır. Tasavvuf yolunda ilerleyenlerin çoğu, Tevhid-i fiili ile karşılaşmaktadır. Her şeyi yapan Allahü tealadır derler. Bu büyükler bu işleri yaratanın bir olduğunu bilir. Bu işleri yapan birdir demek istemezler. Böyle söylemek zındıklık olur.”
((“Attığında sen atmadın, atan Allah’tı” ayetinden, sanır ki o kişi, işleri bilfiil yapan o değişimden münezzeh Allah’tır. Bilmez mi ki, değişmeyende fiil olmaz. Değişmeyen, değişmeden değiştiren, fiilleri oldurandır. Yaratandır! Yapan değil! Değişmeyen’den olan her şey, olduğu anda vesileler alemindedir. İlmi suretlerden bir surettir. Bunu bilenin “Atan Allah’tı” demesiyle (ki bunu ayette diyen Melektir, Allahın zatı değil), bilmeyenin demesi bir
olur mu hiç? Bilmeyen sanır ki, her fiili O yapıyor. Bilen bilir ki, her fiil, her oluş, her varlık, O’nun ilminden bir ilimdir; son tahlilde O’ndan sudur eden vesileler zincirinde bir halkadır. Hiç yaradan, zincire dahil olur mu? O zinciri yaratır. Zincirden olmaz. O attırır, atmaz. Ama gerçekte atmadan atan, atmayı da atanı da atılanı da yaratan, hareketin de şeyin de özündeki potansiyel olan, kuvvenin özündeki bilkuvve olan yalnız ve yalnız O’dur. Bundandır ki O, şey değildir. Bundandır ki O, hareket değildir. Bundandır ki O, yapan, atan değildir. O öylece Kemal olan, O olarak kalandır.))
Rabbani, 30. Mektuptan devam edelim:
“Bunu bir misal ile açıklayalım: Kukla oynatan bir kimse, perde arkasında oturur. Tahtadan, kartondan insan şeklinde yapılmış cansız şeyleri iple oynatır. Seyirciler, perdede oynayan karton, tahta parçalarının birçok şeyler yaptığını görür. Aklı olan kimseler, bu hareketleri, perde arkasında oturan adamın yaptığını anlar. Fakat bu işler, perdedeki tahta parçalarından meydana gelmektedir. Bunun için bu şekiller hareket ediyor denir. Perde arkasındaki adam hareket ediyor denmez.”
((Bizim maddeye yani zaman ve değişime kayıtlı beyinlerimizde, bizden biri olan kuklacı, elbette bizatihi kuklaların hareketini yapmaz, yaptırır. Ancak fark odur ki, kuklacı da yaptırırken aynı hareketleri yapmasa bile bir hareket halindedir. Yani o zavallı ancak değişerek değiştirir. Ancak Allah asla zavallı değildir. O değişmeden değiştiren, hareket ve değişime bulaşmadan, varlıkları hareket ve değişimle yoğrulmuş ve bundan varolmuş izafilerde hareket oluşturandır.))
Yine Rabbani’den devam edelim:
“Bu sözleri, işin doğrusunu göstermektedir. Peygamberlerin yolları da, böyle olduğunu bildirmektedir. İşleri yapan bir yapıcıdır demek, sekr halinde söylenen sözlerdendir. Sözün doğrusu şöyledir ki: işleri yapan çoktur. İşleri yaratan birdir.
…
Bunlara uymamak ya zındıklık ve ilhaddır, yani doğru yoldan ayrılmaktır, yahud sekr halinde söylenmiştir. Sekrden tam kurtulmak, Abdiyyet makamında olur. Başka makamların hepsinde, az çok sekr bulunur.
…
Tasavvuf yolunda ilerlenirken, İslamiyet’te bulunmayan şeylerle karşılaşılmakta ise de, yolun sonuna varılınca bu bilgilerin hepsi yok olur. Yalnız İslamiyet’in bildirdiği şeyler açık ve geniş olarak bilinir. Aklın dar çerçevesinden kurtularak, keşfin sonsuz meydanına açılmak hasıl olur.”
((Mürşidin neyse sen de osun. Mürşidin zanına bulaşmış bir sekrdeyse, sende ondasın. Mürşidinin keşfi kendi zannıysa, senin bulacağın da odur. Bundan değil mi ki Allah’la kul arasına hiçbir şey sokmamak? Bu unutuluyor mu? Allah’la kul arasına bir şey sokmamak sadece ibadetlerde puta tapmamak, sadece Ruhban sınıfını kabul etmemek midir? Yoksa dinin temeli olan Allah yolunda yürümede, yani kullukta, Vahyi ilhamıyla açıkladığını öne süren Vahy’den başka idraklerin elinden tutup emeklemek midir? Allah’a ulaşmak için, İslam’ın temel düsturunu unutan, eninde sonunda unuttuğuna kavuşacaktır. Mürşidi ilim olan, ilimi İslam olan felaha erendir. O İslam ki özü ilimdir. O İslam ki özü zanna ya da mürşidinin zannına köle olmak değil, Allah ilmine kul olmaktır. Allah ilmide onun bunun ağzında değil, Kitap’tadır. O Kitap anlayasınız diye indiyse anlayacaksınız. Anlatanları dinleyecek ama hiçbir ağıza köle olmayacaksınız. Zira, O ilim tüm ağızlardan fışkırır. Duyan duyacaktır. Her şey, aslına rücu edecektir..)
Rabbani, 31. Mektuptan:
“Muhterem yavrum! Bu fakir, çocukluğumdan beri, Vahdet-i vücude inanmakdaydım. Babam da buna inandığını, her zaman bildirirdi. Mubarek kalbi, Vahdet-i vücuddan ve her şeyden uzak olan, hiçbir suretle varılmayan varlığa doğru olduğu halde, bu itikaddan hiç ayrılmamıştı. Alimin oğlu da yarı alim demektir sözü gereğince, bu fakrin bu bilgiden büyük payı olmuştu. Çok lezzetler almıştım. Fakat, Allah sonsuz ihsanı ile, büyük rehber, hakikatlerin, marifetlerin kaynağı, İslam dininin hamisi, hocam, önderim, kurtuluş yoluna kavuşturucu, Muhammed Baki hazretlerine kavuşturdu.”
(Dikkat edelim ki Rabbani, hocam diyor; mürşidim değil. Zira Mürşid, bizatihi vahydir, ilimdir. Hocalar bunu anladıklarınca ve ellerinden geldiğince açıklayanlardır. Yoluna köle olunanlar değildir. Zira vahyin bildirdiğine kul olmaya çalışan, hiçbir şeye köle olamaz)
….
“Bu marifetlere o kadar daldım, o kadar kapıldım ki, Vahdet-i vücud hali her şeyi unutturdu. Bu bilgilerin sarhoşu oldum. O anlarda, hocamın yüksek huzuruna arz ettiğim mektuplarımda, bu sarhoşluğumun derecesini gösteren çılgınca yazılarım vardır. Uzun zaman bu halde kaldım, seneler geçti. Nihayet Cenab-ı Hakkın sonsuz lütuf ve inayeti ansızın imdadıma yetişip, anlaşılmaz olan cemalden perdeler birden bire kaldırıldı. Sanki seller, felaketler yapan fırtınalı kara bulutlar, bir anda sıyrılıp mavi sema açıldı. Güneş her yeri aydınlattı. Önceden olan, Vahdet-i vücud, ittihat, Allahü tealanın her şeyle birleşmiş, beraber görünmesi gayb oldu. Alahü tealanın heryeri kaplaması, doldurması, yakın olması gibi bilgiler, örtüldü gitti. İyice anladım ki Yaradan’ın yarattıklarıyla hiçbir benzerliği,
hiçbir bağlılığı yoktur. İhata, kurb gibi şeyler, Ehl-i sünnet alimlerinin bildirdiği gibi, hep Allahü tealanın ilmi içindir. Kendisi için değildir.”
((Açıktır ki, Vahdet-i vücud, aslolan Vahdet’i şuhud’a ulaşmada ki bir sekir mertebesidir. Zira Vücud’la bir olunmaz. Ancak Vücud’a şahid olunur, elden geldiğince bilinir, yolunda gidilir, kulluğuna layık olmaya çalışılır.Şuhud mertebesi ;İzafi varlığın, kendi varlığının Mutlak Varlığın bir hayali, bir ilmi sureti olduğunu bilmesidir. Bunun için Mutlak Varlığın bir unsuru olduğu zannına yani Vahdet-i vücuda ulaşıp bu sekr halini geçmesi de şart değildir. Ancak elbette mizaca göredir. “Allah kullarını dilediği gibi evirip çevirendir. Sonunda O’na döndürülmeleri” de yine O’nun dileğiyle olacaktır. Zira kul, kendini asla yok edemez. İntihar o nedenle en büyük günahlardan değil midir? O’nu yokluğuna döndürecek olan, ancak ve ancak O’nu var kılandır. Allah’ın bunu dilemesinden sonra da, ne kul kalır ne de benliği. Çabalarının Vücud’la bir olmak değil, Vücud’a şahit olmak ve bu şehadette yok olmak olduğunu, benliğini şehid etmek olduğunu bilen Öze erenlerin kendi çabalarıyla ve eğer gelirse, Allah’ın takdiriyle yokluklarını tatmaları, Fena fillah’tan Beka billah’a ulaşmaları, eğer zan değilse, kesikli bir yok oluş, bilinç kaybına benzer bir hal olabilir. Ancak dönüşte kalan, yüce his elbet her şeyden üstün olsa gerektir. Ama bunu biz ne bilebilir, ne de mürşidimizi buna göre seçebiliriz. Zira bu durum mürşidin kendi zannı olmasa bile, Allah kulluğu için böyle bir şeye ne gerek vardır ne de kulla Allah arasına herhangi bir iradeyi sokmak mübahtır.))
“Allahü Teala hiçbirşeyle birleşmiş değildir. O, O’dur; mahluklar, mahluktur. O, biçundur, erişilemez, anlaşılmaz, anlaşılamaz. Bütün alem ise, his olunan, anlaşılabilinen şeylerdir. Anlaşılamayan, anlaşılan gibi olamaz. Vacib, mümkin gibidir denemez. Kadim olan, hadis olana benzemez. Yokluğu mümkin olmayan, yok olabilen gibi değildir. Hakikatler değişemez. Birisi için olan, öteki için söylenemez. Ne kadar şaşılacak şeydir ki, şeyh Muhiddin-i Arabi ve onun yolunda giden büyükler, (onların sözlerinden ezberleyip, ötede beride söyleyen, yazan cahiller değil) “Allahü Teala, hiçbir suretle anlaşılamaz. Hiçbir şeye benzemez” dedikleri halde, Zat-i ilahi, her şeyi ihata etmiş, kaplamıştır, her şeye yakindir, her şeyle beraberdir diyorlar. Bunun doğrusu, Ehli sünnet alimlerininbildirdiğidir. Yakin olan, ihata eden, Allahü tealanın kendisi değil, ilmidir.”
((İşte teşbihte tenzihi ve/veya tenzihte teşbihi tevhid eden has din İslam’ın en temel özeti: Yakin olan, Allah’ın ilmidir. Bu düsturu temel alanın ulaştığı yakin, elbette ancak şahitlik olacaktır. O yakin, Vahdet-i şuhud halidir.))
“Tevhîd-i vücûdî bilgileri yok olup da, başka ilmler, marifetler hâsıl olduğu zemân, çok üzülmüşdüm. Çünki, Vahdet-i vücûd marifetlerinden dahâ üstün şeyler bulunacağını
bilmiyordum. Bu marifetlerin yok olmaması için yalvarıyor, çok düâ ediyordum. Fekat, perdeler, temâmen kalkıp, hakîkat bütün açıklığı ile bildirilince, anladım ki, âlemler, mahlûklar, Sıfât-ı ilâhiyyenin aynaları ve Esmâ-i ilâhiyyenin görünüşleri ise de, (Tevhîd-i vücûdî) var diyenlerin sandığı gibi, görünenler, gösterenin kendi değildir. Bir şeyin gölgesi, o şeyin kendisi değildir. Sözümüzü bir misâl ile dahâ açıklıyalım: Büyük bir âlim, düşündüklerini bildirmek için, harfleri ve sesleri kullanır. Kafasındaki kıymetli bilgiyi, harflerin, seslerin içinde açığa çıkarır. Bu harfler ve sesler, o bilgileri gösteren ayna gibidir. Fekat, harfler, sesler bu bilgilerin aynıdır, bilgilerin kendisidir veyâ bu bilgilerin kendilerini kaplamışdır veyâ bunların kendilerine yakîndir veyâ bilgilerin kendileri ile berâberdir denemez. Ancak, harfler ve sesler, bu bilgileri meydâna çıkaran işâretlerdir. Bilgilere delâlet etmekden, belli etmekden başka, birşey denemez. Bilgilerin, harf ve seslerle hiç benzerliği yokdur. Benzerlik, berâberlik, vehm ve hayâl ile söylenebilir. Hakîkatda, böyle şeyler yoktur. Bu bilgiler ile, harfler ve sesler arasında görünmek, göstermek ve belli olmak, belli etmek gibi bağlılık olduğundan, bazı kimselerin vehminde, bu bağlılıkdan, birleşmek, berâberlik gibi şeyler doğuyor. Hakîkatde bunların hiçbiri yoktur.
İşte, Allahü teâlâ ile, bu âlem de böyledir. Göstermek ve gösterilmekden, belli etmek ve belli olmakdan başka, hiçbir bağlılık yokdur. Mahlûkların herbiri, yaratanın varlığını gösteren birer alâmetdir. Onun ismlerinin, sıfatlarının büyüklüğünü bildiren, birer ayna gibidir. Bu kadarcık bağlılık bazı kimselerin hayâlinde büyüyerek, bazı şeyler söylemelerine sebeb olmakdadır. Bu hâl, bilhassa, tevhîd üzerinde murâkabesi çok olanlarda görülüyor. Murâkabelerinin sûreti, hayâllerinde yerleşiyor. Bazıları da kelime-i tevhîdin manâsını, kısaca düşünüp, çok söylediklerinde, bu hâle düşüyor. Bunların her ikisi de, ilm ile hâsıl oluyor. Hâl ile ilgileri yokdur. Bazıları da, aşırı sevgi ile, bu hâle düşüyor. Allahü teâlâdan başka, hiçbir şeyin varlığını görmiyorlar. Bunların böyle görmesi, herşeyin yok olmasına sebeb olmaz. Çünki, hissimiz, aklımız ve İslâmiyyet, herşeyin var olduğunu bildirmekdedir. Bu sevginin taşkınlığı zemânında, bazan, Allahü teâlânın kendisi ihâta etmiş, kendisi yakîndır sanıyorlar. Sevgi ile hâsıl olan tevhîd, önce bildirdiğimiz iki tevhîdden dahâ yüksek olup, hâl ile hâsıl olmakdadır. Fekat, bu da yanlıştır. İslâmiyyete uygun değildir. Bunu, islâmiyyete uydurmağa kalkışmak, boşuna uğraşmakdır.
…
Tesavvuf yolunda ilerleyen sâliklerden bazısının, bu mahlûklar aynasında gördükleri de, böyledir. İster (Şühûd-i vahdet) desinler, ister (Şühûd-i ehâdiyyet) desinler, Allahü teâlâda, mahlûk sıfatları yokdur ki, mahlûklarda görülebilsin. Mekânı, yeri olmıyan, bir yerde yerleşmez. Mahlûklara hiç benzemiyeni, mahlûkların dışında aramak lâzımdır. Yeri olmıyanı, madde ve mekânın dışında aramalıdır. Âfâkda ve enfüsde, yanî insanın dışında ve kendisinde görülen herşey O değildir. Onun alâmetleridir. Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Nakşibend kaddesallahü teâlâ sirreh buyurdu ki, ‘Görülen, işitilen ve bilinen herşey, O değildir. Bunları, lâ ilâhe derken yok etmelidir’.
Süâl: Nakşibendiyye ve diğer tesavvuf büyükleri ‘rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în’, vahdet-i vücûd, ihâta, kurb, ma’ıyyet-i zâtiyye ve kesretde vahdeti görmek ve kesretde ehâdiyyeti görmek gibi şeyler olduğunu açıkça söylemişlerdir. Bu sözlere ne dersiniz?
Cevâb: Bunları, tesavvuf yolunun ortalarında görmüşlerdir. Sonra bu makâmları geçmişlerdir. Nitekim, bu fakîr kendi hâlimin de, böyle olduğunu yukarıda yazmışdım.
…
Süâl: Hâlık başka, mahlûk başka olunca ve Zât-i ilâhî, mahlûklara yakın olamaz, ihâta etmez deyince ve Allahü teâlâ bu dünyâda görülemez ise, bu büyüklerin sözleri yanlış olmaz mı?
Cevâb: Bu büyükler, gördüklerini söylüyor. Meselâ, aynaya bakan bir kimse, şeklimi, sûretimi aynada gördüm der. Bu söz de, yerinde değildir. Çünki, aynada sûretini görmemişdir. Çünki, aynada sûret, şekl yokdur ki görsün. Fekat bu kimseye, yalan söylüyorsun demeyiz. Bu sözünü mazûr görürüz. Büyüklerin, saklamak gereken böyle hâllerini bildirmelerine sebeb, başkasını taklîd etmediklerinin anlaşılması içindir. Vahdet-i vücûdu kabûl edenler de, inkâr edenler de, kendi keşf ve ilhâmlarını söylemişlerdir. Keşf, ilhâm, başkalarına sened olamaz ise de, ilhâm olunan zât için, kıymeti inkâr olunamaz.”
((İşte tüm mesele buradadır. Başka bir idrakin idrakini bilemeyiz. Bu mümkün değildir. Öyleyse başka bir idraki mürşid kabul etmek baştan ateşle oynamaktır. O nedenle Hakiki Mürşid İlimdir. O nedenle Allah’la kul arasına hiçbir şey sokulmaz.)
“İkinci cevâb olarak deriz ki, herhangi iki şey arasında, ortak olan sıfatlar ve ayrı olan sıfatlar vardır. Mahlûklar, Allahü teâlânın kendisinden her bakımdan ayrı oldukları hâlde, görünüşde müşterek olan cihetler de vardır.”
(Dikkat edelim bu müştereklik sadece görünüşte, yani zandadır. Elbette tüm sıfatların kaynağı Zat olduğuna göre, Alemlerle Allah arasında müştereklik vardır. Ancak bu müşterekler, sadece Alemlerin İlmi suretler olması şeklindedir. Zira tüm sıfatlar Kemal halde O’nda var iken, ve O’nun ortağı olamayacağına göre, Esma aleminin berisindeki Melekut alemi dahil hiçbir alemde hiçbir sıfat tam, Kemal hal üzre değilken, herhangi bir sıfatın eksik hali, onun Kemal halinin bir ispatı ve göstergesi olsa da asla bir benzeri ya da unsuru olamaz.)
“Allahü teâlânın sevgisi, bir kimseyi kaplayınca, ayrılığa sebeb olan noktalar, görünmeyip, müşterek olanlar kalıyor. Hâlık ile mahlûk, birbirinin aynıdır diyerek gördüklerini doğru söyliyorlar. Sözleri yalan olmıyor. Zât-ı ilâhînin yakîn olması, ihâta etmesi için olan sözleri de, böyle söylemişlerdir, vesselâm”
(Ancak bu gördüklerinin başka idrakler açısından elbette zandan öte bir değeri yoktur ve olmamalıdır. Eğer yanlış sekr üzereyseler kendi hüsnü niyetleri ve bu yoldaki çabaları onları kurtaracaktır. ancak peşinden gidenler Allah’ın bildirmesine rağmen kulluklarını başka iradelere teslim etmiş olduklarından, sorumluluklarını yerine getirmemenin karşılığını elbette bulacaklardır. Zira herkesin dininin kendine olması da aslında budur.)
Rabbani’nin ortaya koyduğu sarsılmaz gerçekler üzerine, yapmaya çalıştığımız gibi kısa açıklamalar yapmaktan başka bir şey söylemeye gerek yoktur. Zira çok açık ve keskin bir şekilde söylenmesi gerekenleri söylemiştir. Elbette Rabbani’yi herkes kendine göre yorumlayacak ya da tevil edecektir. Bu da doğaldır. Biz zanla değil, Mutlak mantıkla, dolayısıyla Mutlak felsefeyle yani Asıl İlim’le, çürütülemez gerçeklere, Vahy’e, Din-i İslam’a dayanarak bu görüşleri söyleme cüreti gösterdiğimizi düşünüyoruz. Aksi görüşler de aynı düsturlara dayanarak ortaya konabilmelidir. Zan ve vehimle değil !..