İslamda, Allah nedenlerin nedenidir*. Varlığı kendisinden olan, zaman ve mekândan münezzeh* tek varlık O’dur. Bu nedenle bu sebepler ağıyla birbirine bağlanmış olan âlemlerde gözlemlediğimiz her birim, evvelinde olmuş olan başka birimlerin birbirleriyle ilişkileri sinsilesinden meydana gelmiştir. Bu ilişkiler de, son tahlilde varlığının nedeni kendisi olan bir varlığın olması zorunluluğunu ortaya koyar. Aksi takdirde neden-sonuç ilişkisi sonsuz geçmişe giderek muhal* olur.
Bunu hemen açıklayalım ki, evren yani maddesel yapılar ya da algılarımızla maddeselleşmiş görünen maddenin yapı taşları, özleri (enerji, dalgalar ya da frekanslar evreni), sürekli hareket halinde ve değişip durmaktadır. Bitip yenilendiğinden dolayı, ezelden ebede oluyor olamaz. Zira bilim evrenin bir yaşı yani bir başlangıcı olduğunu, buna dayanarak da bir sonu olacağını çok sağlam verilerle öngörmektedir. Başlangıcı olanın, mutlaka sonu da olacaktır. Elbette tersi de doğrudur. Bu yasanın nedeni, şeyin başlangıç anında bir şekilde ve/veya oluşu süresince dış unsurlardan kazandığı enerjinin; o şeyin sırf oluyor olmasından dolayı harcadığı enerji nedeniyle bile olsa, eninde sonunda tükeneceği gerçeğidir. Şeylerin toplamından oluştuğunu düşünebileceğimiz evrenin de sadece şeylerin etkileşimiyle ezelden ebede oluyor olması mümkün değildir. Bilim ve akıl, sürekli bir dinamiklik (hareketlilik) halinde olan evrenin; her an ve mekânında gözlenen, hiçbir şekilde en küçük bir statikliğin (durağanlığın) olmadığı akış ve hareket enerjisini, evrensel başlangıç anında ve oluş sürekliliği içinde kazandığını ortaya koyar. Ve tüm hareket ve değişimi sağlayan evrensel hücreciklerdeki enerjinin, eninde sonunda tükeneceğini söyler. Yani neden-sonuç cereyanında ortaya çıkan hiçbir şey sonsuz geçmişten beri oluyor ve sonsuz geleceğe kadar olacak olamaz.
Bu durumda ezelden ebede olmayan şeyler, son tahlilde, ezelden ebede olan bir Şey’e, varlığı için dayanacağı başka bir varlığın olmadığı Salt varlığa dayanmak durumundadır. İşte Allah, bu zorunlu varlık, varlığı kendinden olan varlık olduğundan*, aslında gerçek anlamda olan tek varlıktır. Eğer böyle bir Mutlak* varlık olmasaydı hiçbir şey olmamalı, yani mutlak hiçlik olmalıydı. Ama mutlak anlamda hiçliğin şu anda, geçmişte ya da gelecekte herhangi bir anda olmasının, gözlemlediğimiz izafi varlıklara* baktığımızda bile imkânsız olduğunu söyleyebiliriz. Zira mutlak hiçlik olmuşsa, ya da olacaksa (hatta evrenin bir yerinde ya da dışında hâlihazırda oluyorsa), hiçbir şekilde, mekânda ve anda herhangi bir varlık da olmamalıydı. Evrenin öncesinde de mutlak hiçliğin olmuş olduğunu düşünmek muhal olur. Çünkü; eğer mutlak hiçlik vardıysa, o hiçbirşeyin olmama anı, her türlü varlığın,
mekânın, mekânın da bir yansıması olan zamanın hiçbir zaman olamama durumunun teminatıdır. Ve mutlak hiçlik anı, tüm zaman ve mekânların imkânsızlığını dile getiren bir sonsuz hiçlik anıdır. Gerçek ve mutlak anlamda bir hiçlikten nasıl varlıklar türeyebilirdi? Mutlak hiçlik, hiçbir varlığa hiçbir zaman varlık izni vermeyen bir kavramdır. Öyle ki kendisinin bile var diye bir tanımlaması yapılamaz. Eğer en küçük bir zerre bile varsa, bu durumda mutlak hiçlik hiçbir zaman olmamış ve olmayacak demektir. Aslında bu cümle bile çelişkilidir. Mutlak hiçliğin anda oluşu, zamanın da hiçbir şekilde olamayacağı anlamına gelir. Ancak açıklamak için bu tarzda anlatmak zorunluluğu vardır.
Başka bir mantıksal çıkarımla, iki cümle önceki düşünce zincirimizle devam edip konuya bakalım. Mutlak hiçlik vardır demek, var olan şeyin mutlak anlamda yokluğundan bahsedilemeyeceği için zaten baştan muhaldir. Yani var, ya da vardır etiketiyle mutlak hiçlik etiketi aynı şey için kullanılamaz. Bu bile mutlak hiçliğin olamaması demektir. Öyleyse mutlak hiçlik, ancak yoktur diye söylenebilir. Mutlak hiçlik vardır, denemez. Zaten sırf mutlak kelimesi de, hiçbir şeye bağlı olmadan kendi başına varolma anlamına gelir. Yine mutlak hiçlik derken, olamayacak birşeyi, yani varolmayla hiç olmayı, varolmamayı aynı kavram için kullanmış oluruz.
Mutlak hiçlik hiç yoksa bu durumda da zıttı olan Mutlak varlık olmak zorundadır. Burda mutlak hiçliği, kendinden olan bir gerçeklik olarak değil, Mutlak varlığı açıklamak amacıyla soyut manada kullanmak durumundayız. Mutlak varlığın zıddı yani mutlak hiçlik, dediğimiz üzere aslında olmayan, olamayacak olan birşeydir. Yani Mutlak varlık, zıddı yani içinde yokluğu ya da yok olma potansiyeli olmayan varlıktır da denebilir. Evrende her şeyin zıddının olduğunu düşünerek Mutlak varlığın zıddı olan mutlak hiçliğin de olması gerektiği ileri sürülemez. Mutlak varlık, evrensel varlıkların ötesindeki bir salt gerçeklik halidir. Yani bu boyutta, zıtlıktan sözedilemez. Eğer sözedilebilseydi, bu düzlemde de zıtların birbirini bir şekilde ve zamanda tüketmesi gerekirdi. Bu durumda yine sebep-sonuç ilişkisi sonsuza gidip muhal olurdu. Zıtlıklar, izafi varlıklar düzleminde, izafi varlıkların Mutlak varlık olamaması ve varlıklarının zıttı olan yokluğu da beraberlerinde taşımaları nedeniyle vardır. Aksi hal, zıtlıklarından kurtulmuş tüm varlıkların zorunlu ve Mutlak varlıklar olmaları demek olur. Oysa biliyoruz ki tüm varlıklar bir var bir yok olabilen, varlıkları yokluklarıyla eşit derecede mümkün olabilen, mümkin varlıklardır*. Ancak tüm bu mümkin varlıkların gerisinde, Mutlak bir varlık’ın olması zorunludur ki, mutlak hiçlik olmamış olsun. Bir mümkin varlık olan bizlere göre de; mutlak hiçliğin olmamış olmasının en büyük delili, tüm bu gözlemlediğimiz mümkin varlıkların varlıklarıdır. Evrende mümkin varlıklar vardır. Hatta evrenin kendisi bir mümkin varlıktır. O halde; mutlak hiçlik var değil yok demektir ve mutlak hiçlik olmadığına göre de, Mutlak varlık olmak zorundadır. O nedenle Allah, en küçük bir oluşma bakarak bile müşahade edilebilir*, denir. Çünkü zerre* küllün* aynasıdır. Bir zerre, varlığıyla mutlak hiçliğin hiç olmadığını, olamayacağını ve bundan dolayı da Mutlak varlığın olması gerekliliğini haykırır durur.
Artık olmuş olan evrende gözlemlediğimiz sebep- sonuç ilişkilerinden meydana gelmiş olan olaylar, ister istemez bir zaman ve mekân içre düşünülmek zorundadır. Öyle bir sebep-sonuç ilişkisinin ürünü olmayan ve bir nevi sebebi sonucu olan varlık, zaman ve mekândan da münezzeh olmak durumundadır. Bizim gözlemlediğimiz âlemlerde kendini gösteren sebep sonuç ilişkileri, bu Mutlak varlığın sünnetullahından* kaynaklanır. Bu ilişkiler içinde keşfettiğimiz her tür maddenin ya da türevlerinin (örneğin enerji; daha doğrusu enerjinin türevi maddedir ama üzerinde durduğumuz bakış açısına göre tersi de doğrudur) nedensellik kanunu, birşeylerin sebebi olan maddeye ya da maddesel öze tanrılık vasfı vermemizi değil, aksine, tüm oluşlar ve şeyler sebep-sonuç ilişkisi içinde olduğundan tüm madde ve ötesine tanrısal bir görev verememezi zorunlu kılar.
Bu açıdan, sünnetullahın olayları oldurma tarzı olan neden ve sonuç ilişkileri içinde cereyan eden oluşumlar, gökten inme bir yaratmayla değil, vasıtalar vesilesiyle meydana gelir. Her türlü evrensel evrim de, Allah’ın şeyleri bu sünnetullahıyla yaratmasından ötürüdür. Kur’an’a göre Allah, statik bir biçimde ya da kesikli olarak yaratmayı gerçekleştirmez. Her an yaratma halindedir. Allah’ın Halik (benzersiz ve sürekli yaratan), Bais (sebepleri yaratan) gibi isimleri, bu evrensel yaradılış mekanizmasına dikkat çeker. Öyleki herhangi bir yaradılış başka herhangi bir yaradılışın aynısı değildir. Bizim bakışımızda muazzam bir zaman içre olan evrensel oluş macerasında; asla en küçük ya da büyük ,en eski ya da yeni hiçbir oluşum aynen tekrarlanmaz. Böyle bir yaratma, evrendeki bütün canlı ve cansız cisimlerin aynı anda ve birden yaratılması değil, bizim bakışımızda, yavaş yavaş ve herşeyin birbiriyle etkileşim halinde meydana gelmesidir. İşte sünnetullah da budur. Yaratmanın bir düzen içerisinde gerçekleşen sürekli ve bitip tükenmez bir oluşum olduğuna dair Kur’an’da pek çok ayet vardır. Bu açıdan bakarsak, Allah'ın kün (ol) emri ile âlemlerin oluşu, olmuş bitmiş bir olay olmayıp, her an sünnetullah dâhilinde devam etmektedir. Bu haliyle yaradış, söylediğimiz üzre, evrenin özüne işlemiş sürekli ve kesintisiz bir yaratmadır. Aslında bu evrensel evrimden başka bir şey değildir. Yaratılışçı tekâmül de diyebileceğimiz bu evrensel evrimin, İslami düşünce tarihinde önemli bir yeri vardır. İslam filozofu Molla Sadra'nın (öl. 1635) da dediği gibi
"Evrendeki her varlıklar askılı, ilişkili (taallukî) varlıklar ve hüviyetlerdir. Varlık bağışlayıcı eteğe yapışmış, asılmışlardır. Varlıkları bu asılmış olmaları ile özdeştir. Bu ilişkili varlıkları bir an için onlardan giderilirse varlıkları da ortadan kalkar."(1).
**** DENİZ KABUĞU ****
Adam, varlık hakkında düşünmekten yorgun, uykuya daldığında, rüyasında bir sahildeydi. Kumsalda ilerlerken denize bakıp, yine varlık hakkında düşünüyordu. O sırada bir deniz kabuğunun kendisine seslendiğini duydu. Kabuğu alıp içine bakınca sırrı çözeceğini içsel olarak biliyordu. Baktı. Kabuğun karanlığında sonsuz hızda ilerleyen bir düşünceydi şimdi. Dünyayı, yıldızları, galaksileri, tüm bunların kabuğun içinde olmasına şaşarak aştı. Ve dışa doğru mu içe doğru mu gittiğini bile anlayamamıştı. Sonunda uçsuz bucaksız bir karanlığa kavuştu. Bu Hiçlik’te yok olduğunda, sırrı kavramıştı. Sonra kabuğu indirdi. Yeniden ışığa ve denize baktı. Hiçlik onu sıkmış, ürkütmüştü. “Böyle daha iyi” dedi… Ve uyandı…