I.3. Özsel boyutlar: Semalar kavramı
Kur’an’da ve çoğu diğer dini metinlerde geçen gökler kavramı, yerine göre hem bildiğimiz manada gökler (yani dünyanın yukarı tabakalarını kapsayan evrensel tabakalar) hem de maddi âlemin deruni özsel tabakaları olarak yorumlanabilir. Bazı ayet ve metinler, bu iki anlama da açık olarak, aynı anda birkaç mana verebilecek derinliktedir. Ancak burada önemle üzerinde duracağımız mana, işlediğimiz konuyla olan yakın ilgisinden dolayı, göklerin, maddesel özlerin latif* katmanlarını simgeliyor olmasıdır. Ki bu manada, bu kitap boyunca sema kelimesini kullanacağız. Ayetlerde geçen yer kavramını da, sadece dünya değil, dünyevi algı seviyesi yani maddi âlem algısı anlamına alacağız.
Yer, tüm evreni maddi formlara bürünmüş şekilde algılamak anlamına gelir. Bu anlamda dünya da yerdir, güneş de, yıldızlarda. Gökler ise, sema katmanları olarak, bu maddi âlemlerin özsel tabakaları anlamınadır. Yani mesela güneşi oluşturan gördüğümüz maddi görüntüsünün bir alt boyutu atomlardan oluşmuş bir güneştir. Bu sema katmanında güneş, bir üst katmanda yani şu anki algılarımızla gördüğümüz güneş değil, bir atom yığınıdır. Aynı şey, örneğin bir masa için de geçerlidir. Atomsal katmanın daha derinine inmiş bir algısal açılmayla da, başka bir sema katmanını müşahade edebiliriz. Bu da diyelim ki elektron taneciklerinden ve proton, nötron yoğunlaşmalarından oluşmuş çekirdeklerden oluşan bir evrendir. Bu algı düzleminde masa ya da güneş, yani yer değil, elektron tanecikleri ve çekirdekler yani bir sema katmanı vardır. Daha da alt bir katmanda, elektronların bir tanecik değil, bir enerji bulutu olduklarını, proton ve nötronların kuark ve benzeri alt madde parçacıklarından oluştuğunu, daha da alt bir katmanda, her şeyin bir enerji ve frekans âlemi olduğunu müşahade ederiz. Bu şekilde algılarımız hep daha derun katmanlara açıldıkça, maddi katı cisimler, dalgalar evrenine yani latif katmanlara dönüşür. İşte tüm bu boyutsal, öze yönelik zoomlamalar, hangi seviyede bırakılmışsa, o seviye bir sema katmanını simgeler. Bu katman, tüm evrene o algı seviyesinden bakarsak, tüm evreni kuşatır. O nedenle yer, sadece dünyayı, gökler ise yıldız yörüngelerini temsil etmez. Yer, tüm evrenin maddi algı gözlüğüyle bakıldığındaki halidir., 1. kat gökyüzü, tüm evrenin atomsal görünüşünü sağlayan atomsal algı gözlüğüyle bakıldığındaki halini gösterir. 2. kat gökyüzü, yine tüm evrenin, atom altı parçacıkları algılama kapasitesi veren bir gözlükle bakılmış halini, v.b. verir. Dinsel metinlerde geçen yedi kat gök ifadesi de bunu anlatır ki, yedi, rakamsal bir değer olmayıp, sayısal çokluk anlamı veren bir deyimdir(2). Buradan hareketle sema katmanlarının, yani evrene bakacağımız algı sınırını gösteren gözlüklerin sayısı pek çoktur. Hangi seviyeden bakarsanız o seviye evrensel ölçekte bir algısal ağı oluşturur. Evren, o gözlükten görüldüğü haliyle bilinir. Bu nedenle
Kur’an’da da, yer, şu normal halimizle algıladığımız evrensel katmanı simgelemek üzere tekil, semalar ya da gökler ise, çoğul olarak kullanılmıştır.
İşte bu kitap boyunca işleyeceğimiz cennet, cehennem, ahiret hayatı ile dünya hayatı arasındaki ilişkiler yukarıdaki göklerle yeryüzü arasındaki bir ilişki olarak değil, maddi evrenle bu maddi evrenin unsurları ya da oluşturucuları olan maddesel parçacıkların ve/veya enerjisel frekansların latif özsel katmanları arasındaki ilişkiler açısından ele alınacaktır. Benzer şekilde Adem’in cennetten dünyaya kovuluşu da, ayetlerle dünyada yaratıldığı aşikar olan Adem’in gökyüzünden dünyaya düşmesi değil, maddi alemin latif tabakalarını algılayan bir bilinçlilik halinden, maddi alemleri algılayan bir bilinçlilik haline blokelenmesiyle izah edilecektir.
Burada hemen belirtelim ki, Kur’an’da Arş* ile simgelenen, Allah’ın, bize göre olan Hiçlik makamıdır. Öyle ki o makama kadar yedi kat gökyüzü vardır. Yani algısal açılımlarımıza bağlı çok sayıda sema katmanları ! Ama artık hiçbir varlığın algılamasının mümkün olmadığı derinliğe ulaşıldığında, o deruni öz, Arş ile yani ‘Hu’nun* mekânıyla, hiçlik boyutuyla simgelenir ki, gerçekte de her an ve mekânda olan Gerçek, Mutlak, Tek varlık hep ‘O’dur.
****PORSELEN BALIK****
Kırmızı balık, nehirde yüzüyordu. Ve arkası mıknatıslı porselen bir balık, beyaz bir zemine yapışık, duruyordu. Ve akvaryumlarda binlerce balık vardı. Kırmızı balığı, daha iri ve çok eski ataları mavi olan, mor bir balık yuttu.
Akvaryumlardaki binlerce balıktan yüzlercesi, kırmızı balıktan biraz daha uzun yaşadı. Ama hepsinden önce, mıknatıslı porselen balık, beyaz denizinden hoyratça çıkarılıp, sert mozaik zemine küçük bir el tarafından atıldığında, parçalanmıştı.
Fakat kendisinden sonra ölen tüm balıklara rağmen, o hala vardır; çünkü o aslında bir balık değil, balık şekli verilmiş, boyanmış, arkasına mıknatıs yapıştırılmış bir porselendir.
Ve şimdi, dağınık parçaları birleştirip, eksik parçaları zihinde tamamlandığında, dikkatli gözler tarafından, “porselen bir balıkmış zamanında” denilen, varlığına verilen balık imajı dağılan, ama ölmeyen, hala porselen olan ve göreceli olarak porselen olmaya devam edecek bir maddedir.
Bununla birlikte, daha dikkatli gözler, onun porselenden oluşmuş bir madde değil, bir atomlar bütünü olduğunu, daha da dikkatlileri atom altı parçacıklardan oluşmuş bir frekans okyanusu olduğunu, çok daha dikkatlileri, varolan enerji paketleri ya da dalgalar evreni olduğunu, en dikkatlileri ise, bir hiç olduğunu görürler.
Tıpkı kırmızı balık, mor balık ve akvaryumlardaki binlerce balık gibi…
Ve canlı balıkların, önce kavuşmuş olduğu sanılan hiçliğe, porselen balığın ve hatta tüm balıkların, öteden beri hep sahip olduğunu düşünürler.