Güneş doğdu buzun ve ayazın üzerine. Yine kar düşmedi yere bir damla olsun. Bu bereketsizlik, bu yağışsızlık anlam veremediğim bir afet. Sonbaharda tarlalarına buğday ekmiş bir çiftçi kadar endişeliyim, bir avuç toprağım olmasa bile bu dünyada. Ama toprağım olsun isterdim. Belki o zaman daha sıkı tutunurdum yaşama. Küçücük bir bahçe kadar bile olsa toprağım olsun isterdim. Çünkü bence çiftçilik büyülü bir iş, çiftçi olmak isterdim. Toprağımı terimle ıslatmak isterdim. Emek emek bir sonbahardan sonra buğday başaklarına bakıp hesap yapmak tüm derdimi sıkıntımı alırdı benden. Belki o zaman daha az üzülür, vücudumda unutulmuş bir kurşun gibi durmazdı hayatımda hüzün.

İlk çocukluk yıllarımdan beri severim toprakla uğraşmayı. Topraktan yaratıldığımdan mıdır nedir, toprağa dokunmak huzur verir bana. Ama cinler içinde durum böyle midir bilemiyorum, yani ateşle uğraştıklarında huzur kaplar mı içlerini? Dünyanın en eski mesleklerinden birisi olsa gerek çiftçilik. Toprağı ekip, hayvanlara bakmak. Kendi toprağının hükümdarın işte, bundan daha huzur verici bir iş olabilir mi? Şimdi biz insanlar yirmi birinci yüzyılda büyük şehirlerde, büyük işlerde çalışıyoruz. Ama şeflerimiz, müdürlerimiz, genel müdürlerimiz var. Yani amir üstüne amir, emir üstüne emir. Özgür olduğumuzu düşünüyoruz. Bu düşünce çağdaş insanın en büyük yanılgısı. O üzerine toz kondurmadığımız kentsel yaşantıya zincirlerle bağlı mahkumlarız. Yaşamamız emirleri yerine getirmemize yani kölelik sadakatimize bağlı. Bu can sıkıcı bir durum. İşte bu durumdan kurtulmak için kendi toprağı olan bir çiftçi olmak isterdim. Hatta kendi çiftliği olan bir çiftçi. O zaman kendimi biraz olsun özgür hissedebilirdim.

Sabahları erkenden uyanıp hayvanların yemlerini verir altlarını temizlerdim. Tavukların kümeslerini açardım. Sonra taze sağdığım sütle yapardım kahvaltımı; peynir, tereyağı ve bal. Belki böyle beslensem mide yanmalarından da kurtulurdum. Çiftliğimin temiz havasını çekerdim ciğerlerime. Buğdaylarıma, ayçiçeklerime ve patateslerime bakardım uzun uzun. Yağmur yağması için dua ederdim Allah’a, verdiği nimetler için şükrederdim. akşama kadar dur durak bilmeden çalışırdım. O zaman eklem ağrılarım ve fazla kilolarımda olmazdı eminim. Çiftliğimin ıssız köşelerini gezerdim sık sık, sessizliğin tadını çıkarırdım. Birden fazla köpeğim olurdu eminim, bir o kadar da kedim. Muhakkak koyunda beslerdim. Kuzularını koynuma basa basa severdim. Akşam eve döndüğümde tüm bedenimde günün tatlı yorgunluğu olurdu. Evet şimdi de akşamları eve döndüğümde bedenimde bir yorgunluk hissediyorum. Ama hiçte tatlı bir yorgunluk değil bu. Yapış yapış bir şey, ne yapsanız geçmiyor. Özellikle mide yangınları ve baş ağrısı. Şehrin kalabalığı, gürültüsü, isi, kiri de cabası. İnsan neden yaşar bu pis şehirde diye düşünüyorum sık sık ve cevabını karşımda buluyorum: başka çaresi olmadığı için. Bu yüzden toprağım olsun isterdim.

Koskoca dünyada bir avuç toprağım yok. Bir dikili taşım yok bana dair. Yağışın olmamasına üzülüyorum yine de sanki toprağım ve ekinim varmış gibi. İçimde buram buram hüzün, toprağı özlüyorum. Hapsedilmiş ve kuşatılmış hissediyorum kendimi. En çok canımı sıkan ise evladıma da benimki gibi bir hayat sunmak. Oysa toprak bırakmak isterdim evladıma, özgür bir hayat.
( Toprağa Özlem başlıklı yazı MESUT ÇİFTCİ tarafından 5.01.2010 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.