Hayatımın en kötü günlerini yaşadım. Şu anda bu günler geride kaldı, ama... Evet tam on bir gün. Çile, eziyet, işkence dolu on bir gün. Umarım son olur, aksi halde bir kere daha benzeri acıları yaşamaya gücüm yeteceğini sanmıyorum. Bir yandan da hâlâ nasıl canlı kalabildiğime hayret ediyorum.
Kenan Baba'nın evde olmadığı bir gün, bayan arkadaşımla etrafta dolaşıyoruz. Bu kız o gün her zamankinden çok farklıydı. Bana cilve yapıyor, kaçmaya başlıyor; ben de peşinden koşuyorum, koşuyorum. Bir müddet sonra onu yakalıyorum, daha doğrusu ben öyle sanıyorum; halbuki o bilerek bana yakalanıyormuş. Bir şekilde benden kendini kurtarıp gene bana işveli bir bakış gönderip kırıtarak kaçmaya başlıyor; tabii ben de kovalıyorum.
Bu cilveleşmeler sırasında zamanın nasıl geçtiğini hiç anlamadığım gibi, evden çok uzaklara gittiğimizi de fark etmemiştim. Öyle uzaklaşmışız ki bırakın bizim evi etrafta tek bir tane bile ev görünmüyordu. Daha önce gelmediğim bir yerdeydik. Sağ tarafımız ağaçlarla kaplı iken sol tarafımızda geniş bir mera ve ileride bir tepe görünüyordu. Ben de arkadaşım da acıkmıştık. Burada yiyecek bulmamız imkansızdı, geriye dönüp bizim evdeki mamalarımı yemeyi teklif ettim. O, dönüşün çok uzun süreceğini, şu tepenin arkasında bir çiftlik bulunduğunu ve oradan bize yiyecek verebileceklerini söyledi.
Etrafı yüksek duvarlarla çevrili çiftliğin iki koca kanatlı bahçe kapısının yanına geldiğimizde, arkadaşım birkaç kere havlayınca bitişikteki küçük kapı açıldı, işçi kılıklı bir adam dışarı çıktı. Eliyle “Gelin!” işareti yaptı. İçeri girdik. İçeride çiftlik sahiplerinin oturduğu iki gösterişli bina, işçilerin kaldıkları büyük bir baraka, uzun bir ahır, tavuk kümesleri, tahtadan yapılmış onlarca köpek kulubesi, tavuk kümesi, tulumba ve yalağı ilk dikkatimi çekenlerdi.
Bizi içeriye alan adam koştu yiyecek ve su getirip önümüze koydu. Yedik, suyumuzu da içtik. Ne kadar iyi, merhametli insanlar vardı! Bize yiyecek ve su vermelerinden iyi oldukları belliydi. 
Karnımız doyduktan sonra gitmek için harekete geçtim, küçük kapının yanına gittim, arkadaşım da yanımdaydı. Kapının açılmasını beklerken aynı adam yanında bir başka adamla geldi, elinde ucunda kayışı olan bir tasma vardı; bunu bana taktı, kapıyı açtı arkadaşım çıktı, ben de hamle yaptım, kayıştan çekerek beni köpek kulubelerine doğru sürükleyip boş olan birinin içine soktu. Birkaç saat sonra beni yuvadan çıkardılar, serbet bırakacaklar sanıp sevindim. Boşunaymış. Ayaklarımı bağlayıp kulaklarımın ucunu kestiler. Çok acı verdi, böylesi bir acıyı daha önce tattığımı hatırlamıyorum. Ciyak ciyak bağırdım, adamlar ise ben bağırdıkça gülüyorlardı.
Gece olduğunda kulaklarımdaki acı azalmadı, arttı; uyuyamadım. Sabaha karşı biraz dalmışım, hepsi bu kadar uyku... O gün gene beni dışarı çıkardılar. Neden mi? Dövmek için. Saatlerce dövdüler. İki adam yaptı bu işi; biri sopayla vuruyor öteki kamçılıyordu. Şimdi kulaklarımın acısına bir da vücudumdaki ağrılar eklendi. Sonraki iki gün de dövdüler. 
Geldiğimin beşinci günü ahırın arkasında hazırlanmış bir ringe götürüldüm. Burası büyüklüğü yirmi metre kare kadar,  yerleri branda ile kaplı, etrafı korkuluklarla çevrili bir yer. Orada beni bekleyen başka bir köpek var. Beni bununla dövüştürecekler. Tasmamdaki kayışı çıkarmalarından belliydi. Aslında amaçları beni dövüşçü köpek olarak yetiştirmek olamaz; çünkü benim etim ne budum ne? Olsa olsa gerçek dövüşçülerin antrenman yapmaları için kullunılan bir rakibim. 
Dövüşe başladık, tabii feci bir dayak yedim. Kulübeme götürüldüğümde perişan bir vaziyetteydim. Kulaklarımın acısı, sopa ve kamçı değen yerlerimin ağrısı ve bir de şimdi köpek ısırıkları...
Kulubemdeki tahta aralıklarından sürekli dışarıyı gözlüyordum. Kaçmam için belki bir fırsat çıkar umudundaydım. İki kanatlı büyük kapıdan traktörler, kamyonlar günde birkaç defa girip çıkıyordu. Süt, yumurta ve içlerinde ne olduğunu bilmediğim dolu çuvallar taşınıyordu bu araçlarla. Dövüşçü köpekleri getirip götüren bir kamyonet de vardı. Ayrıca bir de Amerikan malı lüks bir otomobil. Bunun içinden kırklı yaşlarda, şişman bir adamı özel şoförünün açtığı arka kapıdan inerken ve binerken görüyordum. Çiftlik sahibi olduğu kesin. Bu adamın belinde silah da vardı.
Çiftlikte on beş-yirmi kadar çalışan vardı ve hepsi erkekti. Bayan hiç görmedim. Hepsi çiftlik sahibine “ağam” diye hitap ediyordu. 
(Devam edecek...)
( Köpeğin Adı Badi-53 başlıklı yazı Ömer Faruk tarafından 6.11.2017 tarihinde sitemize eklenmiştir. Sitemizde yayınlanan eserlerin hukuki sorumluluğu , kullanılan materyaller ve yazının içeriği yazarlarına aittir.İzin alınmadan kaynak gösterilse bile sayfamızdaki eserler başka yerde yayınlanamaz. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. )
Okuduğunuz Yazının Site Kurallarını İhlal Ettiğini Düşünüyorsanız, Site Yönetimine Bildirmek İçin Tıklayınız.
 

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu

EdebiyatEvi.Com | Edebiyat ve Kültür Platformu